Çiçek, “Bundan üç küsur sene evvel söylenmiş olan tek cümlelik bir hakaret iddiasını mahkemede bu kadar uzun zaman geçtikten sonra ve üstelik bu kadar kritik bir eşikte karara bağlarsanız, verdiğiniz kararın hukukiliği de isabeti de inandırıcı olmaz” diye devam etti. Ardından ekledi: “Ben de inandırıcı olduğuna inanmıyorum zaten...”
‘YARGIYI ÜLKENİN BAŞ SORUNU YAPAR...’
Bu eleştirinin, uzun yıllar AK Parti iktidarı döneminde sırasıyla Adalet Bakanlığı, Başbakan Yardımcılığı, TBMM Başkanlığı gibi kritik görevlerde bulunmuş, ayrıca halen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyeliği yapmakta olan bir siyasi şahsiyetten gelmesi, kuşkusuz burada yapılan tespite önemli bir ağırlık kazandırıyor.
Çiçek, değerlendirmesinin merkezine “hukukilik” boyutunu yerleştiriyor ve şöyle konuşuyor:
“Bu hukukilik meselesi her şeyi ifade eder. Geri kalanın önemi yok. Bu, üç dört ayda bitebilecek ya da bitmesi gereken bir konu aslında. Dosyada tek bir cümle var. Bir cümlenin hukukla ilişkisi üç seneyi geçtiği halde kurulamıyorsa, o zaman kararın hukukiliği de tartışmalı olur. Bu hem yargıya zarar verir hem de adalet gibi yüce bir kavrama çok zarar verir. Ülkeye de çok zarar verir.”
Yol açacağı mahzurlardan birini de şöyle anlatıyor:
“Yargıyı da ülkenin baş sorunu haline getirir...”
‘YASAK VARSA
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulamasını gözden geçiren Bakanlar Komitesi, “Opuz Grubu/Türkiye” dosyasında Türk makamlarına bir dizi çağrıda bulunan yeni bir kararı kabul etti.
“Opuz Grubu” nedir? Bu, öncelikle Türkiye’de şiddete maruz kalmış Nahide Opuz adındaki bir vatandaşımızın başına gelenler üzerine 2002 yılında AİHM’ye başvurup 2009’da kazandığı davadan çıkan hak ihlali kararını konu alıyor. AİHM’de Türkiye’de kadına şiddet başvurularında çıkan benzer içerikteki ihlal kararları “Opuz Grubu” altında toplanıp Bakanlar Komitesi’nde birlikte değerlendiriliyor.
Bakanlar Komitesi, Konsey’in AİHM kararlarının uygulamasını denetlemekle sorumlu olan organıdır. Komite, değerlendirmesinde kararın uygulandığına kanaat getirdiği takdirde ihlalle ilgili dosya kapatılmakta, aksi yönde değerlendirme yaparsa dosya açık kalmaktadır.
Geçen haftaki toplantıdan sonra alınan karara bakılırsa, aradan 13 yıl geçtiği halde özellikle “Opuz Kararı” ve ayrıca bu başlık altındaki diğer benzer kararların önemli bir bölümü yine açık kalmıştır.
AİHM YENİ İÇTİHAT GETİRİYOR
Meseleyi değerlendirebilmek için spesifik olarak Nahide Opuz kararının içeriğine bakalım. Açık kaynaklarda bu kararın içeriğiyle ilgili ayrıntılı bilgi bulmak mümkündür. Çok özet aktarmak gerekirse, bu dosya Diyarbakır’da yaşayan Nahide Opuz’un sistematik bir şekilde eşi Hüseyin Kopuz’un ağır şiddetine maruz kalmasıyla ilgilidir. Resmi makamlara tam 36 kez şikâyette bulunmuştur kocası hakkında.
Başvuruya konu olan olaylar kocasının 2002 yılında kendisiyle birlikte hareket eden annesini öldürmesine kadar varmıştır. Eşi yakalandıktan sonra yargılanıp cinayetten mahkûm olduğu halde, bir dizi indirimden yararlanarak altı yıl kadar hapis yatmış ve 2008 yılında serbest kalıp yeniden eşini tehdide başlamıştır.
