Yine bir çarşambaya denk gelen önceki gün Kongre’nin batı cephesi, ABD’nin yeni Demokrat Başkanı Joe Biden’ın teamüllere uygun bir olgunluk içinde geçen ant içme törenine ev sahipliği yaptı. Saldırganların iki hafta önce tırmandıkları duvarların hemen önündeki platformda bu kez Lady Gaga Amerikan milli marşını söylüyordu.
Törenin bitimindeki uğurlama faslında Biden’ın Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile Cumhuriyetçi selefi Mike Pence’in Kongre merdivenlerinin önünde eşleriyle birlikte verdikleri görüntü, bütün yaşananlardan sonra, demokratik zarafetin etkileyici bir yansımasıydı.
BÜTÜN AMERİKALILARIN BAŞKANI OLMAK
En son aşamasında demokrasi ve hukukun üstünlüğü tecelli etmiş olsa da, yine de ABD tarihinin en sancılı devir teslim süreçlerinden birine tanıklık etmiş olduk. Donald Trump önceki gün Washington D.C.’den ayrılırken, geride tehlikeli ölçülerde kutuplaşmış, ortak değerleri üzerindeki mutabakatları çözülmüş, inandıkları hurafeler için şiddete başvurmaktan kaçınmayan marjinal grupların ortalıkta kol gezebildiği bir Amerika bıraktı.
Joe Biden’ın önceki gün ant içme töreninde yaptığı konuşma, kendisinin en hayati önceliğinin, şu ana kadar 400 binden fazla Amerikalının ölümüne neden olan COVID-19 felaketiyle mücadeleden sonra, ABD’nin içine düştüğü bu bölünmüşlüğü aşmak olduğunu ortaya koydu.
Kutuplaşmanın yol açtığı gerilimi düşürmek, toplumdaki bölünme hatlarını yumuşatmak, ABD’nin birliğini yeniden güçlendirmek hedefleri, Biden’ın konuşmasının en önemli ağırlık noktalarıydı.
Kendi seçim başarısını ön plana çıkarmaktan çok, toplumun bütün kesimlerine dokunmak istediği kapsayıcı mesajlar verme çabası içinde oldu. “Bütün Amerikalıların başkanı olacağını” vurguladı. Özne olarak birinci tekil şahıs “Ben”den çok, “Biz” vurgusunun duyulduğu bir metindi.
Şurası çok açık. Başkan
Birincisinde, Beyaz Saray’da iki dönemi, yani sekiz yılı tamamlamış olan Ronald Reagan, 1988 yılındaki seçimi Demokrat Michael Dukakis’e karşı kazanan yardımcısı George Bush’a devretti başkanlığı. Dolayısıyla, Cumhuriyetçiler arasındaki bir bayrak teslimi gibi geçmişti bu yönetim değişikliği.
Bende daha çok iz bırakmış olan, 1992 başkanlık seçimi sonrasındaki devir teslim süreci oldu. Seçimi Demokrat aday Bill Clinton Cumhuriyetçi Bush’a karşı kazandığı için Demokratların 12 yıl sonra yeniden iktidara gelmelerinin getirdiği ayrı bir heyecan dalgası vardı. Üstelik başkan seçilen kişi 46 yaşında genç bir siyasetçiydi. Arkansas gibi mütevazı ölçekteki bir eyaletin valiliğinden Beyaz Saray’a geliyordu.
Clinton’ın başkanlık yürüyüşünü eşimle birlikte vatandaşların arasına katılarak izlemiştim.
KÖKLÜ BİR DEMOKRASİ GELENEĞİ
Devir teslim törenlerinin en önemli ritüellerinden biri, yeni başkanın Kongre binasının önünde ABD Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın okuduğu metni tekrarlayarak ant içip ardından konuşmasını yaptıktan sonra Kongre’yi Beyaz Saray’a bağlayan Pennsylvania Avenue üzerinde katıldığı geçit törenidir.
Bu geçit törenleri, ABD demokrasisinin 19’uncu yüzyıldan beri süren en köklü geleneklerinden biridir.
