Bu konuya yönelmeme Marmara Üniversitesi Teknoloji Fakültesi Tekstil Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Dr. Erkan İşgören’in geçenlerde basında yer alan açıklamaları yol açtı. Bu açıklamaların en çarpıcı noktası, Dr. İşgören’in halkın kullandığı maskelerin yüzde 95’inde koruyucu filtre bulunmadığını söylemesiydi.
Ekotürk TV’ye verdiği bu mülakat basında geniş bir şekilde alıntılanan Dr. İşgören, geçen nisan ayında Cumhurbaşkanlığı’na bu konuda sunulan ve kendisinin de hazırlayanlar arasında yer aldığı raporda, 14 Nisan tarihi itibarıyla filtrasyon özelliği olmayan maske oranının yüzde 75 dolayında belirtildiğini, ancak geçen süre içinde bu oranın yüzde 95’e geldiğini söylüyor.
Bu açıklamalar maskelerin üretimi açısından belirlenen zorunlu standartlara ne ölçüde uyulduğu tartışmasını beraberinde getiriyor.
KÂĞIT ÜSTÜNDE AB STANDARTLARI GEÇERLİ
Konuyu değerlendirirken önce iki ayrı maske türünün bulunduğunu belirtmemiz gerekiyor.
Bunlardan birincisi ‘tıbbi yüz maskeleri’. Sağlık Bakanlığı’na bağlı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu’nun (TİTCK) izin verdiği ve denetlediği maskeler bu gruba giriyor. Bundan üretimi son derece sıkı standartlara bağlanmış olan bir maske türünü anlıyoruz.
Bu maskelerin üretimi Türk Standartları Enstitüsü’nün 2019 Eylül ayında yayımladığı ‘TS EN 14683+AC’ standardına dayanıyor. Bu standart, aslında TSE’nin de üyesi olduğu, AB üyesi ülkelerin bir araya geldiği Avrupa Standardizasyon Komitesi’nin (CEN/European Committee for Standardization) standardının birebir aynısı.
İkinci grupta ise COVID-19 salgınının tırmandığı bir dönemde geçen mayıs ayında durumun aciliyeti üzerine verilen bir izinle üretimine başlanan bez maskeler yer alıyor. Bu maskeler Türk Standartları Enstitüsü tarafından 11 Mayıs 2020 tarihinde çıkartılan ‘TSE K-599 Tekstilden Mamul Tekrar Kullanılabilir Koruyucu Yüz Maskeleri Standardı’na dayanılarak hazırlanıyor. Standartta maskenin tek katmandan ya da kumaş tabakaları arasına konan bir filtre tabakasından da oluşabileceği belirtiliyor.
Cumhurbaşkanı, pandemi nedeniyle genel kurulun bu yılki toplantısına önceki gün bu kez Ankara’dan video aracılığıyla seslendi. Konuşmada Suriye konusu yine geniş bir yer tutmakla birlikte Doğu Akdeniz’deki kriz daha ön plana çıktı.
Ve Cumhurbaşkanı’nın konuşmasının en çarpıcı noktalarından biri Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıkların çözümü için uluslararası bir konferans toplanmasını önermesi oldu.
ERDOĞAN’DAN MISIR VE İSRAİL’E DOLAYLI MESAJ
Konuyu değerlendirmeden önce Erdoğan’ın bu öneriyi nasıl bir bağlam içinde ortaya koyduğuna bakalım.
Cumhurbaşkanı, konuşmasında Doğu Akdeniz faslına girdikten sonra Türkiye’yi “dışlama amaçlı nafile adımlara” dikkat çekiyor.Sözü bölgedeki doğal kaynaklara getiriyor, ‘dışlanma’ temasını sürdürerek, “Türkiye’nin yok sayılmasının, ne akıl ne vicdanla, ne de uluslararası hukukla izah edilebileceğini” belirtiyor.
Ardından, diyalogla, uluslararası hukuk temelinde, hakkaniyete uygun bir çözüm hedefinden söz ederek, “Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkeler arasında diyalog ve işbirliğini tesis etmeye yönelik çağrımızı burada tekrarlamak istiyorum” diye konuşuyor Erdoğan.
Tabii bu mesajın gittiği ‘kıyıdaş’ adreslerin başında Yunanistan’ın yanı sıra Türkiye’nin ilişkilerinin soğuk bir şekilde seyrettiği ‘hasım’ konumdaki İsrail ve Mısır’ın yer aldığını hemen vurgulamalıyız.
Ancak, konuşmanın daha kritik bölümü bir sonraki cümlede karşımıza çıkıyor.
