Sinem Olcay Kademoğlu

Çocuğumla mizaçlarımız uyumlu mu?

18 Nisan 2018
Ebeveynlikte, mizaç özellikleriyle ilgili rolümüz onların farkında olmaktır. Çünkü farkında olursak çocuk yetiştirmede nerelerde zorlanacağımızı ve neden zorlandığımızı daha iyi anlarız.

Çocuk yetiştirmede ‘mizaçlar arası uygunluk derecesi’ olarak Türkçe’ye çevirebileceğiniz ‘Goodness of Fit Model of Temperament’ yaklaşımını çoğumuz ilk defa duyuyor olabiliriz. Ama eğer birden çok çocuğunuz varsa; henüz zihninizde bu yaklaşımın adını koyamamış olsanız da mutlak varlığından haberdar olduğunuza eminim. ‘Büyük çocuğum çok hareketliydi, ikincisi öyle sakin ki!’, ‘Büyük kızımı seyahate götürmek, ona doğum günü partisi yapmak, okula başlatmak her şeyi çok zor olmuştu, küçük kızım ise tam bir sosyal kelebek, her ortamda mutlu’, ‘Büyük oğlum bebekliğinden beri çok iyi uyurdu ama küçük bizi 5 yaşına kadar uyutmadı’…

Bunlar gibi kulağa oldukça tanıdık gelen ebeveyn ifadeleri aslında bireylerin doğumla gelen mizaç farklılıklarını ve bu farklılıklara bağlı olarak değişen ebeveynlik tecrübelerini anlatır. Çocuk mizacı ve çevresel koşullar arasındaki tamamlayıcı ya da bozucu/bölücü olma durumlarına da ‘mizaçlar arası uygunluk derecesi’ denir. Eğer çocuğun mizacı, becerileri ve çevrenin beklentileri, tepkileri arasında tamamlayıcılık varsa burada çocuk ve çevre arasında uyumdan bahsedebiliriz. Uyumun olduğu ortamda çocuğun başarılı olması ve yüksek bir özgüven geliştirmesi daha olasıdır. Araştırmalara göre, eğer mizaç ve çevre arasında uyum yakalanamadıysa depresyon, anksiyete ve akademik başarısızlık gibi önemli problemler dahil olmak üzere çocuk gelişiminde pek çok psiko-sosyal zorluğun yaşanma ihtimali yükselmektedir.

Örneğin, aktivite düzeyi yüksek bir çocuğun küçük bir apartman dairesinde, açık ve geniş alana çıkma fırsatı pek olmadan büyütüldüğünü düşünün. Bu çocuk kırsal alanda, müstakil bir evde büyüyor olsaydı hem ebeveyn hem çocuk için zorlanma miktarı azalırdı. Aynı şekilde bu çok hareketli, dürtüsel çocuğun katı kuralların olduğu, baskıcı, geleneksel bir eğitim sistemine dahil olması da sık sık kuralları bozması bekleneceğinden gelişimsel açıdan zorlayıcı olabilir.

Mizaç ve çevre bağlantısının bir boyutu olarak, çocuğun mizacı ve büyüdüğü çevredeki yetişkinlerin mizacı arasındaki ilişki de çocuğun çevre tarafından ne kadar kabul görüp, kendisinden ne derece memnun olunduğunu etkiler. Çocuğumuzun mizacı bizimkinden çok farklı ise onu anlamamız kolay olmayacaktır ve elbette ki çocuğumuzda anlam veremediğimiz davranışlara, tepkilere karşı sabırlı olmamız da çok beklenemez.

Örneğin, insanlarla bir araya gelmekten çok hoşlanan, sosyalleşmeye yoğun ihtiyaç duyan bir ebeveynin kalabalık bir ortama girmekte büyük zorluk yaşayan utangaç yapılı, adaptasyonu zaman alan, kapalı bir çocuğa sahip olması ebeveynlikte daha çok hayal kırıklığı yaşamasına sebep olabilir. Ya da hareketli bir ebeveynin fiziksel aktiviteden pek hoşlanmayan bir çocuğunun olması günlük hayatta çatışma yaşamalarına sebep olabilir.

Öyleyse, hem kendimizin hem çocuklarımızın mizaç özelliklerine dair farkındalık kazanmamız önemli gözükmektedir. Mizacın bazı boyutlarında çocuğumuzla benzer olmanın bazı boyutlarında da farklı olmanın faydalarını görebilirsiniz. Bunu daha iyi anlamak için araştırmalarla tespit edilmiş mizacın 7 boyutundan kısaca bahsedebiliriz. 

Yazının Devamını Oku

Boşanmış genç ailelerde kritik tuzak

5 Mart 2018
Küçük çocuklar için velayet düzenlemesi yaparken nelere dikkat edilmeli?

Son dönemde çocukları henüz 3 yaşına bile gelmemiş çiftlerin ayrılık kararlarıyla sıkça karşılaşıyor ve bu çiftlerle velayetin nasıl düzenleneceği konusunda beraberce cevap bulmaya çalışıyoruz. Erken yaşlarda çocukların hangi ebeveynde ne kadar kalacağı konusu oldukça çelişkili bir başlık çünkü yapılan seçimin ailedeki her birey için sadece o döneme özgü değil uzun vadeli ciddi sonuçları oluyor.

Erken yaşlardaki boşanmalarda nasıl bir velayet bölüşümü yapılmış olursa olsun çoğu anne ayrılığın uzun vadede çocuğuyla olan ilişkisine ve çocuğun gelişimine verebileceği zarardan korkuyor. Benzer şekilde babalar da çocuğun hayatından kalıcı bir şekilde çıkarıldıklarını hissedip büyük zorlanma yaşayabiliyor. Ancak bu endişelerden bile daha ciddi bir durum var ki o da genç çiftlerin bu ve benzer kaygıları aşmak için adeta bir matematik formülüymüş gibi çocuk bakımı ve yetiştirme sürecini %50-50 ikiye bölmeye çalışmalarıdır.