Kongre binasının önünden yola koyulan kortej Pennsylvania Avenue üzerinden kuzeybatı yönünde Beyaz Saray’a doğru yol alır. Kortej, 15’inci Sokak’la kesişme noktasına geldiğinde burada yukarı doğru döner. 15’inci Sokak’ta Hazine Bakanlığı’nın yanından geçip dört blok yukarı çıkan kortej, bu kez sola dönüp Beyaz Saray’ın kuzey cephesinin baktığı yine Pennsylvania Avenue olarak devam eden ana caddeye kıvrılır. Bütün bu güzergah yaklaşık 2.5 kilometre kadar bir mesafe tutar.
İnsanlar, geçit töreni sırasında Pennsylvania Avenue üzerinde caddenin her iki tarafında dizilip, yeni başkan ve ailesine sevgi gösterisinde bulunur. Başkan, törenin bir noktasında eşiyle birlikte aracından inerek yolun kalan kısmını yürüyerek tamamlar. Başkan, bu şekilde halkın içinden geçerek Beyaz Saray’a adım atmış olur.
Türkiye’nin ağırlıklı olarak askeri hamleler üzerinden “sert gücü”nü devreye sokması bağlamında sıkça telaffuz edildi bu kavram.
Bununla birlikte, bu jeopolitik boşlukları doldururken bölgedeki bazı aktörlerle yaşadığı çatışmalar nedeniyle, Türkiye’nin kendisine bitişik coğrafyada, özellikle Doğu Akdeniz’de bazı yapılanmaların dışında kaldığı da bir olgudur.
Bu söylediğimi şöyle açabilirim.
ANKARA-KAHİRE EKSENİ KOPUNCA
Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri son 10 yıldır birçok faktörün bileşkesi olarak zaten kötü bir şekilde seyrediyor. Buna uzun bir zamandır Mısır’la ilişkiler de eklendi. General Abdülfettah es Sisi’nin 2013 yılında darbe yaparak seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi devirmesinden sonra ilişkilerde patlak veren krizle birlikte Mısır’la köprülerin atılması, Ortadoğu’da bölgesel güç dengesinin üzerine oturduğu zemini ciddi bir şekilde sarstı. İki ülke arasındaki geleneksel yakınlığın uzantısı olarak pozitif bir etki yayan Ankara-Kahire ekseninin negatif bir elektrik yüklenmesi, bölgede bir gerilim alanına yol açtı.
İlişkilerin kötüleşmesiyle birlikte Mısır da “Müslüman Kardeşler” konusunda Ankara’yı suçlayarak, Türkiye’nin bölgedeki etki alanını sınırlandırmaya, çıkarlarına zarar verebileceği her fırsatı değerlendirmeye çalıştı.
Bu durumun olumsuz sonuçlarından biri, özellikle Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının paylaşımı çerçevesinde yürütülen çalışmalarda Mısır’ın İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi ile blok olarak hareket etmeye başlaması oldu. Türkiye’nin Doğu Akdeniz Doğalgaz Forumu gibi organizasyonlardan ve boru hattı projelerinden dışlanması Ankara’nın eleştirileriyle karşılaştı.
BAE’DEN TÜRKİYE
Toplumda aşı olup bağışıklık kazanan insanların sayısının belli bir eşiğe yükselmesiyle birlikte, virüs, nüfuz edemeyeceği bir duvarla karşılaşacak ve başka salgınlarda yaşandığı gibi saldırısında yenik düşecektir.
Savaşın bu evresinde zaman faktörü çok önemli. Virüse karşı başlatılan aşı kampanyasının yüksek bir tempoda ve süreklilik içinde, kesintisiz bir şekilde yürütülmesi gerekiyor.
ENVANTERDE 54.5 MİLYON DOZ VAR
Her savaşa gidilirken orduların ellerindeki silah ve cephanenin envanterinin çıkartılması stratejik planlamadaki en kritik aşamalardan biridir.
Peki virüsle mücadelede aşı aşamasına geçilirken, Türkiye’nin envanteri ne durumda? Resmi açıklamalara göre, şu an itibarıyla 30 Aralık akşamı itibarıyla Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelmiş olan 3 milyon doz “Sinovac” aşısı var. Bu arada, yalnızca önceki gün ağırlıklı sağlık personeli olmak üzere 300 bine yakın kişi aşılandığına göre, zaten gelen ilk partinin onda biri bir günde tüketilmiştir.
