Paylaş
Aynı yıl Murat Dedem. Ölümün bıraktığı boşluğu gözlerimle gördüm.
Kadriye Ninem birkaç gün içinde solup gittiğinde 9 yaşındaydım. Ölümün her an, her yerden gelebileceğini anladım.
Ruhi Dedem ölüme Vosvos’un dikiz aynasından bana el sallayarak gitti. 11 yaşındaydım ve artık ölümün yok olmak anlamına geldiğini biliyordum.
Babaannemi kucağımda toprağa bıraktım. Ertesi sabah gözlerimi açtığımda “Serdar, ilk kez Mamuş’un olmadığı bir dünyaya uyanıyorsun!” diye düşündüm. 40 yaşındaydım. Ölümün anlamı artık çok farklıydı.
(Adnan Benk, o gün babama bir faks çekmişti: “Anasını babasını kaybedenler, ansızın geriye, onların bıraktığı boşluğa çekilirler. O güne kadar, yaşın ne olursa olsun, yüzüne vuran aydınlık, arkanda uzanan gölgeden beslenirdi. Üçüncü boyutun elinden alınmış gibisin. Gölgeleşme sırası şimdi sende. Evet, gene sahnedesin kuşkusuz. Ama nesi var bu tiyatronun? Salon niçin bu kadar aydınlık da sahne karanlıklar içinde? Sen gene sensin, seyirciler de hep o seyirciler. Peki, kimin aklına esmiş de, sırtları dönük oturtmuş onları böyle?”)
Yarım yüzyılda çok, ama çok sevdiğimden ayrıldım.
Ölümün ve ayrılığın hazırlığı olmaz. Ama anaların hası bizi ayrılığa yavaş yavaş hazırladı. 50 yaşında öksüz kaldım. Yıllar geçti, hayır, bu yokluğa alışamadım.
Anası olanlar, kıymetini ve ne kadar kısmetli olduğunuzu bilin…
Yemma çoktan cennettedir
Baktım da, Tahar Ben Jelloun’un tek kitabını okumuşum. (La Nuit de l’erreur yani Hata Gecesi.) Doğrusu hem utandım (Fransızca yazan Arap yazar ve şairlerine düşkünümdür oysa) hem sevindim. Okuyacak bir sürü kitap çıktı.
Faslı edebiyatçının yeni bir kitabı yayımlandı: Sur ma mère. Annesini anlatıyor. (Jour de silence à Tanger’de ise babasını anlatır.)
Ruhun / aklın / belleğin karanlık gecesine gömülüp giden annesini. Dünya çapında bir yazar olan oğlunun kitaplarına (okuma yazma bilmediği için) sadece bakan anasının hikayesini.
Ufak tefek ve güzel Fesli (Fas’ın Fes şehrinden) Fatma, 15 yaşında evlendirilip, ertesi yıl kucağında bir küçük kız çocuğuyla dul kalmış. Tekrar evlendirmişler, bir oğlu olmuş. Bir daha dul kalmış. Bu defa, çocuğu olmayan evli bir adama vermişler, kendisine bir çocuk verir vermez ilk karısını boşaması kaydıyla. ‘Lalla Fatma’ bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Savaş günlerinin sıkıntısı arasında bir oğlan daha. Fes şehrinde, 1 aralık 1944’te dünyaya gelen çocuğa Tahar adını vermişler.
1950’de doğup büyüdüğü Fes’i terk edip (büyülü bir şehirdir görmediyseniz) Tanca’ya yerleşen Fatma, derin bir melankoliye kapılmış. Ölene kadar Fes’in, ‘küçük kara kirazların’, portakal ağaçlarının kokusunun ve ‘geri gelmeyecek bir dönemin renklerinin’ özlemiyle yaşamış.
2000 yılında, kendini esir hissettiği Tanca’daki evinde, yıllardır ona bakan kadını düşman, ziyaretine gelen kızını kendi annesi sanarak ağır ağır dünyayla bağları koparken; oğlu Tahar sık sık ‘Yemma’sını görmeye gidermiş. Oğlunu bazen tanır, bazen tanımaz, başkalarıyla karıştırırmış, “çünkü zaten Yemma o sırada çok uzaklardadır, oğlunun daha doğmadığı eski günlerde yaşamaktadır.”
Tahar annesini sabırla dinler. Yorgun ve yaşlı kadın, hastalık kokan odasındaki yatağında “tanımadığı genç ve çekici” bir kadına dönüşür. “İhtiyarlık ve bunama, annemi gençliğinin çiçekli günlerine geri götürdü” diyor yazar. Oğlu, dili çözülen annesinin anlattıklarını hüzünle dinler.
Ama günlük hayat giderek zorlaşmaktadır. Hastalık ilerlemekte, kadının yorgun bedeni gücünü kaybetmektedir. Yemma, yardımcı kadına ve çevresindekilere karşı giderek salgınlaşmaktadır. Yıllardır Paris’te yaşayan, burada kendine önemli bir yer edinen, 1987’de ülkenin en önemli edebiyat ödüllerinden Goncourt’u kazanan oğlu, Fransa’nın pek çok örf ve âdetini benimsemiş, ama kendi tabiriyle “bir yandan ömürlerini uzatırken, bir yandan yaşlılarını heba eden” batı ‘medeniyeti’ne asla ısınamamıştır. Alberto Sordi’nin bir filmini hatırlar. Filmin kahramanı bir yandan annesinin üstüne titremekte, bir yandan da onu bir huzurevine götürmektedir. Tahar böyle yapmaz. Yemma evinde, yatağında ölür; oğlu son anına kadar yanındadır.
Yemma’nın son günleri bir cehennemdir. Ama, acı çeken, sayıklayan annesinin “çoktan cennette olduğuna” inanır oğlu:
Yemma, çok özlediği Fes’e, çocukluk günlerine geri dönmüş; annesiyle, babasıyla, kardeşleriyle buluşmuştur. Onlarla konuşmakta, onlara anlatmaktadır. Çocukluğunun mutluluğunu bir kere daha yaşamaktadır.
Ölüm döşeğinde sayıklayan Yemma aslında çoktan cennettedir.
*
15 Mart 2008’de, Onpunto’daki bu yazıyı şu cümleyle bitirdiğimde, anamın 40 gün ömrü kaldığını bilmiyordum:
“Tahar Ben Jelloun’un kitabı, anası ölüm döşeğinde, ellerinin arasından kayıp giden her çocuk için bir umuttur…”
Varsa, eminim anaların hası çoktan cennettedir.
Not : Serdar Devrim’in bu sitede yer almayan eski İK yazılarını http://serdardevrim-ik.blogspot.com.tr/ adresinde bulabilirsiniz.
Paylaş