Örneğin, 2 yaşındaki çocuğun haftanın 3 günü babanın evinde 4 günü annenin evinde kalmasına karar vermek gibi. Ebeveynler açısından oldukça adil ve mantıklı gözüken bu gibi çözümler, küçük çocukların gelişimsel ihtiyaçları ve özellikle de duygusal ihtiyaçları düşünüldüğünde maalesef ki aynı etkiyi yaratmamaktadır.

Erken yaşlardaki çocuklar için velayet düzenlemesi psikolojik, pratik ve yasal pek çok boyutu olan bir konu ve hangi açıdan baktığımıza bağlı olarak farklı sonuçlara ulaşabiliyoruz. Tüm boyutları tartışmak elbette ki bu yazının kapsamını aşar ama en azından erken yaşlarda çocukların psikolojik ihtiyaçları hakkında bilgi sahibi olmak velayet düzenlemesi konusunda kafası karışan ebeveynlere faydalı olabilir.

Küçük çocukların psikolojik iyiliğini düşündüğümüzde erken yaşlarda en önemli unsur, sabit bir güven figürüyle anlamlı ve sağlıklı bir bağlanma kurabilmiş olmasıdır. Çocuklar yaşamın ilk yıllarında ve sonrasında kendilerine bakan kişiyle, özellikle ebeveynleriyle, yakın bir ilişki kurarlar. Bakımveren ve çocuk arasında kurulan bağlanma ilişkisi biyolojik temeli olan bir süreçtir. Ebeveyn-çocuk bağlanması sadece insanlar değil, primatlar ve diğer memeliler de dahil olmak üzere pek çok canlı türünde görülmektedir ve yetişen yavrunun hem fiziksel hem psikolojik sağlığı için gereklidir. Yapılan çok sayıda araştırma ve gözlem, ilk yıllarda ebeveyn-çocuk arasında kurulan bağlanmanın özellikleri (güvenli/güvensiz/ikircikli vb.) ile yetişen çocuğun ilerleyen yıllarda yaşayacağı psikolojik ve sosyal süreçler arasında yakın bir ilişki olduğunu göstermektedir. Bu çalışmalara göre; ilk yıllarda ebeveynle kurulan güvenli bağlanma sağlıklı gelişimin temelidir.

Ebeveyn-çocuk arasında güvenli bağlanmanın tamamlanması ilk yıllarda ebeveyn ve çocuğun beraber geçirdiği sürenin miktarına bağlıdır. Bağlanma figürüyle geçirilen sürenin uzunluğundan öte kalitesinin de önemli olduğu durumlar vardır ve özellikle çocuğun yaşı ilerlerken etkileşim kalitesinin etkisi daha da net görülür. Ancak erken yıllarda sağlıklı bağlanmanın alt koşulu öncelikli olarak beraber yeterli vakti geçirmiş olmaktır. Çocukların idealde ilk yıllar boyunca birincil bağlanma figürü olan yetişkinle ayrılık duygusu yaşamadan düzenli şekilde bir arada olması gerekir.

Elbette ki çocuklar birincil bağlanma figürü olan kişi (örneğin, annesi) dışında ikincil kişilere (baba/bakıcı/büyükanne) de sağlıklı bağ kurabilirler. Ancak burada çocuk erken yaştayken boşanmış aileler için düşünmemiz gereken birkaç kritik nokta ortaya çıkmaktadır. Bu noktaları bir arada olan ailelerin örneği üzerinden anlatmak iyi olabilir.

Ebeveynlerin bir arada yaşadığı ailelerde bile çocukların sağlıklı bağlanmayı tamamlama kapasitesi erken yıllarda anne-baba-bakıcı gibi en fazla 3 kişiyle sınırlıdır. Çocuğun hayatında güven figürü olabilmek için 3 yetişkinden her birinin diğerleriyle iletişim halinde ve hatta aynı evde düzenli şekilde çocukla görüşmesi gerekir. Küçük çocuklar sağlıklı bağlanma için az sayıda kişinin tutarlı bakımı altında olmaya ve erken yıllar boyunca mekanın bile sabitliğine ihtiyaç duyarlar. Bir arada olan ailelerin bu dengeli bağlanma ortamı senaryosunda bile çocukların birincil figürü ayrı, ikincil figürleri ayrı olabilmektedir. Çocuklar temel ihtiyaçlarının karşılanması gibi durumlarda ya da endişe veya acı hissetmek gibi zorlu anlarda öncelikli olarak birincil bağlanma figürlerine ihtiyaç duyarlar. Bu süreçte kesintiler olması çocukta güvensizliği tetikleyebilir ve yaşam boyu anlamı olan birincil figürle kurulması istenen sağlıklı bağlanmayı riske atabilir. İşte bu sebeple boşanan ailelerde çocuk özellikle küçük yaşta ise velayet düzenlemesini birincil güven figürüyle olan bağlanma ilişkisini riske atmayacak şekilde yapmaya çok özen göstermek gerekir.

