Paylaş
Gerçekten de gerilimin belirgin bir şekilde yükseldiği, askeri seçeneğin sürekli gündemde tutulması nedeniyle, en ufak bir yanlış anlama ya da hatalı niyet okumada kriz ortamının birden sıcak çatışmaya dönüşmesi potansiyelini de taşıyan bir dönemdi.
Özetle, gergin bir yazı geride bıraktık. Yaşanan sıcak hareketlilik yerini kısmi bir sakinleşmeye bırakmış görünüyor. Ve –son anda bir aksilik olmazsa- işlerin diyalog ve müzakerelerin başlaması yönünde evrilmekte oluşunu, bütün bu egzersizden çıkan hayırlı bir sonuç olarak görmeliyiz. Avrupa Birliği’nin perşembe ve cuma günü düzenlenecek zirve toplantısı yaklaşırken bütün beklentiler -belli bir ihtiyat payı içinde- Türkiye ile Yunanistan arasında müzakerelerin başlaması ihtimaline odaklanıyor.
ORUÇ REİS ANTALYA LİMANI’NDA
Kuşkusuz, işlerin bu yöne doğru dönmesinde ‘Oruç Reis’ sismik araştırma gemisinin çalıştığı sahadan sürpriz bir şekilde ‘bakım ve ikmal’ gerekçesiyle birden Antalya Limanı’na çekilmiş olmasının etkisi inkâr edilemez. Pek çok gözlemcinin tırmanan gerginlik nedeniyle artık umutsuzluğa kapıldığı bir noktada denklem ansızın tersyüz olmuştur.
Buradaki vites değişikliğinde geride bıraktığımız yaz yaşanan gelişmelerin en azından ilk dönemindeki kalıbın önemli ölçüde tekrarlandığı da söylenebilir. Hatırlayalım, Türkiye 21 Temmuz’da Oruç Reis’i sahaya çıkarma amacıyla ilk NAVTEX duyurusunu yapmış, aynı gün 18 savaş gemisi Aksaz deniz üssünden birbiri ardına denize açılmıştır. Ortalığın birden gerilmesi üzerine Almanya devreye girmiş, Berlin’in arabuluculuğunda Ankara ile Atina arasında sessiz bir şekilde görüşmeler başlamış, bu süreç içinde Ankara Oruç Reis’i Antalya Limanı’nda tutmuştu.
Bu süreçte varılan mutabakata göre, Türkiye ile Yunanistan arasında -ikili sorunları konu alan istikşafi toplantılar, askerler arası görüşmeler ve siyasi danışmalar olmak üzere- üç düzlemde müzakerelerin başlayacağına ilişkin açıklama 7 Ağustos tarihinde yapılacaktı. Ancak 6 Ağustos tarihinde Yunanistan’ın Mısır’la münhasır ekonomik bölge anlaşmasını imzalaması kurgulanmış olan bütün senaryoyu bozdu. Türkiye, Yunanistan’a tepkisini Oruç Reis’i 9 Ağustos tarihinde daha önceden açıkladığı Doğu Akdeniz’in ortasındaki NAVTEX bölgesine göndererek karşılık verdi. Yunanistan, bu bölgenin kendi kıta sahanlığı üzerinde olduğunu ileri sürerek sert bir tepki gösterdi, AB’yi ayağa kaldırmaya çalıştı.
Bu hadiseyi ağustos ayı ve eylül ayının en azından ilk iki haftasında gerilimin her gün biraz daha tırmandığı sıcak bir dönem izlemiştir.
Derken, Türkiye 13 Eylül tarihinde Oruç Reis’i Antalya Limanı’na çekmiştir. Beklenti, ağustos ayının başında olduğu gibi bir kriz yaşanmaması ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki müzakerelerin bu kez bir kaza olmadan başlamasıdır.