AİHM, 2009 yılında
Bu evliliğe rızasını bildiren babanın ülkenin önde gelen tarikatlarından İsmailağa Cemaati ile bağlantılı Hiranur Vakfı’nın başkanı olması, hadiseyi her bakımdan sarsıcı kılıyor.
Tek bir dosya, 2022 yılı Türkiye’sinde din adına yapılabilecek istismarın gidebileceği uçlardan ülkede yargının işleyişine, ayrıca tarikat bağlantılı iddialar karşısında sistemin son aşamaya kadar hareketsiz kalabilmesine ilişkin görüntülerin iç içe geçtiği vahim bir tabloyu bütün çarpıcılığıyla önümüze koyuyor.
Bu tabloda gördüklerimiz hiçbir yorum gerektirmiyor. Gerçekler herkesin görebileceği bir yalınlık ve berraklık içinde bütün yakıcılığıyla bize bakıyor.
*
Olayın ana anlatısında bir ailenin altı yaşındaki kızlarını yetişkin bir insanla dini nikâhla evlendirebilmesi, üstelik onun “kocası” ile baş başa zaman geçirmesine ve o yaşta çocuğun ne olduğunu bile anlayamadığı cinsel ilişkiye maruz kalmasına göz yummuş olmasının vicdanları yaralayan öyküsü var.
Ancak bu öykü her seferinde yeni boyutlar kazanarak, dallanıp budaklanarak karşımıza çıkıyor.
Örneğin, çocukla evlenmeyi gönüllü olarak kabul eden şahsın aynı zamanda bu vakfın bünyesinde görevli bir hafızlık hocası olması ve çocuklara hocalık yapması gerçeğiyle de karşılaşıyoruz dosyanın sayfalarını çevirirken. Bu fotoğrafın altyazısında çocukların din eğitimi kimlere emanet ediliyor sorusu bizden yanıt bekliyor.
*
Jeffrey, halen Washington’un önde gelen düşünce kuruluşlarından “Wilson Center”ın Orta Doğu Programı’nı yönetiyor.
Uzmanlığı ve tecrübesi göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin Suriye’ye yeni bir kara harekâtı niyetlerinin ABD ve Rusya cephelerinde rahatsızlığa yol açtığı bir dönemde Jeffrey’nin ABD’nin dış politika alanındaki etkili “Foreign Policy” dergisinin web sitesinde “ABD Türkiye ile Suriye’de Nasıl Uzlaşabilir?” başlığıyla kaleme aldığı yazıyı dikkatle değerlendirmekte yarar var.
MİNİ DEVLETİN ÇIKIŞ STRATEJİSİ FORMÜLE EDİLEMEDİ
Baştan belirtmeliyiz ki Jeffrey, Washington cephesinde Türkiye’nin kaygılarına genellikle anlayışla yaklaşan kanadı temsil ediyor. Örneğin, bazı ABD’li yetkililerin başvurduğu gibi PKK/YPG ile Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) birbirlerinden ayrı yapılar olduğu gibi tezlere itibar eden biri değil kendisi. Nitekim bu yazısında da çok açık bir şekilde “(Metinde) SDG desem de, bu aynı zamanda YPG ve ‘PKK’nın Suriye şubesi’ anlamına gelir” diye kayıt düşüyor.
Yazısındaki önemli bir tespit, ABD’nin Suriye’de DEAŞ’la mücadele etmek üzere sahada kara gücü olarak SDG’yi kullanmaya karar vermesinin sonucu bu ülkede bir “Mini devletin yaratılmasına yardımcı etmiş olmasıdır”.
Jeffrey’e göre, buradaki sorun, yaşanan süreçte Washington’un bu mini devletin “nihai aşamasını (endgame) somut bir şekilde ortaya koyamamış olmasıdır”. Hatta, tartışmalı olmakla birlikte, ABD’nin böyle bir stratejisinin bulunmadığı savını da ileri sürüyor.