Yazının Devamını Oku

Okulun okul gibi olması

9 Ocak 2018
Ebeveyn olarak bizler, okulların eğitim programlarını nasıl değerlendirmeliyiz?

Dönem ve ihtiyaçlardan bağımsız olarak tüm eğitim sistemlerinin temeli elbette ki içeriktir. Çocuklarımızı okullara yeni şeyler öğrenebilmeleri için gönderiyoruz. Okulların ve iyi bir eğitim sisteminin temel amacı bilgimizi arttırması, öğretmesi, içerik kazandırmasıdır. İçeriğin neredeyse sonsuz, çok hızlı üretilen ve kolay ulaşılabilir olduğu bilgi çağı için de bu gerçek değişmiyor. Sadece 19. YY dünyasında okulun temel hedefi bilgi vermek iken günümüzde öğrencinin bilgiyi aktif katılımla ve sosyal etkileşim içinde öğrenebilmesi ve nihayetinde yeni bilgileri diğer bilgilerle ilişkili ve anlamlı bir bütün haline getirebilmesi ön plana çıkan eğitim hedefleri olmuştur.

Bu noktada, bilgi çağına uyumlu olarak değişen eğitim sistemi ideallerinin, aileler için kafa karıştırıcı olabildiği de gözlemlenmektedir. Bilmiyorum etrafınızda birinci sınıf öğrencilerine okuma, yazma öğretme ve matematiksel kavramları tanıştırma konusunda sıkı bir programı olan okula şüpheyle bakan veliler var mı? Sanırım bu veliler 21. YY değerleri doğrultusunda çocuklara kazandırmak istediğimiz ö zgüven, yaratıcılık, işbirliği vb. ince beceriler açısından okulların temel rolü olan içerik kazandırma sorumluluğunu bir tehdit olarak görebiliyorlar.

Bu örneği 30-40 yıl öncesinin anne babaları yani günümüz büyükanne büyükbabalarına anlatırsak bizi kaşlarını çatıp net bir ifadeyle ‘Neden bahsediyorsun? Torunum tabii ki ilk dönemde okuma yazmayı öğrenecek.’ diye geçiştirdiklerini bence çoğumuz görebiliriz. Onlar için okulun okul gibi olması, içerik kazandırması, sürekli bir şeyler öğretmesi ve öğrencilerden beklentili olması hiç de şaşırtıcı ya da sorgulanacak bir özellik değildir.

Peki günümüz ebeveynleri olarak bizler okulların eğitim programlarını nasıl değerlendirmeliyiz? Öğrenciyi bilginin sadece pasif alıcısı olarak gören, ezbere dayalı, içeriği birbiriyle ya da gerçek hayatla ilişkilendirme fırsatı sunmadan, sadece sınavda göstermek üzere aktaran, sığ eğitim modellinden kaçınmamız gerektiği kesin. Ancak okulun temel işlevi olan içerik kazandırma yani bilgi vermenin, 21 YY değerleri doğrultusunda oluşturulan tüm ince becerilerin kazanılması açısından önemini de asla yadsımamalıyız. İnce becerileri tek bir prensiple açıklayalım dersek o prensip çocukların “öğrenmeyi öğrenmesi” olacaktır. Okul ise çocukların sistemli şekilde ilk kez bilgi edinme, bu bilgiyi biriktirme, sunma, kullanma, ifade etme ortamıdır. Okul ortamında bilginin merkezde olması çocukların öğrenmeyi öğrenebilmelerini istiyorsak bir zorunluluktur. O bakımdan klasik eğitimin bilgi ve içerik aktarımına dayalı yaklaşımı vazgeçilmezdir. Bunun üzerine çocuklara soru sormayı, daha derinden anlamayı, bağlantılar kurmayı, yeni şeyler öğrenmek için meraklı ve istekli olmayı aşılayacak günlük tecrübeler, sanat, spor, gezi faaliyetleri ve sosyal paylaşım ortamı da okul ve aile yaşantınızın temel parçası ise ideal sisteme yaklaşmış olabilirsiniz.
  

Yazının Devamını Oku

Bilgi çağı çocuklarında iletişim becerileri

14 Aralık 2017
Çocuklarımızın 21. yy .dünyasında başarılı ve mutlu olabilmesi için klasik eğitim sisteminin tek taraflı iletişim yaklaşımı yeterli olacak mı?

Dünyanın neresinde büyümüş olursak olalım, günümüz ebeveynleri olarak çoğumuzun vaktinde içinden geçtiği klasik eğitim sistemi “tek yönlü” ya da “tepeden aşağı” diye ifade edebileceğimiz bir iletişim yaklaşımına dayanıyordu. Yani öğretmen bilginin sahibi olarak bizlere bilgileri verir, anlatır biz öğrenciler de bilginin pasif alıcıları olarak anlatılanları genelde ezberler ve vakti geldiğinde sınavlarda göstermek üzere zihnimize kaydederdik. Öğrenciler nadiren, öğrenme eyleminin aktif katılımcısı olarak görülürdü. Belki sınırlı sayıdaki birkaç okulda ve ancak farklı yaklaşıma sahip birkaç istisnai ailenin ve öğretmenin gözünde… Peki çocuklarımızın 21. yy .dünyasında başarılı ve mutlu olabilmesi için klasik eğitim sisteminin tek taraflı iletişim yaklaşımı yeterli olacak mı?

Çevrimiçi yapacağımız tek bir tık’la önümüze tüm bilgileri seren günümüz dünyası yani bilgi çağı, bilgiyi edinmekten çok derleyip toparlamayı, süzgeçten geçirip diğer bilgilerle bağlantılarını kurmayı ve faydalı olacak şekilde yeniden birleştirmeyi gerektiriyor. Yeni bilgi üretebilmek için ise diğerleriyle işbirliği yapabilme, yaratıcı düşünebilme, kendine güvenme gibi başka başka beceriler gerekli. Tüm bunların klasik eğitimdeki “tek yönlü” iletişim sistemi ile başarılması ise elbette ki pek mümkün gözükmüyor. Çocukların öncelikle okul ve aile ortamında “çok yönlü” iletişim becerilerine yönlendirilmeleri gerekli. “Çok yönlü” iletişim derken temelde öğrencilerin hem kendi aralarında hem de öğretmene yönelik olacak şekilde bilgiyi işleyebilmelerini kastediyoruz.

