Bu raporlar, kapsadıkları dönemler itibarıyla sahada her alanda meydana gelen gelişmeleri ayrıntılı bir şekilde aktarmayı hedefliyor.
Guterres’in 15 Aralık tarihli en son raporunun üzerinden giderken dikkatime takılan bir durum, Fırat’ın doğusunda Özerk Yönetim altındaki bölgede eğitim alanında yaşanan bazı sorunlara projektör tutulmuş olmasıydı.
“Özerk Yönetim” derken, PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan PYD/YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) kontrolü altındaki bölgeyi ve burada ipleri elinde tutan ABD’nin himayesindeki yapıyı kastediyorum.
BM raporuna geçen sorunlar başörtüsü alanındaki sınırlamalar ve Kürtçe müfredatın Arapça müfredata baskın kılınmaya çalışılmasıyla ilgili uygulamaları konu alıyor.
BM VE OKULLARDA BAŞÖRTÜSÜ YASAĞI
Tartışma yaratan kararlarından biri, Suriye’nin kuzeydoğusundaki “Yerel Makamlar”ın geçen ekim ayında bu bölgedeki okullarda başörtüsünü yasaklamış olmalarıdır. Rapora göre, bu karar Deyrezor, Rakka ve Haseke’nin muhtelif yerleşimlerinde öğretmenlerin, velilerin ve aşiret liderlerinin gösterilerine yol açmıştır. Bu protestolar üzerine ilan edilen yasak askıya alınmıştır.
Bu hadisedeki dikkat çekici nokta, özerk yönetimin bu kararı yalnızca kuzeyde Kürt nüfusun daha ağırlıklı olduğu Haseke bölgesi değil, baskın Arap dokusuna sahip olan Rakka ve Deyrezor’da da uygulamaya kalkmış olmasıdır.
BM Genel Sekreteri raporunda, bu yasağın ifade, düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin ihlalini oluşturacağını belirtiyor. Böyle bir yasağın kız çocuklarını, aileleri ve kadın öğretmenleri okula gitmekten caydıracağı, bunun sonucu kadınların çalışma ve eğitim haklarına zarar vereceği kaydediliyor raporda.
Bu açıklamasında Kalın’ın “Temel hak ve hürriyetlere” vurgu yapması beni konuya daha da yakından bakmaya yöneltti.
Aslında bu sözleri Kalın’ın İran’la ilgili ilk beyanı değil. Olaylar geçen sonbaharda ilk patlak verdiğinde Kalın’ın benzer bir açıklaması olmuş, ancak başka hadiseler baskın çıkınca nedense bu çıkışının üzerinde yeteri kadar durulmamıştı.
Mahsa Amani’nin 13 Eylül tarihinde başörtüsü kurallarına uymadığı gerekçesiyle “Ahlak polisi” olarak bilinen “İrşad Devriyeleri” tarafından gözaltına alınıp götürüldüğü karakolda komaya girip üç gün sonra ölmesi, İran’da halen sürmekte olan ve yüzlerce göstericinin hayatını kaybettiği ülke çapındaki kitlesel protestoları tetiklemiş bulunuyor.
Bu hadiseler karşısında Türkiye’de siyasi çevrelerde sergilenen tepkilere baktığımızda şöyle bir tablo görüyoruz:
KALIN: ‘BİREYİN TERCİHİ ESASTIR’
Ankara’nın bu olaylarla ilgili ilk tutum açıklaması 23 Eylül tarihinde Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü Kalın’dan gelmiş. Kalın, NTV’de Ahmet Arpat’ın bu konudaki sorusuna yanıt verirken, önce bu ölümden ve yaşanan olaylardan “büyük üzüntü ve endişe duyduklarını” anlatarak şunları söylemiş:
“Yani İran’da şu veya bu gerekçeyle bu tür karışıklıkların olması bizi üzüyor. Yani bir an önce temel hak, hukuk çerçevesinde bu sorunun çözümü, kadınlara dönük bu tür durumlarla karşılaşıldığında nasıl bir yol izleneceğine dair İran tarafının, İran yönetiminin de daha sağduyulu hareket edeceğine inanıyorum ben. Bu tür tercihlerle karşı karşıya kalındığında bireyin özgürlüğü, tercih hakkı dikkate alınmalıdır. Bu tabii ki toplumun genel, devletin ortaya koyduğu temel kanunları ortadan kaldırmayı hedeflemez. Ama bireyin tercihi de burada esastır. Bu ikisi arasındaki dengeyi gözeten, toplumsal barış ve huzuru önceleyen bir yaklaşımın hakim olması temel arzumuzdur.”
