Bu konuda salı günü yayımlanan yazımı hazırlamak üzere dosyanın üzerinden giderken 1990’lı yıllarda Uğur Mumcu gibi hayatlarını benzer suikastlarda kaybeden, kendisinin dünya görüşüne yakın diğer aydınların, akademisyenlerin, gazetecilerin isimleri bir kez daha karşımda belirdi. Bu cinayetlerin dosyaları yargı sürecinde iki ayrı radikal dinci örgüte bağlanarak büyük ölçüde birlikte değerlendirilmişti.
Aradan yıllar geçtikten sonra geriye doğru bir yolculuğa çıkıp bu isimlere topluca baktığınızda, şekillenen çıkan fotoğraf sizi ister istemez düşündürücü bir muhasebeyle baş başa bırakıyor.
Bu hafıza tazelemesinde şu isimlerle karşılaşıyoruz:
1. SUİKAST:
PROF. MUAMMER AKSOY
1990’lı yıllar Türkiye’yi sarsan bir siyasi suikastla başladı. İlk kurban Prof. Muammer Aksoy (73) oldu. Mülkiye’nin eski anayasa hukuku hocalarından olan Prof. Aksoy, Ankara Barosu Başkanlığı, Türk Hukuk Kurumu Başkanlığı gibi görevlerde bulunmuş, bir dönem CHP’den milletvekilliği de yapmıştı. Prof. Aksoy, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin de Kurucu Başkanı’ydı.
Prof. Aksoy, 31 Ocak 1990 günü akşam 19.00 sularında Ankara Bahçelievler’de oturduğu apartmanın önünde öldürüldü. Suikastçı, Prof. Aksoy’u ikisini kafasına, birisini göğsüne sıktığı üç kurşunla öldürdü.
Bu terör eylemi uzun yıllar faili meçhul bir cinayet olarak kaldı. Dosya 2000’li yılların başında
Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli gazetecilerinden biri olan Cumhuriyet yazarı Uğur Mumcu patlamada hayatını kaybederken, bu patlamanın yarattığı gölge Türkiye’nin üzerine çöktü. Aradan otuz yıl geçtiği halde o gölge kalkmış değil.
Ve geçen süre zarfında bu patlamayla ilgili olarak beliren sorular, ne yazık ki bugün bu terör saldırısı hakkında bildiklerimizden daha çok.
***
Uğur Mumcu bu suikasta kurban gittiğinde 51 yaşındaydı. Bir köşe yazarı olarak soldaki duruşu ve laik Cumhuriyet’e bağlılığı konusundaki ödünsüz çizgisiyle temayüz etmişti. Köşe yazarlığının sınırları içinde kalmadı, aynı zamanda araştırmacı gazetecilik tarzının Türkiye’de yerleşmesi ve önemsenmesinde öncü bir rol oynadı.
Hayali ihracat gibi yolsuzluk olaylarından uyuşturucu ve silah kaçakçılığına, yasadışı bu yapıların silahlı terör örgütleriyle ve devlet içindeki kimi odaklarla ilişkilerine kadar uzanan geniş bir alanda, hepsi de belgelere dayanan sayısız çalışma bıraktı geride. Bu konuların yanı sıra tarikatların ticaret ve siyasetle ilişkileri yine Mumcu’nun uyarıcı bir üslupla ısrarla üzerinde çalıştığı alanlardan biriydi.
Bilinen çalışmalarından biri, 1970’li yılların ortalarında MC hükümetinin başbakanı Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel’in hayali mobilya ihracatı üzerinden aldığı ihracat teşviklerini konu alan yolsuzluk dosyasıydı. Bunu tanınmış gazeteci Altan Öymen ile birlikte “Mobilya Dosyası” adı altında bir kitap haline getirdiler.
Çarpıcı bir başka çalışması “Rabıta” dosyasıydı. Bu dizisiyle 12 Eylül askeri rejim dönemini de içerecek bir zaman kesitinde Avrupa’daki Diyanet görevlilerinin maaşlarının, Suudi Arabistan’ın Rabıta örgütü tarafından ödendiğini ortaya çıkarttı.
Yeraltı dünyası ile devlet birimleri arasındaki ilişkilere dönük tespitlerine baktığımızda, aslında 1996 yılında meydana gelen Susurluk kazasında ortalığa saçılan yasadışı ilişki ağlarını büyük ölçüde önceden tarif ettiğini, çerçevesini çizdiğini söylemek hata olmaz.