Ancak bu yazımın fotoğrafın tümünü göstermek açısından biraz eksik kaldığını anlıyorum. İki ülkenin dışişleri bakanlarının da görüştükleri ortaya çıkıyor, biraz eskide kalmış da olsa... Bu kritik bilgiyi de geçen çarşamba akşamı CNN Türk’te Ahmet Hakan’ın ‘Tarafsız Bölge’ programına katılan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun açıklamasından öğrendik.
“Mısır’la görüşülmüyor değil” dedi Çavuşoğlu, “İstihbarat düzeyinde görüşmeler var” dedikten sonra ekledi: “Dışişleri Bakanı Semih Şükrü ile geçmişte kaç defa biz görüştük. Geçen sene New York’ta BM marjında da görüştük Sayın Cumhurbaşkanımızın bilgisi dahilinde.”
İLİŞKİLERİN DÜZELMESİ İÇİN ‘NON-PAPER’
Açıklama burada bitmiyor. Çavuşoğlu, daha önceki bir görüşmelerinde Semih Şükrü ile “non-paper” niteliğinde bir belgenin ele alındığını anlatıyor. Bu görüşmenin 2016 yılında yine New York’ta yapıldığı anlaşılıyor.
Ayrıca, açık kaynaklarda Çavuşoğlu ile Şükrü’yü 2016 yılında Venezuela’daki Bağlantısızlar Zirvesi sırasında ayaküstü konuşurken gösteren fotoğraflara da rastlamak mümkün.
‘Non-paper’, diplomaside tarafların tutumlarını açıklamak açısından masaya koydukları bağlayıcılığı olmayan, üzerinde çalışılabilecek fikirlerin yer aldığı metinler için kullanılan bir terim.
Çavuşoğlu, bu kâğıdın içeriğini anlatırken “Hani, bir yol haritasıyla ilgili de neler yapılabilir bundan sonra...” diye konuşuyor.
KAHİRE’NİN
Gerçekten de gerilimin belirgin bir şekilde yükseldiği, askeri seçeneğin sürekli gündemde tutulması nedeniyle, en ufak bir yanlış anlama ya da hatalı niyet okumada kriz ortamının birden sıcak çatışmaya dönüşmesi potansiyelini de taşıyan bir dönemdi.
Özetle, gergin bir yazı geride bıraktık. Yaşanan sıcak hareketlilik yerini kısmi bir sakinleşmeye bırakmış görünüyor. Ve –son anda bir aksilik olmazsa- işlerin diyalog ve müzakerelerin başlaması yönünde evrilmekte oluşunu, bütün bu egzersizden çıkan hayırlı bir sonuç olarak görmeliyiz. Avrupa Birliği’nin perşembe ve cuma günü düzenlenecek zirve toplantısı yaklaşırken bütün beklentiler -belli bir ihtiyat payı içinde- Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelerin başlaması ihtimaline odaklanıyor.
ORUÇ REİS ANTALYA LİMANI’NDA
Kuşkusuz, işlerin bu yöne doğru dönmesinde ‘Oruç Reis’ sismik araştırma gemisinin çalıştığı sahadan sürpriz bir şekilde ‘bakım ve ikmal’ gerekçesiyle birden Antalya Limanı’na çekilmiş olmasının etkisi inkâr edilemez. Pek çok gözlemcinin tırmanan gerginlik nedeniyle artık umutsuzluğa kapıldığı bir noktada denklem ansızın tersyüz olmuştur.
Buradaki vites değişikliğinde geride bıraktığımız yaz yaşanan gelişmelerin en azından ilk dönemindeki kalıbın önemli ölçüde tekrarlandığı da söylenebilir. Hatırlayalım, Türkiye 21 Temmuz’da Oruç Reis’i sahaya çıkarma amacıyla ilk NAVTEX duyurusunu yapmış, aynı gün 18 savaş gemisi Aksaz deniz üssünden birbiri ardına denize açılmıştır. Ortalığın birden gerilmesi üzerine Almanya devreye girmiş, Berlin’in arabuluculuğunda Ankara ile Atina arasında sessiz bir şekilde görüşmeler başlamış, bu süreç içinde Ankara Oruç Reis’i Antalya Limanı’nda tutmuştu.