Burada İran yönetimine
Prof. Arslan’ın geçen salı günü AYM Anayasa Yargısı Araştırma Merkezi ile İstanbul’daki Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından ortaklaşa düzenlenen “AYM Kararlarında Yorum Sempozyumu”nda yaptığı konuşmayı kastediyorum.
Konuşmasına koyduğu başlık, zaten Prof. Arslan’ın Anayasa yargısının yönelmesi gereken hedeflere nasıl baktığı hususunda yeteri kadar açıklayıcıdır. Metin, “Anayasa Mahkemesi’nin Hak Eksenli Yorumu” başlığını taşıyor.
Anayasa yargısının “belki de” en önemli konusunu “yorum” meselesi olarak görüyor AYM Başkanı.
‘OTORİTER YÖNETİMLERDE YORUMA YER YOK’
Prof. Arslan, konuyu değerlendirirken önce hukukta yorum meselesinin Aristo’dan başlayarak felsefi köklerine iniyor, Alman filozof Heidegger’e atıflar yapıyor. Keza ünlü Alman düşünür Jurgen Habermas da karşımıza çıkıyor alıntılar arasında.
AYM Başkanı’na göre, anayasal yorum iç içe geçen üç daire içinde gerçekleşiyor.
Merkezdeki ilk dairede, yorumcu olarak yargıcın kişisel duygu ve düşünce dünyası yer alıyor. Bu çerçevede yargıcın yetişme tarzı, ideolojisi, sahip olduğu değerler manzumesi, tercihleri, sevgisi ve öfkesi yorumda etkili olabiliyor.
İkinci dairede yorumcu topluluğuna hâkim olan paradigma var. Paradigma için
Bu kararla birlikte, HDP hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 2021 yılında AYM’de açılmış olan kapatma davasının ciddiyeti daha da kuvvetli bir şekilde hissedilmiş olmalıdır.
Bu karar birçok bakımdan önemli. Öncelikle, mahkemenin HDP davasında artık karar alma menzilinin yaklaşmakta olduğunu bizlere hatırlatıyor. Aynı zamanda mahkemedeki sayısal denge hakkında bir izlenim de veriyor.
Önem derecesinin kritik bir boyutu daha var. Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçiminin erkene alınması tartışmaları hesaba katıldığında, mahkemeden çıkacak kararın zamanlaması, içeriğine bağlı olarak sandığa gidilirken bütün siyasi hesapları etkileme potansiyelini de barındırıyor.
Tabii, muhtemelen önümüzdeki ay başında AYM Başkanlığı için yapılacak olan seçimi de bu denkleme yerleştirdiğimizde, galiba bütün projektörlerimizi artık yavaş yavaş AYM’ye doğru çevirmenin zamanının geldiğini anlıyoruz.
Gelin bugün biz de böyle yapalım ve önümüzdeki haftalarda, aylarda AYM cephesinde bizi bekleyen muhtemel gelişmelere ve bunlara ilişkin takvime kısaca göz atalım.
TEDBİR KARARI 9’A 6 OYLA ALINDI
Önce AYM’den önceki gün çıkan ara karara yakından bakalım. Aslında birbirini tamamlayan iki karar söz konusu.
AYM, ilk olarak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP’nin banka hesabıyla ilgili tedbir talebi hakkında karar vermeden önce, HDP’den bu konuda savunma almaya gerek olup olmadığını tartışmış. Toplam 15 üyenin bulunduğu mahkemede yedi üyenin karşıoyuna karşılık, sekiz üyenin oluruyla tedbir kararı için HDP’den savunma alınmasına gerek olmadığına karar verilmiş.
Bu konuda daha önce hiç olmadığı kadar detaylı ve eleştirel bir çizgide konuşan Çavuşoğlu, ilişkilerde gözlenen yavaşlamanın nedenini “Bizim uluslararası toplum nezdinde Uygur Türkleri’nin haklarını savunmamız Çin’i rahatsız ediyor” sözleriyle ifade etti.
Bakan, ardından Pekin ile bu başlıkta yaşanan sorunları tek tek sıraladı. Bunlardan biri, Çin’in sürekli Türkiye’de yaşayan ve Türk vatandaşı olan bazı kişilerin (bölücülük gerekçesiyle) iadesi yönündeki taleplerinin Ankara tarafından geri çevrilmesiydi. “Hiçbirisini vermiyoruz” diyen Çavuşoğlu, sosyal medyada bu kişilerin Çin makamlarına iade edildiği yolunda çıkan haberlerin doğru olmadığını anlattı.