Bunun en güzel örneklerinden biri, “tersine sınıflar” (flipped classrom) uygulamasıdır. Tersine sınıflar uygulamasında öğrenciler o günün konusu olan dersi evde ebeveynleri ile birlikte video üzerinden izlerler ve ertesi gün, aslında ev çalışması olarak verilecek işi sınıfta arkadaşları ile birlikte yaparlar. Sınıftaki tüm çocukların “vücudumuz nasıl çalışır?” konusunu evde ebeveynleriyle birlikte detaylı bir video izleyerek keşfettiklerini ve ertesi gün okulda küçük gruplar halinde hatırladıklarını birbirlerine anlatarak, sorular sorarak, resimler çizerek aktardıklarını düşünün. Burada öğrenme işinin sorumluluğu büyük ölçüde öğrencidedir, aynı şekilde öğrenmenin eğlencesi yani doğal motivasyonu da öğrencinin elinden alınmamış olur. Ders saati boyunca çok yönlü süren bir iletişim vardır. Öğrenci bu sınıfta arkadaşının ne düşündüğünü, kendi bildiğini arkadaşına daha iyi aktarabilmek için nasıl ifade etmesi gerektiğini ve hep birlikte anlamlı bir bütün nasıl çıkaracaklarını düşünmek durumundadır. 

Öğretmenin rolü ise sakın gözden kaçmasın. Tersine sınıflar gibi aktif öğrenme ve çok yönlü iletişim yaklaşımına sahip uygulamalarda yetişkin desteği olmazsa çocukların herhangi bir şey öğrenemediği ortaya çıkmış. Öğretmenlerin öğrencilerin aktardıklarını genişletmesi, desteklemesi, zenginleştirmesi gerekir. Öğretmen yönlendirmesi olmadan zaten öğrencilerin aktif katılımı sağlanamamış. Bu durum belki de tepeden-aşağıya dediğimiz klasik eğitim sisteminin yaygınlığını açıklayan noktadır. Öğretmenden-öğrenciye sistemi her halükarda garantili bir öğretme metodudur: öğretmen anlatır ve öğrenciler öğrenir. Yine de tek amacımızın içerik öğretme değil ince beceriler denen psiko-sosyal unsurları da çocuklara kazandırmak olduğunu düşünürsek, “tersine sınıflar” hatta “tersine evler” yaklaşımı aklımızın bir kenarında durmalı.

Yazının Devamını Oku

Bilgi çağında yeni eğitim sistemleri

24 Kasım 2017
Çoğumuzun bildiği popüler örnek Finlandiya eğitim sistemi, aslında bize bilgi çağının ideal eğitim yaklaşımı hakkında net fikirler veriyor.

Günümüzde, teknoloji çağından bilgi çağına geçilmesiyle birlikte çocuk/insan gelişimi için ideal eğitim/okul sisteminin nasıl olması gerektiği konusu da merkeze oturmuştur. Çoğumuz ebeveyn olarak okullarda uygulanan klasik eğitim sistemi ve bilgi çağı çocuklarının gelişimsel özellikleri arasındaki tutarsızlığı zaten kolayca fark ederiz.

Ne kadar şanslıyız ki eğitimciler, psikologlar, araştırmacılar da 21. YY’ın çocuk yetiştirme değerleri ve buna uyumlu eğitim yaklaşımları konusunda bize fikir verecek şekilde çalışmalar yürütmekte. Yirmi birinci yüzyıl temelde bilgiye bir tıkla ulaşılabilen, pek çok işi çevrimiçi şekilde yerimizden bile kalkmadan yürütebildiğimiz ve tahminlere göre 20 yılı bile bulmadan robotların bizim yaptığımız çoğu işi yapabileceği, mesleklerin anlamını yitireceği bir dönem. Öyleyse bu değişimlere uyumlu yeni eğitim yaklaşımları geliştirmemiz gerektiği kesin.

Çoğumuzun bildiği popüler örnek Finlandiya eğitim sistemi, aslında bize bilgi çağının ideal eğitim yaklaşımı hakkında net fikirler veriyor.

Hem araştırmalara hem de Finlandiya örneği gibi uygulamalara baktığımızda 21. YY eğitim sistemlerindeki en temel değişim, çocuk gelişiminin “uzmanlık becerileri” (hard skills) üzerinden değil “ince beceriler” (soft skills) üzerinden kurgulanmasıdır. Peki bu beceriler tam olarak ne anlama geliyor?

Uzmanlık becerileri temelde tanımlaması, test etmesi, zaman içerisinde gelişimini takip etmesi kolay olan ölçümlenebilir beceriler anlamına gelir. Örneğin, klasik eğitimin hedeflediği okuma-yazma, matematik gibi beceriler ve tarih, coğrafya, fen bilgisi gibi alanlarda edinilmiş notlarla ölçümlenen bilgiler uzmanlık becerileri tanımına girer.

Gelişim ve eğitim alanında çalışan uzmanlardan Profesör Golinkoff ve Hirsh-Pasek, bunlar dışında kalan tüm becerileri ise “ince beceriler” olarak tanımlamış. “İnce beceriler” işbirliği kapasitesi, duygu düzenleme becerisi, mental esneklik, odaklanma gibi anlamlara gelir ve aslında bu beceriler “uzmanlık becerilerinin” kazanılmasının da temelidir. “İnce beceriler” hepimizin daha kolay anlayabileceği ifadeleriyle şu alt başlıkları da kapsar: İletişim becerileri, uyum kapasitesi, özerklik, empati, yaratıcılık, esneklik, öz-kontrol, kişisel motivasyon, sosyal beceriler, takım çalışması, sorumluluk duygusu, liderlik, dürüstlük, organizasyon becerileri, hedef odaklılık, ikna becerisi, öğrenmeyi bilme becerisi vb.