Bu süreçte varılan mutabakata göre, Türkiye ile Yunanistan arasında -ikili sorunları konu alan istikşafi toplantılar, askerler arası görüşmeler ve siyasi danışmalar olmak üzere- üç düzlemde müzakerelerin başlayacağına ilişkin açıklama 7 Ağustos tarihinde yapılacaktı. Ancak 6 Ağustos tarihinde Yunanistan’ın Mısır’la münhasır ekonomik bölge anlaşmasını imzalaması kurgulanmış olan bütün senaryoyu bozdu. Türkiye, Yunanistan’a tepkisini Oruç Reis’i 9 Ağustos tarihinde daha önceden açıkladığı Doğu Akdeniz’in ortasındaki NAVTEX bölgesine göndererek karşılık verdi. Yunanistan, bu bölgenin kendi kıta sahanlığı üzerinde olduğunu ileri sürerek sert bir tepki gösterdi, AB’yi ayağa kaldırmaya çalıştı.
Bu hadiseyi ağustos ayı ve eylül ayının en azından ilk iki haftasında gerilimin her gün biraz daha tırmandığı sıcak bir dönem izlemiştir.
Derken, Türkiye 13 Eylül tarihinde Oruç Reis’i Antalya Limanı’na çekmiştir. Beklenti, ağustos ayının başında olduğu gibi bir kriz yaşanmaması ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki müzakerelerin bu kez bir kaza olmadan başlamasıdır.
Gazetenin Ankara temsilciliğini, bu görevi uzun yıllar yapan Kemal Aydar’dan sonra Hasan Cemal üstlendi. Cemal, büroya yanında iki yeni muhabir getirdi. Biri bendim, Türk Haberler Ajansı’ndan geliyordum. İkinci isim ise Vatan gazetesinin Ankara bürosundan Erbil Tuşalp’ti.
Bülent Ecevit’in başbakanlığındaki CHP hükümeti işbaşındaydı. Türkiye ciddi bir ekonomik kriz ve siyasi kargaşa ortamı içinde yol almaya çalışıyordu. Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi’nin bir suikasta kurban gitmesinin üstünden bir ay geçmişti.
Benim 1987 yılında Cumhuriyet’ten ayrılıp Hürriyet’e geçmeme kadar sekiz yıl süreyle Erbil ile aynı büroda birlikte görev yaptık. Sonrasında aynı çatı altında bir daha çalışmasak da temasımız kesilmedi. Son dönemde belli aralıklarla telefonla konuşuyorduk. Bazen ilgisini çeken yazılarımla ilgili aradığı olurdu. Geriye çekilmiş olsa da izlemedeydi...
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı Birgün gazetesinde 2005 ve 2006 yıllarında eleştiren iki yazısı nedeniyle 10 bin TL tazminat cezasına çarptırılması üzerine 2012 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden aldığı ihlal kararını konu alan yazımın çıktığı gün beni aradığını çok iyi hatırlıyorum.
Bir süre önce gazetecilikten ayrılmış ve Karaburun’a yerleşmişti. Daha sonra İzmir’e taşınmıştı. Son dönemdeki sohbetlerimizde dikkatimi çeken, sesinin giderek zayıflamasıydı. Onu işitmek için her seferinde dikkatle kulak vermem gerekiyordu. KOAH hastasıydı, sağlığı kötüye gidiyordu.
Onu 5 Eylül günü kaybettik. Erbil’i 7 Eylül günü İzmir Karşıyaka’daki kabristanda son yolculuğuna uğurlayan yakınları, meslektaşları arasında ben de vardım. Bu vedalaşma, 41 yıl önce Cumhuriyet Ankara Bürosu’na birlikte adım attığımızda hiç hesapta yoktu.
12 EYLÜL’ÜN TANIKLIĞI
Ölümünden sonra hakkında çıkan yazılar geride bıraktığı gazetecilik mirasıyla ilgili önemli bir farkındalığa işaret etti. Birlikte çalıştığı meslektaşları tarafından kaleme alınan bu yazılar büyük ölçüde aynı ortak temalar üzerinde şekillendi. Çizgisinden sapmayıp her zaman doğrultu tutarlılığını önemsemesi ve insan hakları alanında yaşanan sorunların, insanların uğradıkları mağduriyetlerin, hukuksuzlukların üzerine gözünü kırpmadan gitmesi... Bu hasletleri herhalde
Koca’nın 17 Mart günü gece geç saatlerde düzenlediği bu basın toplantısında Türk kamuoyu ülkedeki COVID-19 kaynaklı ilk ölüm haberini duydu. Beklenen o kötü haber sonunda gelmişti. Ölümcül dev bir dalganın yavaş yavaş Türkiye’nin üzerini kaplamaya başlamış olduğunu hissettik o akşam.
Aradan altı ay geçtikten sonra Türkiye hâlâ bu büyük dalgayla boğuşmaya devam etmektedir. Bu dalga nedeniyle önceki gün itibarıyla 7 bin 249 vatandaşımız bugün hayatta değildir.