Peki tedarik hattının bundan sonraki seyri nasıl görünüyor? Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca’nın açıklamalarından yola çıkarsak, Çin Halk Cumhuriyeti ile yapılmış olan toplam 50 milyon dozluk bir anlaşma var.
Koca, daha önce aralık ayında muhtemelen 20 milyon, ocak ayında yine 20 ve şubat ayında 10 milyon doz aşı geleceğini açıklamıştı. Ancak bu takvimin aralık ayındaki hedefi tutturulamamıştır. Çin’den 30 Aralık tarihinde yalnızca 3 milyon doz gelmiştir.
Bakan, ayrıca Almanya’daki BioNTech firması ile “
Koca, bu açıklamada aşının “etkinlik ve güvenilirliğini önemsediklerini” belirtiyor, “Çok erken dönemde güvenilirliğini ve etkinliğini bildiğimiz aşılarla hızla başlayalım istiyoruz” diyor.
Anadolu Ajansı’nın geçtiği bu haberde fark edileceği gibi aşıyla ilgili iki vurgu ön plana çıkıyor. Birincisi, “erken dönemde tedarik ve erişim”, ikincisi ise aşının “güvenilirliği ve etkinliği”...
ARALIK AYI tedarik hedefi 20 MİLYON AŞI
Aynı açıklamada aşının tedarik edilmesine ilişkin olumlu haberler de veriyor Sağlık Bakanı. Çin Halk Cumhuriyeti yapımı olan “Sinovac aşısı”nda 50 milyon doz aşı için sözleşmeye imza atıldığını duyurarak, “Aralık ayında asgari 10 milyon olmak üzere ama 20 milyonu hedefliyoruz. Ocak ayında 20 milyonda sorun yok. Şubat ayında da 10 milyon olmak üzere toplam 50 milyon doz için sözleşme imzalandı” diyor.
Koca, Pfizer’in ürettiği “mRNA aşısı” (Almanya’da Dr. Özlem Türeci ve Dr. Uğur Şahin’nin geliştirdikleri aşı) için aralık ayında 1 milyon ve devamında 25 milyona kadar aşının verilebileceği şeklinde görüşmelerin devam ettiğini söylüyor.
Türkiye’de aşıya ne zaman başlanacağı konusunda bir tarih de telaffuz ediyor bu açıklaması sırasında Sağlık Bakanı: “Şu an için sözleşmeye bağlanan 50 milyon aşı için muhtemelen 11 Aralık gibi bu aşı takvimine başlanabilir bir aksilik olmazsa...”
ARALIK AYI İÇİN İLK HEDEF 5 MİLYON KİŞİYDİ
Dün
Bir kere dürtüleriyle hareket eden biriydi. Dürtüleri onu nereye sürüklerse oraya gidiyordu. Dengeli biri değildi. Böyle olmak, görünmek gibi bir derdi de yoktu zaten. Ayrıca, kendisini olgulara, gerçeklere bağlı hissetmek gibi bir taahhütten de yoksundu. Örneğin, kolaylıkla yalan söyleyebiliyordu. Kendisine muhalif gazeteler sıkça konuşmalarından sonra söylediği yalanların sayısına ilişkin istatistikler yayımlıyordu.
İnsanlarla ilişkilerinde rahatsız edici bir ölçüsüzlük sergileyebiliyordu; nezaketten pek nasibini almamıştı. En yakın çalışma arkadaşlarına herkesin ortasında hakaret edebiliyor, mutabık olmadığı, görüşlerini beğenmediği insanlarla ilgili sıkça alaycı, aşağılayıcı bir dil kullanabiliyordu.
Aslında karakterinde vücut bulan ahlaki ölçüler itibarıyla bulunduğu makamı ve o makamın temsil ettiği ülkeyi de sürekli aşağı çekiyordu.
Bir diğer yönü, kurallara sürekli meydan okumasıydı. Kuralları esnetmeye, etrafından dolanmaya açıktı; gerektiğinde işi kuralları tanımamaya kadar götürebiliyordu. Dört yıl boyunca Amerikan sisteminin yerleşmiş bütün geleneklerine meydan okudu, ülkenin köklü kurumlarıyla açıktan kavgaya girişti.
Kural tanımazlığı başkanlığındaki başlıca hasletlerinden biri haline gelmişti. Ama yine de bu kuralsızlığın bir yerde duracağı, bir sınırı geçmeyeceği zannediliyordu ki, o sınırı da geçti...