Çocuklarda “ince becerilerin” gelişimini gözlemlemek elbette ki “uzmanlık becerileri”ne göre daha zordur. Yine de sosyal bilimler, özellikle psikoloji alanı, bugüne kadar çocuklarda “ince becerilerin” gelişimi ve ölçümlenmesi konusunda büyük bir ilerleme kaydetmiştir. Alandaki çalışmalara göre yeni eğitim sistemlerinde “ince becerilerin” teşvik edilmesi hem mümkündür hem de bir gerekliliktir. Çünkü çalışmalar, çocukların okuldaki akademik başarısından hayattaki başarı ve mutluluğuna kadar tüm gelişim kriterlerinde en etkili faktörün “uzmanlık becerileri” değil, “ince beceriler” olduğunu ısrarlı ve tutarlı bir şekilde göstermektedir.

Yazının Devamını Oku

Çocuğunuz okula uyum için gerekli becerilere sahip mi?

22 Eylül 2017
Okula uyum sürecinde çocuğun güçlü yönlerinin ön plana çıkarın.

Okulların açılması, hem çocukların hem ebeveynlerin hayatında önemli değişiklikleri beraberinde getiren büyük bir geçiştir. Bazı çocuklar yeni şeyler öğrenecekleri ve arkadaşlarla bir araya gelecekleri için büyük bir heyecan duyarken bazıları için okulun getirdiği yoğun değişiklik stresli, bunaltıcı ve endişe verici olabilir.

Okula uyumun başarılı ve kolay olması çocuğun zihinsel, sosyo-duygusal ve davranışsal açıdan sağlıklı gelişmesine bağlıdır.

Araştırmalar, erken dönem okul uyumunun gelişimsel pek çok faydasını tespit etmiştir. Erken dönemde gözlemlenen okul uyumu ilerleyen yıllardaki okul başarısıyla yakından ilişkilidir. Ayrıca, erken dönem okul uyumu çocuğun öz güvenini yükseltmekte ve ilerleyen yaşlardaki tüm sosyal ilişkilerini olumlu etkilemektedir. Bu sebeple çocukların, ebeveynle olan birebir ve korumalı bakım ortamından ilk kez çıkıp grup bakım ortamına girmesi yani okula başlaması en kritik gelişim adımlarından kabul edilir.

Ebeveynler çocukların okula geçişi ve uyumunda önemli bir rol oynar. Okul ve öğretmenlerle işbirliği halinde çocuğunuzun sosyo-duygusal gelişimini ve öğrenme becerilerini desteklemeniz okula uyumun temeli olacaktır.

Okula uyum sürecinde çocuğun güçlü yönlerinin ön plana çıkarılması, zayıf yönlerin ise desteklenmesi önemlidir.

Her çocuk farklı derecelerde olsa da yaşamın ilk yılları boyunca okula uyumu belirleyen pek çok beceri geliştirir. Bazı çocuklar sosyo-duygusal açıdan iyi gelişirken bazıları ise öğrenme becerileri ve zihinsel gelişim bakımından avantajlı olabilir. Sağlıklı bir okul uyumu için gerekli becerileri bilmek ve kendi çocuğunuzun güçlü ve zayıf yönlerini fark etmek okula geçişte çocuğunuzu desteklerken yol göstericiniz olacaktır. Aşağıda okula uyum için bir çocuğun sahip olması gereken beceriler ve bu becerilerin gelişimini desteklemek için ebeveynlerin neler yapabileceğine dair fikirler sunulmuştur. Çocuğunuz özelinde bu becerilerden birkaç tanesini belirleyip önümüzdeki haftalar boyunca destekleyerek çocuğunuzun okul uyumunu arttırabilirsiniz.

Yazının Devamını Oku

Sizin ebeveynliğinizde hangisinin izleri daha fazla?

15 Eylül 2017
Ebeveynlik ve çocuk gelişimine dair son araştırmalar, çocukların güçlü yönlerine odaklanan ebeveynlik modelinin çocukların tam potansiyellerine ulaşabilmeleri, yaşam tatmini ve mutluluğu açısından oldukça etkili olduğunu gösteriyor. Uzman Psikolog Sinem Olcay Kademoğlu çocuk yetiştirmede uygulanan modelleri anlatıyor.


Ebeveynlik ve çocuk gelişimine dair son araştırmalar, çocukların güçlü yönlerine odaklanan ebeveynlik modelinin çocukların tam potansiyellerine ulaşabilmeleri, yaşam tatmini ve mutluluğu açısından oldukça etkili olduğunu göstermiş. 

GÜÇLÜ YÖNLERE ODAKLANAN EBEVEYNLİK MODELİ NEDİR?

Bu modelde çocuğunuzun eksik olduğu değil iyi olduğu alanlara daha çok eğilmek anlamına gelir yani çocuğunuzun doğal olarak sahip olduğu içsel kaynaklarıyla bütünleşmesini sağlamaya yöneliktir.

Çocuk yetiştirme sürecinde vurgulanacak güçlü yönler kibarlık, cömertlik ya da empati becerisi gibi karakter özellikleri olabileceği gibi müziğe yatkınlık ya da yazma becerisi gibi yetenek alanları da olabilir.

Çoğumuz güçlü yönleri geliştirmek için daha fazla şey yapmanın gerekmediğini, asıl eksik alanları desteklemenin önemli olduğunu düşünürüz.