İLK DALGAYLA MÜCADELEDE YAŞANAN FARKLILIK
Geçen altı ayın genel bir değerlendirmesini yaptığımızda, Türkiye’nin ilk dönemde COVID-19 salgınının sarsıcı sonuçlarını birçok Batı Avrupa ülkesine kıyasla çok daha düşük bir yoğunlukta atlattığını, bu mücadeleden daha az kayıpla çıktığını söylemek mümkündür. Salgının gecikmeli gelişi Türkiye’ye mücadeleye hazırlanabilmesi açısından değerli bir zaman kazandırmıştır. Başvurulan kitlesel kısıtlayıcı önlemler, uygulanan tedavi politikaları, aynı zamanda sağlık sistemindeki altyapının göreceli olarak yenilenmiş olması da dahil birçok faktör bu sonuçta rol oynamıştır.
Ancak kabul edelim ki, yaratılan caydırıcılığın sonucu toplumun geniş bir kesimine hâkim olan dikkatli, disiplinli hareket tarzının da önemli bir etkisi olmuştur alınan bu sonuçta. Vatandaşların çoğu, COVID-19 endişesiyle atacağı her adımı bir değil, iki, hatta üç kez düşünmüştür.
Salgın dalgası nisan ayında zirve yapmıştır. En yüksek günlük yeni vaka sayısı 11 Nisan tarihinde kaydedilmiştir: 5 bin 138... Yaklaşık bir hafta sonra 19 Nisan’da bir gün içindeki en yüksek ölüm sayısı kayda geçmiştir: 127...
Rakamların en yüksek eşiklere çıktığı bu tarihlerden sonra vaka ve ölümlerde uzun süre düzenli bir düşüş eğrisi gözledik. Örneğin, 1 Haziran’da bugüne dek kaydedilen en düşük günlük vaka eşiği olan 786 sayısıyla karşılaşılmıştır.
NORMALLEŞMEYE
Önce kısaca Mali’de ne olduğunu hatırlayalım. Mali, Afrika’nın kuzeybatısında denize çıkışı olmayan, 19 milyon dolayında bir nüfusa sahip, kıtanın sekizinci büyük ülkesi. Nüfusun çoğunluğu Müslüman olan Mali, Türkiye gibi İslam Konferansı Örgütü’ne üye.
Ülke 1968 sonrasında tam dört kez darbeye sahne olmuş. Geçen ağustos ayında devrilen Cumhurbaşkanı İbrahim Boubacar Keita, 2018 yılında düzenlenen seçimde ikinci turda oyların yüzde 67’sini alarak seçilmiş bir lider. Ancak son yıllarda Mali’deki çalkantılar bir türlü dinmemiş. Son olarak geçen nisan ayındaki parlamento seçimleri sonuçlarının ilan edilmesi aşamasında hile yapıldığı yolundaki iddialar, bunu izleyen protesto gösterileri ve muhalefet lideri Soumaila Cisse’nin tutuklanması ülkeyi ciddi bir buhranın içine sürüklemiş.
MUHALEFETİN BAŞINDA İMAM DİCKO
Keita’ya karşı sokaklardaki sivil itaatsizlik eylemlerini yürüten ‘M5-RFP Platformu’ (5 Haziran Hareketi) bir dizi muhalefet grubunun bir araya geldiği bir çatı örgütü. Hareketin başını ise Mali’nin eski Yüksek İslam Konseyi Başkanı İmam Mahmud Dicko çekiyor.
Cumhurbaşkanı Keita’nın, istifa etmesi yolundaki çağrılar karşısında seçim sonuçlarıyla oynamakla suçlanan Anayasa Mahkemesi’ni feshedip mahkemeye yeni üyeler ataması sokak gösterilerinin şiddetini kesmeye yetmedi. Derken, 18 Ağustos günü Albay Assimi Goita’nın başında bulunduğu darbeciler, yönetime el koyarak Cumhurbaşkanı Keita ve Başbakan Boubou Cisse’yi tutukladılar.
Ve her darbede genellikle yaşandığı üzere Mali’de de bir konsey ipleri eline aldı: Halkın Selameti İçin Ulusal Konsey... Yolsuzluklar, ekonomik kriz ve ulusal güvenlik sorunlarını müdahale gerekçesi olarak gösteren Konsey, demokrasiye dönme hedefiyle bir geçiş dönemine girildiğini duyurdu. Geçiş döneminde Cumhurbaşkanlığı görevini de 37 yaşındaki Albay Goita üstlendi.