Konsey’de katıldığı Bakanlar Komitesi toplantılarında sıkça Türkiye’deki insan hakları ihlalleri masaya konurken, devletin temsilcisi kimliğiyle hazır bulunuyordu görüşmelerde. Bu toplantılarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye hakkında aldığı ihlal kararlarının uygulanması konusunda kendisinden izahat vermesi, yol haritası sunması istenen taraftı.
1998 yılında AİHM’de boşalan Türkiye’ye ait yargıçlık pozisyonu için Ankara tarafından aday gösterilip Avrupa Konseyi Parlamenter Assamble’si tarafından bu göreve seçilince, Türmen’in Strasbourg’da Avrupa Konseyi’nin yanında bulunan AİHM merkezindeki mesaisi başladı. Türmen, bu kez yargıç cübbesini giyerek AİHM heyetindeki yerini aldı. Artık Türkiye‘den gelen bireysel başvurular kendisinin önüne konuyor ve bulunduğu bölümdeki diğer yargıçlarla birlikte ihlal olup olmadığına karar veriyorlardı. Roller değişmişti.
“Dışişleri Bakanlığı’nda uzun süredir bu alanda çalışıyordum. En büyük amacım Türkiye’deki insan hakları sorunlarına çözüm getirmekti. Ama ister istemez insan haklarına devlet penceresinden bakıyordum. AİHM yargıçlığına geçince bu bakış açısı değişti. Devleti savunan konumundan devleti yargılayan konumuna geçtim. Bu kolay olmadı. Belirli bir geçiş dönemine gereksinim gösterdi” diye yazıyor Türmen, kısa bir süre önce yayımlanan “Bir AİHM Yargıcının Not Defteri” başlıklı kitabında.
*
Türmen
Bir kadın meslektaşımız, “Mahsa Amani’nin ölümüyle başlayan protestolar giderek büyüdü” diye söze girdi ve “Protestolar dünya basınında da oldukça geniş yer tuttu. Bu bağlamda en çok merak edilen konuysa kadın hakları hususunda bir reform yapılıp yapılmayacağıydı. Bu bağlamda bir reform planınız var mı?” sorusunu yöneltti.
İran rejiminin temsilcisinin verdiği yanıt dinleyenler açısından şaşırtıcı olmadı. Önce “İran İslam Cumhuriyeti’nde kadınlar çok yüksek bir özgürlük ve haklara sahipler” diye başladı konuk Dışişleri Bakanı. Ardından Mahsa Amani’nin hayatını kaybedişini “doğal ölüm” olarak nitelendirdi. Bu ölümün kendilerini de “büyük bir üzüntüye boğduğunu” anlattı.
Abdullahiyan’a göre “Gerçek”, “Yabancı güçlerin müdahalesiyle, sosyal medyanın ve Batı basınının da desteği ve çabalarıyla, siyasi ve güvenlik özel amaçları ile İslam Cumhuriyeti aleyhine bir komplo ve girişimde bulunulmuş olması”ydı.
Bu çerçevede “Amerika ve Batı’nın Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de ve Yemen’deki girişimleri sonucu ölen kadın ve çocukların hakları için neden tepki gösterilmediğini” sordu İran Dışişleri Bakanı. Keza yine Batı’ya dönük bir eleştiri olarak geçen mayıs ayında İsrail askerleri tarafından ateş açılarak öldürülen Filistinli kadın gazeteci Şirin Abu Akleh’in durumunu açtı.
*
Özetle, Abdullahiyan, İran’da geçen eylül ayından bu yana sürmekte olan gösterileri “Batı’nın komplosu” olarak nitelendirip, daha çok Amerika’nın neden olduğu kadın ve çocuk ölümlerini gündeme getiren, İsrail’in eylemlerine yüklenen bir savunma hattına çekildi.
Benim asıl dikkatimi çeken nokta, konuk Bakan’ın sözlerinin sonunda “İran İslam Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti bölgemizde en güçlü demokrasiye sahip olan iki ülkedir” diye konuşmasıydı.
Böylelikle, İran’ın da kendisini bir demokrasi olarak gördüğünü, hatta demokrasi ölçülerinde Türkiye ile aynı ligde değerlendirdiğini bizzat bu ülkenin dışişleri bakanının ağzından duymuş olduk.
Bu dava 24 Haziran 2018 seçimlerinden tam 10 gün önce 14 Haziran tarihinde Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde meydana gelen, büyük bölümü bir hastane baskını şeklinde gerçekleşen, dört kişinin hayatını kaybettiği, sekiz vatandaşın da yaralandığı olayları konu alıyor.