Oysaki araştırmalar çocukların gerçek potansiyellerine ulaşmasını, sorunlarla daha iyi başa çıkabilmesini, daha az stresli ve daha iyi olmalarını sağlayan asıl unsurun güçlü yönlerin desteklenmesi ve geliştirilmesi olduğunu göstermiş.


POZİTİF EBEVEYNLİK NEDİR?

Güçlü Yönlere Odaklanan Ebeveynlik modelinin, sıkça duyduğumuz ve gözlemlediğimiz Pozitif Ebeveynlik ve Helikopter Ebeveynlik modellerinden ayırmak önemlidir. 

Pozitif ebeveynlik övgüye odaklanır ve amaç en temelinde çocuğun kendini iyi hissetmesini sağlamaktır. Bu modeldeki sorun çocuğun fazla şişirilmiş bir egosunun olabilmesi ve hayattan sürekli olumlu şeyler beklediği için beklentileri karşılanmayınca başa çıkamama ihtimalidir.

Aksine Güçlü Yönlere Odaklanan Ebeveynlik, çocuğa kim olduğunu, nelerde iyi nelerde eksik olduğunu göstererek hayatın zorluklarıyla güçlü yönleri aracılığıyla başa çıkmayı öğretmeyi hedefler.


HELİKOPTER EBEVEYNLİK NEDİR?

Özellikle Amerika’da yaşayan Asyalı aileler için kullanılan Helikopter Ebeveynlik terimini de çoğumuz duymuşuzdur. Helikopter Ebeveynlik ifadesi başta eğitim alanı olmak üzere çocuklarının tüm gelişim boyutlarına yoğun ilgi gösteren, takip eden, çocuğun sosyal problem ve tecrübelerine fazlaca dahil olan ebeveynler için kullanılmaktadır. Özellikle bu ailelerden gelen çocukların akademik başarısı anlamlı derecede yüksek olduğu için bu ebeveynlik tarzı çok dikkat çekmektedir. 

Ancak Güçlü Yönlere Odaklanan Ebeveynlik Modeli, Helikopter Ebeveynlik'ten de net şekilde ayrılır. 


Helikopter Ebeveynlik çocuğun yoluna çıkan taşları onun adına temizlemek ve bu sayede daha hızlı ilerlemesini sağlamak anlamına gelirken, Güçlü Yönlere Odaklanan Ebeveynlik çocuğun kendi içsel kaynak ve özelliklerini kullanarak yoluna çıkan engelleri kendisinin aşmasına yardımcı olmak demektir. 


Güçlü Yönlere Odaklanan Ebeveynlik Modeli özellikle arkadaşlık sorunları, yeni ortama adaptasyon ya da baktığı ev hayvanının ölmesi gibi kayıpların yaşandığı zorlu zamanlar için uygundur, çocuğun dikkatini kendi güçlü yönlerine çekerek sıkıntıları çözmesine yardımcı olur ve zorlukların içinden sağlıklı şekilde çıkmasını sağlar.


HANGİ MODELİ TERCİH EDECEĞİZ?

  

Ebeveyn olarak Güçlü Yönlere Odaklanan Ebeveynlik Modelini daha çok kullandıkça biz de çocuğumuzun içsel kaynaklarının daha fazla farkına varır ve onun problemleri çözme becerisine daha çok güveniriz. 

Bu durum, ebeveynlik stresimizi büyük oranda azaltma potansiyeline sahiptir. Peki hem çocuklara hem ebeveynlere katkı sağlayan bu ebeveynlik modeli nasıl uygulanır? 


GÜÇLÜ YÖNLERE ODAKLANAN EBEVEYNLİK MODELİ NASIL UYGULANIR?

  

Farz edelim ki çocuğunuzun yaratıcılık ve sanat konusunda güçlü olduğunu gözlemliyorsunuz bu durumda, çocuğunuzu sportif ya da akademik içerik sunan ortamlara değil sanat kursuna göndermek, evinizde kaliteli kalemler, boyalar bulundurmak ve bu materyallerle özgürce çalışmasına izin vermek gibi bir yetiştirme atmosferi sağlıyor olmalısınız.

Yaptığı resim çalışmalarını evinizin duvarlarına asmak, diğer aile bireylerine hediye etmek gibi yaklaşımlar da güçlü yönleri kutlamanızın formülü olacaktır. Bir başka örnek de, arkadaşıyla sorun yaşayan çocuğunuza bu sorunu aşmasını sağlayacak şekilde empati, affetme, yakınlık kurabilme gibi güçlü kişisel özelliklerini hatırlatmak olabilir.

Daha önce böyle durumlarla karşılaştığında nasıl arabuluculuk yaptığını ya da dikkati daha olumlu şeylere yönlendirerek sorunu çözdüğünü ve en kötü senaryoda başka çocuklarla nasıl da kolay yeni arkadaşlıklar kurduğunu anlatabilirsiniz.


DAHA AZ STRESLİ ÇOCUKLAR İÇİN...

 

Çocuklarımızın çatışmalarla daha iyi başa çıkabilmesi, okul ödevleri gibi kendilerine verilen sorumlulukları içsel kaynaklarının yardımıyla daha kolay yerine getirebilmeleri, daha az stres yaşayan ve özellikle ergenlik döneminde daha mutlu ve tatmin olabilen bireylere dönüşebilmeleri için Güçlü Yönlere Odaklanan Ebeveynlik Modeli üzerine düşünmemiz önemli gözüküyor. 

[fotogaleri=2619,2566,2384]

Ebeveynlik ve çocuk gelişimine dair son araştırmalar, çocukların güçlü yönlerine odaklanan ebeveynlik modelinin çocukların tam potansiyellerine ulaşabilmeleri, yaşam tatmini ve mutluluğu açısından oldukça etkili olduğunu göstermiş. 