‘İNSANLIĞA KARŞI SUÇ’ NİTELİĞİNDEKİ UYGULAMALAR
Açıklamalarının önemli bir yönü, Çavuşoğlu’nun Birleşmiş Milletler’in bir önceki İnsan Hakları Komiseri Michelle Bachelet’in geçen mayıs ayı sonunda Sincan bölgesi de dahil olmak üzere Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaptığı ziyaretle ilgili olarak hazırladığı ve 31 Ağustos tarihinde yayımladığı rapora kuvvetli bir şekilde sahip çıkmasıydı. Bakan, raporun tüm ihlalleri gözler önüne serdiğini belirterek, “Biz buna tepki göstermek durumundayız” diye konuştu.
Şili’nin eski devlet başkanı olan Bachelet’in raporu, Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan bölgesinde Uygurlara ve ağırlıklı Müslüman olan diğer azınlıklara karşı yönelen ihlallerin “insanlığa karşı suç” oluşturabileceğini belirtiyor.
Çin, azınlık haklarını bastırmak ve “keyfi tutuklama sistemi” kurmakla suçlanıyor. BM raporunda, Sincan bölgesindeki cezaevlerinde insanlık dışı yöntemlerin uygulandığı, cinsiyete dayalı şiddete ilişkin bulguların da bulunduğu kaydediliyor. “Zorla tıbbi müdahale ile ayrımcı bir aile planlamasının ve doğum kontrol politikalarının uygulandığı” da Bachelet’in raporunda yer alan tespitler arasında.
YILAN HİKÂYESİNE DÖNEN SİNCAN GEZİSİ
Çavuşoğlu
Hemen belirtelim. Türkiye’nin 2022 yılında dış ilişkilerindeki en büyük sürprizlerinden biri, muhtemelen en büyüğü, yılın sonuna doğru Esad rejimi ve Rusya’nın savunma bakanları ve istihbarat yöneticileri ile Moskova’da üçlü çerçevede gerçekleşen buluşma olmuştur.
Bu görüşmeden yansıyan normalleşme arayışı, önem ve ağırlığı bakımından galiba yıl içinde kaydedilen kritik gelişmelerin çoğunun üstüne çıkmıştır.
*
Toplantının bizzat gerçekleşmiş olması, Türkiye’nin Suriye içsavaşı karşısındaki tutumu ve Esad rejimi ile ilişkileri bakımından çok uzun yıllar tartışılacak bir gelişmeye işaret ediyor.
Türkiye’nin 2011 yılında Suriye’de patlak veren isyan hareketleri karşısında ilk dönemde açıkça silahlı muhalefetten yana tavır aldığını, rejimin devrilmesi yönünde kuvvetli bir çaba sarf ettiğini hatırladığımızda, 11 yıl sonra rejimi kabullenme ve onunla teröre karşı işbirliği yapmayı konuşma noktasına gelinmesinin geriye dönük bu tartışmayı davet etmesi kaçınılmazdır.
Olayların akışına baktığımızda, Moskova’daki buluşmanın gecikmiş bir adım olduğunu da teslim etmemiz gerekir. Şu nedenlerle...
Birincisi, Rusya’nın 2015’te bütün ağırlığını koyarak askeri gücüyle, özellikle de hava kuvvetleriyle Esad’ın yardımına koşması cephedeki dengeyi zaten çok önce rejim lehine değiştirmişti.
İkincisi, Irak’ın ardından Suriye sahasına da yayılan DEAŞ tehlikesi karşısında Batı dünyasının
Ortadoğu ülkelerinin önemli bir bölümüyle ilişkileri soğuk ve dalgalı sularda seyrediyordu. Bu ülkeler bir araya gelip Yunanistan ile Kıbrıs Rum Yönetimi’ni de yanlarına alarak Türkiye’ye karşı bir ittifak halinde hareket ediyorlardı.
Türkiye’nin o dönemde bölgeyle ilişkilerinde ne kadar zemin kaybettiğini görmek açısından kısa bir hatırlama yapmak yararlı olacaktır. İsrail ve Mısır ile ilişkiler deyim yerindeyse dibe vurmuştu.
Mısır’la ilişkilerdeki kırılma, 2013 yılında Müslüman Kardeşler örgütünün liderlerinden, ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Abdülfettah es-Sisi tarafından devrilmesi ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu darbeye şiddetli bir tepki göstermesiyle yaşandı.
Erdoğan’ın bir kampanya şeklinde sürdürdüğü sert tepkisi, Sisi rejiminin yanı sıra, Müslüman Kardeşler örgütünden rahatsız olan ve bu nedenle Sisi’nin arkasında duran Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ilişkilerin bozulmasını da beraberinde getirdi. BAE, daha sonra 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin arkasında olmakla da suçlanacaktı AK Parti iktidarının önde gelen isimlerince.