Meselenin bu “mini devlet” boyutu üzerinde özellikle duruyor Jeffrey. Bu çerçevede ABD’nin Ortadoğu’dan uzaklaşabileceği yolundaki vurgulara bakınca, “Türklerin de sınırlarındaki PKK devletçiğinin ne olacağını öğrenmek istediklerini” söylüyor.
ABD POLİTİKASINDA BELİRSİZLİK VAR
Konuşmasının Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın resmi sitesine dün konan İngilizce çevirisinde, Lavrov’un Kürt ayrılıkçılığı meselesi bağlamında başvurduğu bu niteleme “extremely explosive” sözcükleriyle aktarılıyor.
Lavrov, bu görüşünü ABD’nin Suriye Demokratik Güçleri (SDG) üzerinden bu ülkede “ayrılıkçılığı” teşvik ettiği eleştirisiyle gerekçelendiriyor.
LAVROV’DAN KÜRTLERE: ‘ABD’YE ÇOK GÜVENMEYİN, BAKIN AFGANİSTAN’A...’
Lavrov’un bu mesajları Rusya’nın
A) Suriye’de çözümsüzlük içinde seyreden krize bakışını, B) Bu ülkedeki Kürtlerin ve aynı zamanda sahadaki silahlı Kürt örgütlerin rolünü ve onlarla ilişkilerini, aynı zamanda C) Türkiye’nin kaygılarına nasıl yaklaştığını göstermesi bakımından önem taşıyor.
Bu konuşma, Türkiye’nin geçen 20 Kasım’da Kuzey Suriye’deki PKK/YPG/SDG hedeflerine dönük başlattığı hava harekâtının ardından ikinci aşamada yeni bir kara harekâtına girişme niyetlerini duyurduğu, bu çerçevede gerilimin yükseldiği bir döneme rastlıyor. Bunun sonucu sahada belirleyici bir rol oynayan aktörlerden Rusya’nın tutumunu okuyabilmek için Lavrov’un sözlerini büyüteç altına yatırmakta yarar var.
Öncelikle bir noktayı daha baştan vurgulayalım.
Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu, Rusya’nın Temsilcisi Büyükelçi Vassily Nebenzia ve İran’ın Temsilcisi Amir Said Iravani, bu mektubun ve ekinde yer alan ortak açıklamanın bir BM Güvenlik Konseyi belgesi olarak dağıtımının yapılmasını talep ediyorlardı.
Ekte yer alan, bu üç ülkenin dışişleri üst düzey temsilcilerinin 22-23 Kasım 2022 tarihlerinde Kazakistan’ın başkenti Astana’da bir araya geldikleri Suriye konulu toplantının ortak açıklamasıydı. Bu talep karşılanarak, Astana açıklaması bir BM Güvenlik Konseyi belgesi olarak dağıtılıp uluslararası camianın dikkatine gelmiştir.
*
Aslında metnin içeriği daha önceki Astana ortak açıklamalarından çok da farklı değildir. Suriye’deki durumu görüşmek üzere toplanan bu üç ülkenin temsilcileri, ismini geçirmeden ABD’nin Suriye’de izlediği politikalara, sahadaki hareketlerine olan muhalefetlerini bir kez daha güçlü ifadelerle kayda geçiriyorlar.
Bu çerçevede önce “(Üç ülke) Gayrimeşru özyönetim teşebbüsleri dahil olmak üzere, terörle mücadele kisvesi altında sahada yeni gerçeklikler yaratılmasına dair her türlü girişimi reddetmişlerdir” deniliyor.
Taraflar, bir sonraki paragrafta “Fırat’ın doğusundaki ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını yinelediklerini” belirtiyorlar, “Bu ayrılıkçı gündemlerin komşu ülkelerin ulusal güvenliğini tehdit ettiğini” de ekliyorlar.
Önemli bir nokta, ortak açıklamada “Suriye’ye ait olması gereken petrol gelirlerinin yasa dışı olarak ele geçirilip aktarıldığı”na da dikkat çekilmesidir. Bu bölümün sonunda üç ülke, “Gayrimeşru özyönetim teşebbüsü dahil terörü destekleyen ülkelerin eylemlerini kınadıklarını” duyuruyorlar.