Bu modelde çocuğunuzun eksik olduğu değil iyi olduğu alanlara daha çok eğilmek anlamına gelir yani çocuğunuzun doğal olarak sahip olduğu içsel kaynaklarıyla bütünleşmesini sağlamaya yöneliktir.

Çocuk yetiştirme sürecinde vurgulanacak güçlü yönler kibarlık, cömertlik ya da empati becerisi gibi karakter özellikleri olabileceği gibi müziğe yatkınlık ya da yazma becerisi gibi yetenek alanları da olabilir.

Çoğumuz güçlü yönleri geliştirmek için daha fazla şey yapmanın gerekmediğini, asıl eksik alanları desteklemenin önemli olduğunu düşünürüz.

Oysaki araştırmalar çocukların gerçek potansiyellerine ulaşmasını, sorunlarla daha iyi başa çıkabilmesini, daha az stresli ve daha iyi olmalarını sağlayan asıl unsurun güçlü yönlerin desteklenmesi ve geliştirilmesi olduğunu göstermiş.

Yazının Devamını Oku

Bebeklere Mozart dinletmeye devam edelim mi?

20 Temmuz 2017
90’lı yıllarda bebeklere Mozart, Bach, Brahms gibi klasik müzik parçaları dinletmek oldukça moda olmuştu.

BEBEKLERİN İŞİTME DUYUSUNU UYARMAK ZİHİNSEL GELİŞİMİNİ DESTEKLİYOR

Anne karnından itibaren düşünürsek, insan gelişimiyle ilgili en ilginç noktalardan biri işitme becerisinin baştan itibaren çok güçlü olmasıdır. Vücudun görme, sindirim, dolaşım gibi pek çok sistemi gelişimini doğumdan haftalar hatta aylar sonra tamamlarken işitme duyusunun gelişimini, gebeliğin ortalama 6. ayında tamamladığı bilinmektedir. Diğer yandan, araştırmalarla yaşamın ilk yıllarında özellikle zihinsel gelişimin çok hızlı olduğu ortaya konmuş ve bu hızlı gelişimin dışarıdan alının duyusal uyaran miktarı ve kalitesiyle yakından ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu bağlamda anne karnından itibaren bebeklerin işitme duyusunu uyarmak zihinsel gelişimlerini desteklemek için oldukça etkin bir yoldur.

BEBEKLER DOĞUŞTAN İTİBAREN SESLERİN TONUNU, ŞİDDETİNİ VE DÜZENİNİ AYIRT EDEBİLİR

Fısıldamaları yakalayabilir, başlarını sağa ve sola doğru çevirerek duydukları sesin yerini tespit edebilirler. Doğumdan sonra birkaç gün içerisinde konuşma sesleriyle diğer sesler arasındaki farkı anlayabilirler. Zayıf bir şekilde de olsa kol ve bacaklarını duydukları seslere uyumlu olarak hareket ettirebilirler. İlk haftalardan itibaren çoğu bebek kendi ismini tanıyabilir ve anne babası gibi bağlanma figürlerinin seslerini ayırt edebilirler. Bebekler, konuşmaya yani insan sesine özellikle de anne ve babanın konuşma sesine karşı oldukça duyarlıdır. Ağlayan bebeklerin sözle sıklıkla yatıştırılabiliyor olması insan sesinin bebekler için değerini gösterir. Ayrıca bebekler ilk aylarda ses tonuna da hassasiyet gösterir. Bebekler mutlu ve soprano sesleri, kızgın ve bas seslere tercih etmektedir.

BEBEĞİNİZİN GELİŞİMİNE ONUNLA KONUŞARAK YATIRIM YAPIN

Bu bulgulardan yola çıkarak, baştan itibaren gelişimi desteklemek için bebeklerle yoğun sözel-işitsel iletişim kurulması tavsiye edilir. Bu belki de bebeğinizin gelişimine erken dönemde yapabileceğiniz en büyük yatırımdır. Bebeklerle sözel iletişim kurarken vurguları abartmak, eğlenceli bir şekilde ve araya sorular ekleyip bebekten cevap beklentisi yaratarak yani monotonluktan uzak durarak konuşmak özellikle etkilidir.

NEDEN BEBEKLERE MOZART DİNLETİYORUZ?

Konuşma dışında müzik de zihinsel gelişimle yakından ilintilidir. Özellikle enstrümental müziğin yaratıcılığı desteklediği bilinen beynin sağ tarafını uyardığı ortaya konmuştur. Eminim çoğumuz hatırlarız, 90’lı yıllarda bebeklere Mozart, Bach, Brahms gibi klasik müzik parçaları dinletmek oldukça moda olmuştu. Bu uygulama, aslında yetişkinlerle yapılmış Mozart dinleme ve test performansı arasındaki ilişkiyi değerlendiren bir çalışmanın yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Günümüzde halen müziğin çocukların dil, dikkat, hafıza gibi müzik dışı alanlardaki gelişimine katkı sağlama potansiyelinin yüksek olduğu düşünülse de bu etkiyi sadece Mozart’a atfetmek diğer müzik türlerine haksızlık olur gibi gözükmektedir. Bebeğinizin gelişimini desteklemek, en azından duyusal tecrübelerini zenginleştirmek için latin, jazz, tsm fark etmeksizin bebeğinizi sizin de dinlemeyi sevdiğiniz her türlü müzikle tanıştırabilirsiniz.