İhlal ettiği sınır, ABD’nin anayasasıydı.
İMKÂNSIZI İSTEMEK
Bir imkânsızı istiyordu
Bir de Trump’ın olayların patlak vermesinden sonraki sorumluluğu meselesi var. Protesto gösterisi şiddet içeren bir saldırganlık çizgisine kayınca Trump Beyaz Saray’da ne yaptı? Bu kırılma yaşandıktan hemen sonra olayları yatıştırmak için herhangi bir çaba sarf etti mi? Yakın çevresinin onu bu yönde harekete geçirmeye dönük ricalarına ne karşılık verdi? Hangi aşamaya gelindiğinde bir şey yapma ihtiyacını duydu?
Sorular bu şekilde uzayıp gidiyor.
Krizin perde arkasında kalan bu bölümüyle ilgili olarak gün ışığına çıkmakta olan bilgiler, 6 Ocak’ta Beyaz Saray’da çok vahim bir tablonun yaşandığını gösteriyor. Bu tabloda, televizyonun karşısına geçip olayları bir film gibi izleyen bir ABD Başkanı görüyoruz.
KONGRE’DEN GELEN TELEFONLARA ÇIKMIYOR
“The Washington Post” gazetesinin hadiselerin başlamasından sonraki evrede Başkan Trump’ın tutumuna tanıklık eden pek çok kaynakla konuşarak hazırladığı geniş bir haber son derece çarpıcı ayrıntılar içeriyor.
Yaşanan krizin en düşündürücü yönlerinden biri, saldırı sırasında mahsur kalan Cumhuriyetçi Kongre üyelerinin maruz kaldıkları büyük tehlike karşısında yardım istemek ve durumun aciliyetini anlatabilmek için uzun bir süre Trump’a ulaşamamış olmalarıdır. Bu nedenle Başkan’a mesajlarını ailesi ve danışmanları üzerinden aktarabilmişlerdir.
Örneğin, Temsilciler Meclisi’ndeki Cumhuriyetçi üyelerin lideri konumundaki Kevin McCarthy, saldırganlardan saklanmak üzere sığındığı yerden Trump’ın damadı Jared Kushner’la, Senato’nun ağır toplarından Lindsey Graham da Başkan’ın kızı Ivanka Trump’la temas kurmuştur.
“
Keza, “Big tech” diye hitap ettiği Twitter, Google, Microsoft gibi bilgi teknolojileri alanındaki dev şirketler, “Radikal solcular” diye kızdığı Demokratlar ya da en başta yardımcısı Mike Pence olmak üzere “Güçsüz Cumhuriyetçiler” diye aşağıladığı, cesur bulmadığı partisinin bazı kesimleri de değildi...
Trump’ın kızgınlığını hiç sakınmadan ifade ettiği bir kurum daha vardı: ABD Yüksek Mahkemesi (Supreme Court)... Yani bizdeki karşılığı ile Anayasa Mahkemesi...
“Bakın, Yüksek Mahkeme’den de memnun değilim. Benim aleyhime karar vermek hoşlarına gidiyor” diye konuştu Trump.
Ardından ekledi: “Üçünü ben seçtim. Onlar için, özellikle de biri için çok sıkı kavga ettim...”
Trump’ın ülkenin en yüksek yargı kurumundan duyduğu mutsuzluğunun nedeni çok açık. Mahkeme’ye aday gösterip seçtirdiği yargıçların cübbelerini giydikten sonra kendisiyle ilgili bir dosya önlerine geldiğinde aleyhine karar vermelerini bir türlü anlayamıyor. İhanete uğramış birinin ruh hali içinde.
MAHKEMEDEKİ MUHAFAZAKÂR AĞIRLIK
ABD Yüksek Mahkemesi’nin 9 yargıcı var. Mahkemedeki denge, 6 muhafazakâr üyeye karşılık 3 Demokrat üye üzerinden muhafazakâr bir çizgide şekillenmiş bulunuyor. Yargıçlardan ikisi Cumhuriyetçi baba George Bush, biri oğlu yine Cumhuriyetçi George W. Bush, biri Demokrat Bill Clinton, ikisi Demokrat Barack Obama ve son üçü de Cumhuriyetçi Trump tarafından aday gösterilmiş.
Trump