*
Kısa zaman içinde bir merkezinde ABD yönetiminin, diğer merkezinde Kremlin’in, en doğuda da Tahran’daki İslamcı rejimin Erdoğan’ın söz ettiği harekâtı caydırmak üzere aynı ortak hatta bir araya geldiklerine tanık olmuştuk.
Olağan zamanlarda birbirleriyle sert, amansız bir mücadele içinde olan ülkeler, -örneğin ABD ile İran ya da özellikle Ukrayna savaşı sonrası ABD ile Rusya ekseni gibi- Türkiye’nin Suriye’de muhtemel bir harekâtı gündeme geldiğinde, ivedilikle aynı dalga boyunda buluşabiliyorlar.
Tabii Avrupa Birliği’ni, belli başlı Avrupa ülkelerini de bu kümelenmeye dahil ederek Türkiye’yi frenlemek üzere seferber olan koalisyonun sınırlarını genişletebilirsiniz.
Ancak sonuca baktığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen mayıs ayında söz konusu açıklamayı yaptığında ortalığı kaplayan itirazların, tepkilerin ardından harekât niyeti kuvveden fiile çıkmamıştı.
*
Geçen 13 Kasım’da İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde meydana gelen ve altı vatandaşımızın öldüğü patlamadan sonra yeni bir durum ortaya çıkmıştır. Türk makamlarının patlamanın arkasında PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG’yi gösteren deliller bulunduğunu belirtmelerinin ardından 20 Kasım’da Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Suriye’ye dönük hava harekâtı başlatılmıştır.
Türkiye, bu kez A) Savaş uçaklarını Suriye hava sahasına girmeden sınır hattı üzerinde kullanarak, B) Silahlı ve silahsız insansız hava araçlarını Suriye’nin içine sokarak, ayrıca C) Hem Türkiye içinden hem de Suriye’deki harekât bölgelerinden icra edilen topçu ateşi ile Suriye’nin kuzeyindeki çok sayıda PYD/YPG hedefini yoğun bir şekilde vurmuştur.
Burası, PYD/YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu, ABD’nin himayesindeki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolündeki coğrafyadır.
Washington’un önünde iki seçenek vardı. Birincisi, müttefiki Türkiye ile işbirliğine girerek bu tehdidin üstüne gitmesiydi. Bu durumda TSK’nın yanı sıra, sahada büyük ölçüde Türkiye’nin denetimi altındaki ÖSO (Özgür Suriye Ordusu) unsurlarına dayanmak durumunda kalacaktı.
İkinci seçenek, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD’nin askeri kanadı YPG’den yararlanmaktı.
*
ABD yönetimi, geniş bir zamana yayılan bir karar alma süreci içinde hareket etmiştir. Buradaki önemli bir nokta, ikinci seçeneğin Türkiye’ye dönük mutlak mahzurları nedeniyle yönetim içinde ciddi tartışmalara yol açmış olmasıdır.
Bu süreçte yönetim bir ara Türkiye ile işbirliği seçeneğine de yönelmiştir. Hatta, Suriye’de DEAŞ’a karşı yürütülecek mücadelenin esaslarını belirlemek üzere Türk tarafıyla bir mutabakat muhtırası müzakere edilmiş, 2015 mayıs ayında bir metin üzerinde önemli ölçüde ilke anlaşmasına da varılmıştır.
O dönemde Türkiye’de “Kürt Açılımı”nın yürütülmekte olduğunu, ancak bu sürecin de 7 Haziran 2015 genel seçiminden sonra kesildiğini hatırlayalım.
Ancak Başkan Obama son aşamada, tercihini PYD/YPG’den yana kullanmıştır. Araplar dahil başka etnik grupları da bünyesine almakla birlikte, ana omurgasını PYD/YPG’nin oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kuruluşu 10 Ekim 2015 tarihinde duyurulmuştur.
*