BEBEĞİNİZE ŞARKILAR SÖYLEMEYİ İHMAL ETMEYİN

Konuşma ve müziği birleştiren iletişimin yani ‘şarkıların’ da erken dönem gelişimdeki yerini atlamamalıyız. Çocukların yeni bir kavramı öğrenmesi, şarkılarla çok daha kolaydır. Sayıları, alfabeyi, “erken yatarım erken kalkarım” gibi önemli sosyal mesajları çocukluğunda şarkılarla öğrendiğini hatırlayanlar vardır eminim aramızda. Mutlaka sesinizin güzel, kulağınızın iyi olması gerekmez, bebeğinize şarkılar söylemeyi sakın ihmal etmeyin. İlk yıllarda bir kayıttan ya da ekrandan dinlemek yerine sosyal etkileşim içeren, aynı anı paylaşan, gerçek iletişimin; gelişimin sırrı olduğunu da daima hatırlayalım.

Bebek büyütmenin eğlenceli kısımları olarak hatırlayıp, bolca anı biriktireceğimiz sözlü, müzikli iletişimde tüm ebeveynlere bol enerji, motivasyon ve yaratıcılık dileğiyle…. 

Anne karnından itibaren düşünürsek, insan gelişimiyle ilgili en ilginç noktalardan biri işitme becerisinin baştan itibaren çok güçlü olmasıdır. Vücudun görme, sindirim, dolaşım gibi pek çok sistemi gelişimini doğumdan haftalar hatta aylar sonra tamamlarken işitme duyusunun gelişimini, gebeliğin ortalama 6. ayında tamamladığı bilinmektedir. Diğer yandan, araştırmalarla yaşamın ilk yıllarında özellikle zihinsel gelişimin çok hızlı olduğu ortaya konmuş ve bu hızlı gelişimin dışarıdan alının duyusal uyaran miktarı ve kalitesiyle yakından ilişkili olduğu saptanmıştır. Bu bağlamda anne karnından itibaren bebeklerin işitme duyusunu uyarmak zihinsel gelişimlerini desteklemek için oldukça etkin bir yoldur.

Fısıldamaları yakalayabilir, başlarını sağa ve sola doğru çevirerek duydukları sesin yerini tespit edebilirler. Doğumdan sonra birkaç gün içerisinde konuşma sesleriyle diğer sesler arasındaki farkı anlayabilirler. Zayıf bir şekilde de olsa kol ve bacaklarını duydukları seslere uyumlu olarak hareket ettirebilirler. İlk haftalardan itibaren çoğu bebek kendi ismini tanıyabilir ve anne babası gibi bağlanma figürlerinin seslerini ayırt edebilirler. Bebekler, konuşmaya yani insan sesine özellikle de anne ve babanın konuşma sesine karşı oldukça duyarlıdır. Ağlayan bebeklerin sözle sıklıkla yatıştırılabiliyor olması insan sesinin bebekler için değerini gösterir. Ayrıca bebekler ilk aylarda ses tonuna da hassasiyet gösterir. Bebekler mutlu ve soprano sesleri, kızgın ve bas seslere tercih etmektedir.

Bu bulgulardan yola çıkarak, baştan itibaren gelişimi desteklemek için bebeklerle yoğun sözel-işitsel iletişim kurulması tavsiye edilir. Bu belki de bebeğinizin gelişimine erken dönemde yapabileceğiniz en büyük yatırımdır. Bebeklerle sözel iletişim kurarken vurguları abartmak, eğlenceli bir şekilde ve araya sorular ekleyip bebekten cevap beklentisi yaratarak yani monotonluktan uzak durarak konuşmak özellikle etkilidir.

Konuşma dışında müzik de zihinsel gelişimle yakından ilintilidir. Özellikle enstrümental müziğin yaratıcılığı desteklediği bilinen beynin sağ tarafını uyardığı ortaya konmuştur. Eminim çoğumuz hatırlarız, 90’lı yıllarda bebeklere Mozart, Bach, Brahms gibi klasik müzik parçaları dinletmek oldukça moda olmuştu. Bu uygulama, aslında yetişkinlerle yapılmış Mozart dinleme ve test performansı arasındaki ilişkiyi değerlendiren bir çalışmanın yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Günümüzde halen müziğin çocukların dil, dikkat, hafıza gibi müzik dışı alanlardaki gelişimine katkı sağlama potansiyelinin yüksek olduğu düşünülse de bu etkiyi sadece Mozart’a atfetmek diğer müzik türlerine haksızlık olur gibi gözükmektedir. Bebeğinizin gelişimini desteklemek, en azından duyusal tecrübelerini zenginleştirmek için latin, jazz, tsm fark etmeksizin bebeğinizi sizin de dinlemeyi sevdiğiniz her türlü müzikle tanıştırabilirsiniz.

Konuşma ve müziği birleştiren iletişimin yani ‘şarkıların’ da erken dönem gelişimdeki yerini atlamamalıyız. Çocukların yeni bir kavramı öğrenmesi, şarkılarla çok daha kolaydır. Sayıları, alfabeyi, “erken yatarım erken kalkarım” gibi önemli sosyal mesajları çocukluğunda şarkılarla öğrendiğini hatırlayanlar vardır eminim aramızda. Mutlaka sesinizin güzel, kulağınızın iyi olması gerekmez, bebeğinize şarkılar söylemeyi sakın ihmal etmeyin. İlk yıllarda bir kayıttan ya da ekrandan dinlemek yerine sosyal etkileşim içeren, aynı anı paylaşan, gerçek iletişimin; gelişimin sırrı olduğunu da daima hatırlayalım.

Bebek büyütmenin eğlenceli kısımları olarak hatırlayıp, bolca anı biriktireceğimiz sözlü, müzikli iletişimde tüm ebeveynlere bol enerji, motivasyon ve yaratıcılık dileğiyle…. 

Yazının Devamını Oku