AB İÇİNDE HOMOJEN TUTUM YOK
Şimdi geriye dönüp baktığımızda yaşanan gelişmelerle ilgili bir dizi gözlemde bulunabiliriz:
Geride bırakılan sürecin Ankara açısından bir sonucu, AB ülkelerinin en azından bir bölümünde Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Yunanistan’la yaşadığı deniz yetki alanı anlaşmazlıklarına ilişkin bir farkındalığın yaratılmasıdır. Özellikle Yunanistan’ın Kaş’ın iki kilometre karşısındaki Meis Adası’na anakara etkisi vererek, buradan Akdeniz’in ortasına kadar genişleyerek inen bir kıta sahanlığına hak iddia etmesinin gerçekçi ve makul olmadığı tezinin anlatılabildiği bir egzersize tanıklık ettik.
Bu sürecin önemli bir diğer sonucu Yunanistan’ın tam üyesi olduğu AB’yi bir blok olarak tam anlamıyla yanına çekememiş olmasıdır. Fransa gözü kapalı bir şekilde Yunanistan’ı desteklerken, Almanya’nın daha dengeli bir çizgide durması, ayrıca İtalya, İspanya gibi önde gelen AB aktörlerinin de bu çizgiyi belli ölçülerde desteklemeleri AB içinde homojen bir tutumun şekillenmediğini ortaya koymuştur.
Bu arada NATO’nun tutumunu da hesaba katmalıyız. Türkiye’nin NATO müttefiği olması, bu ittifakın yaşanan krizde daha dengeli bir tutum almasını sağlamıştır. NATO’nun Türk ve Yunan askeri makamları arasında çatışma riskini önlemeye dönük görüşmeler için devreye girmesi ve bunun için bir vasat oluşturması gerginliğin aşağı çekilmesinde etkili olmuştur.
GELENEKSEL DİPLOMASİYE DÖNÜŞ
Bütün bu sonuçların alınabilmesi ve Türkiye’nin kendi tezlerini sahada ortaya koyabilmesi önemli ölçüde askeri gücünü kullanarak Doğu Akdeniz’deki dengeleri zorlamış olmasının bir türevidir.
Ancak ‘gunbot diplomasi’ olarak adlandırılan bu yöntemin başlıca sonuç alma aracı haline gelmesinin bir imaj sorunu yaratması da kaçınılmazdır. Ayrıca bu yöntemin her zaman sıcak çatışma riskini barındırması bir başka ciddi sakıncasıdır. Buradaki bütün mesele ‘gunbot diplomasisi’ ile geleneksel diplomasi dili arasında makul bir dengeye dayanan bir politikanın izlenebilmesidir. Gecikmiş de olsa diplomasi boyutunun sonunda yeniden devreye girmiş olması bu açıdan rahatlatıcıdır.
DOĞU AKDENİZ’DE YENİ KAPILAR AÇMAK
Ayrıca, çok temel bir noktanın daha görülmesi gerekiyor. Tanıklık ettiğimiz gelişmeler, Türkiye’nin dış politikasının, bu çerçevede Doğu Akdeniz politikasının ayarları üzerinde genel bir muhasebeyi de zorunlu kılıyor. Türkiye, son krizde bazı AB ülkelerinden destek görmüş olsa bile, Doğu Akdeniz’deki bölgesel aktörler arasında kendisine karşı çok geniş bir ittifakın kurulduğu gerçeği ile baş etmek durumundadır.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ikilisi, bugün Mısır ve İsrail’i tam anlamıyla yanlarına çekerek Doğu Akdeniz’deki bölgesel güç dengesinde Türkiye’ye karşı önemli bir zemin kazanmış bulunuyorlar. Türkiye karşıtlığı üzerinden Fransa ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi aktörler de bu ittifaka payanda oluyorlar.
Böyle bir tablonun ortaya hiç çıkmaması gerekirdi. Türkiye, en azından bundan sonrasında söz konusu geniş ittifak içinde kendisine bazı kapıları açabileceği diplomasi hamlelerini düşünmelidir. Kendi bölgesindeki aktörlerin çoğuyla çatışma halinde kalmasının, Türkiye açısından yaratacağı riskleri, sorunları tahmin edebilmek güç değildir.
Paylaş