Derken 2018 yılında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda hunharca öldürülüp cesedinin ortadan kaldırılması hadisesi yaşandı. Cinayeti işleyenler, bu özel görevle İstanbul’a gönderilmiş olan ve çoğu Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın maiyetinde çalışan askeri yetkililer ve istihbarat görevlileriydi. Türkiye, uluslararası camiayı ayağa kaldırıp Veliaht Prens bin Selman’ın sorumluluğunu ortaya koyan kuvvetli bir kampanya yürüttü. Zaten soğuk bir durumda seyreden ilişkiler tam anlamıyla koptu.
İş burada bitmedi. Türkiye, bu ülkelerle sahada da sık sık karşı karşıya gelmeye başladı. Örneğin, Türkiye Libya’da BM’nin meşru kabul ettiği Ulusal Uzlaşı Hükümeti’ni desteklemeye başlayıp askeri yardımda bulunurken, karşı cephedeki Halife Hafter’in ordusunun arkasında ise Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve ayrıca Rusya’nın paralı askerleri Wagner Grubu vardı. 2020 Temmuz ayında Libya’da Türk Hava Kuvvetleri unsurlarının görev yaptığı Vatiyye’deki hava üssünü bombalayan esrarengiz savaş uçağının BAE bayrağı taşıdığı, resmen teyit edilmese de herkesin az çok üzerinde mutabık olduğu bir husustu.
Bunun üstüne, Suudi Arabistan ve BAE savaş uçakları birden Doğu Akdeniz semalarında göründüler. Suudi ve BAE pilotları, zaman zaman Girit adasındaki üslere konuşlanıp Yunanistan’la askeri tatbikatlara katılıyorlardı. Bu hareketler, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı açık bir meydan okumaydı.
TÜRKİYE ENERJİ
“Ukrayna savaşının ortasında Türkiye ve Rusya’nın ikili ekonomik ilişkilerini derinleştirmesi endişe kaynağıdır” dedi Borrell, Avrupa Parlamentosu’na gönderdiği resmi bir yazıda.
Alman medyası üzerinden gün ışığına çıkan ve Deutsche Welle’nin de aktardığı bu yazıda, Borrell, Türkiye’nin AB’nin Rusya’ya uyguladığı yaptırımlara “uymama politikası”ndan rahatsız olduklarını kaydederek, Türkiye’den yaptırımlara uymasını beklediklerini de açıklıyor.
Meselenin en ilginç tarafı, Borrell’in bu beklentiyi ifade ederken Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığının altını çizme gereğini duymuş olmasıdır. AB’nin Dışişleri Bakanı konumundaki Borrell, “Türkiye dahil bütün aday ülkelerden kararlaştırılan önlemlere uymaları bekleniyor” bildiriminde bulunuyor Avrupa Parlamentosu’na.
*
Borrell’in bu açıklaması olmasaydı, AB’nin üst düzey yöneticilerinden birinden Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adayı statüsüne hâlâ sahip olduğunu galiba pek duymayacaktık. AB yetkililerinin artık telaffuz etmekten kaçındıkları Türkiye’nin adaylığı, Ukrayna savaşı çerçevesinde AB’nin Türkiye’den beklentileri, talepleri söz konusu olduğunda birden hatırlanmıştır.
Tabii Borrell’in bu ifadelerini duyunca, 2021 yılında Avrupa Komisyonu’nun aldığı bir kararla Genişleme Bölümü’nde Türkiye dosyasını tek başına bulunduğu direktörlükten alıp Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle aynı direktörlüğe transfer etme kararını hatırlıyor insan ister istemez.
Komisyonun bu adımında organizasyonel şemasında Türkiye’nin idari olarak bağlandığı coğrafi bölgeyi değiştirmesi Türkiye’ye bakışının gerisindeki perspektifi çarpıcı bir şekilde yansıtıyordu. Bu tasarruf, AB bürokrasisinde tam üyelik dosyasının tümden kapatılmış olduğuna, AB’nin Türkiye’yi zihinsel olarak kendisinden tümüyle uzaklaştırdığına işaret ediyordu.
Ukrayna savaşıyla birlikte AB’nin genişleme stratejisinin bundan sonraki aşaması için Balkan ülkelerinin entegrasyonuna dönük çalışmalarda belirgin bir hareketlilik uç vermiş olsa da Türkiye yine bu kümenin dışında tutulmuştur.