Albay Goita, darbenin başını çektiği sırada Mali’nin merkez bölgesindeki Özel Kuvvetler birliklerinin komutanı olarak görev yapıyordu. Goita, ABD’de özel kuvvetler eğitimi almış bir subay.
Fransa’ya yakın bir isim olarak bilinen devrik Cumhurbaşkanı
Bu vesileyle en üst düzeyde toplantılar düzenlendi, konuşmalar yapıldı, basında birçok haber ve değerlendirme yayımlandı. Bu tartışmalar 12 Eylül’e giden süreci, darbe gününü ve sonrasında yaşadıklarımızı bir kez daha hatırlamak, üzerinde düşünmek açısından bir vesile oluşturdu.
Kırk yıl, bir ülkenin ‘yakın tarihi’ne giren bir zaman kesitidir. Genç kuşaklar için geçmişte kalan uzak bir zaman boyutunu gösteriyor olsa da, bugün Türkiye nüfusunun sayıca hiç de azımsanmayacak bir kesimi bakımından hafızalarda bütün sıcaklığını koruyan bir dönemden söz ediyoruz. 12 Eylül’ün baskı ortamını yaşamış, hapse girmiş, işkencelerine maruz kalmış insanların çoğu hayattadır; aralarında bugün bulundukları kulvarlarda önemli görevler üstlenenler de var.
TSK’nın emir komuta hiyerarşisi içinde gerçekleştirdiği darbenin pek çok yönü bugün de tartışma konusu olmaya devam ediyor. Geriye dönüp baktığımızda, toplumun çoğunluğunun askeri müdahaleyi büyük bir rahatlama duygusuyla karşılamasına yol açan koşullar, cereyan eden hadiseler 2020 yılının algılama ölçülerini zorluyor. Şehirlerin, semtlerin, mahallerinin bölündüğü, silahlı sol ve sağ gruplar arasında meydana gelen olaylarda, saldırılarda her gün onlarca insanın öldüğü, toplu katliamların yaşandığı bir dönemdi.
Olayların yaygınlığı içinde gazetelerde günlük duyurulan ölüm vakası toplamları bile çoğunluk birbirini tutmuyordu.
Ülkenin her bir tarafını kaplamış olan şiddet ve kaos ortamı karşısında ülkenin başbakanı Süleyman Demirel ile ana muhalefet lideri Bülent Ecevit’in bir araya gelmekten kaçınmaları gerginliği, kutuplaşmayı daha da büyütüyordu. Darbeden bir gün önce 11 Eylül’de, TBMM’de 22 Mart 1980 tarihinde başlamış olan Cumhurbaşkanlığı seçiminin 124’üncü turu yapılmış ve yine sonuç alınamamıştı. Siyaset kadroları, ne yazık ki ülkeyi bir bütün olarak felce sokan ağır koşulların zorunlu kıldığı esnekliği ve uzlaşıyı sergileyip, demokratik zemin içinde bir çıkış yolu üretememiştir.
*
Buna karşılık liderlerin buluşup el sıkışmaları ülkenin içine girdiği şiddet sarmalını durdurmaya yeter miydi sorusu da haksız sayılmaz. Ayrıca, 12 Eylül öncesindeki gibi büyük bir çalkantının ortaya çıkışını ve bunun sorumluluğunu tek bir faktör üzerinden okuyabilmek, açıklayabilmek de mümkün değildir. 12 Eylül’le noktalanan süreç, pek çok iç ve dış faktörün bir araya gelmesinin ve hadiselerin akışına etki etmesinin yarattığı topyekûn bir siyasi ve toplumsal savrulmaydı. O dönemi hızlandıran bir dizi olayın tam olarak aydınlatılması için daha kat edilmesi gereken uzun bir mesafe var önümüzde. Bu yönüyle 12 Eylül’ün parantezi hâlâ açık duruyor.
Askeri darbeyi olağanüstü koşullar getirmiştir. Ancak 12 Eylül sabahı Türkiye kendisini bu kez bir başka olağanüstü halin içinde bulmuştur. Hadiselerin birden bıçak gibi kesilmesinin ardından Türkiye askeri rejim altında çok ağır bir baskı dönemine girmiştir. Temel hak ve özgürlüklerin, bu çerçevede basın özgürlüğünün askıya alındığı, siyasetin yasaklandığı, siyasetçilerin tutuklandığı, yaygın insan hakları ihlallerinin her bir tarafı kapladığı, işkencenin rutin, olağan bir uygulamaya dönüştüğü karanlık bir dönem hüküm sürmüştür. Hatırlanmasını insan yüreğinin kaldırmayacağı, ölümlerle sonuçlanan dehşet verici işkence yöntemleri uygulanmıştır.