Geçen süre zarfında soruşturmanın akıbeti ile ilgili beş ayrı yazı kaleme aldığım için davanın nihayet başlamış olmasını da ayrı bir yazıyla değerlendirmeyi fikri takip ilkesinin bir gereği olarak görüyorum.
*
İtiraf edeyim ki, ilk kez 23 Haziran 2018 tarihinde “Suruç’ta Çarşıda ve Hastanede Ne Oldu?” başlığıyla çıkan yazımı kaleme alırken yargı sürecinin bu kadar uzayabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti. Yazının sonunda Suruç’ta yaşanan hadiselerin bütün boyutlarıyla tarafsız bir şekilde soruşturularak ortaya çıkartılmasının ve sorumluların adalet önünde hesap vermelerinin hukuk devletinin “asgari bir gereği” olduğunu belirtmiş, “Türk kamuoyu Suruç’ta ne olduğu konusunda aydınlatılmayı beklemektedir” diye yazmıştım.
Hukuk devletinin asgari gereğinin ilk aşamasının yerine getirilmesi, yani iddianamenin çıkması bir hayli zaman almıştır. Olayların yalnızca Suruç Çarşısı’nda meydana gelen ilk bölümü için 2019 yılı sonunda 13 sanıklı bir iddianame hazırlanıp yargılamaya 2020 yılında geçilmiştir.
Ancak herkesin gözü önünde, bazı tanıklara göre yüzlerce kişi tarafından gerçekleştirilen hastane baskınına ilişkin soruşturmanın, Çarşı’daki olayla ilgili dosyadan ayrılarak “gizlilik kararı” altında sürüncemede kalması, bu konudaki iddianamenin bir türlü yazılmaması tuhaf bir durum yaratmıştır.
Bu arada olaylarda eşini ve iki oğlunu kaybeden Emine Şenyaşar, 9 Mart 2021 tarihinden itibaren her gün Şanlıurfa Adliyesi’nin önüne giderek oturma eylemine başlamıştır. Emine Şenyaşar’ın “Adalet Nöbeti” kamuoyunun dikkatinin soruşturmada yaşanan sorunlara çekilmesine yardımcı olmuş, bu konuda kayda değer bir farkındalık yaratmıştır.
*
İÇİNDEN geçtiğimiz bugünlerde en çok tartışılan konulardan biri Türkiye ile Yunanistan arasında hava kuvvetlerindeki güç dengesi. Bunun nedeni, her iki ülkenin hava kuvvetlerinin modernizasyonu ve yeni savaş uçağı alımlarıyla ile ilgili yaşanmakta olan kritik gelişmeler. Bu gelişmelerin Türkiye ve Yunanistan cephelerinde hangi yönlerde sonuçlanacağı, iki ülke arasında Ege’de havadaki askeri güç dengesini doğrudan etkileyebilme potansiyeli taşıyor.
Askeri yeteneklerin karşılaştırılması alanında en önemli uluslararası referanslardan biri kabul edilen “Küresel Ateş Gücü” (Global Firepower) isimli web portalına bakılırsa, hava gücünde muharip uçaklar açısından küresel sıralamada Türkiye 15’inci, Yunanistan ise 17’nci geliyor.
Muhtelif kaynaklardan derlediğimiz bilgilere göre, muharip yeteneklerde Türkiye’nin 235 kadar dördüncü nesil F-16 savaş uçağı ve 30 kadar genellikle 3.5’uncu nesil kabul edilen F-4 savaş uçağı var. Türkiye’nin halihazırda 4.5’uncu nesil savaş uçağı yok. Bunun yerine mevcut F-16’lara, VIPER diye adlandırılan bir modernizasyon projesi ile 4.5’uncu nesil özellikleri kazandırılması hedefleniyor. Türkiye, ayrıca ABD’den 40 adet 4.5’uncu nesil yeni F-16 VIPER savaş uçağı almak istiyor.
Türkiye’nin 5’inci nesil F-35 uçağı bulunmuyor. Aslında başlangıçta bu uçakların ortak üretim programında yer almasına karşılık, S-400 hava savunma sistemi aldığı için Türkiye 2019 yılında ABD tarafından bu programdan çıkartılmıştı.
Yunanistan’ın envanterinde ise 160 kadar F-16 bulunuyor. Geçen yıl Yunan F-16’larının VIPER modernizasyon projesi fiilen başladı. Toplam 84 kadar F-16 modernize edilecek. Komşumuzun yine dördüncü nesil olan 24 kadar Fransız Mirage uçağı var. Buna ek olarak, Yunanistan geçen yıl başında Fransa’dan 4.5’uncu nesil 6 adet Rafale uçağı aldı. Varılan mutabakat çerçevesinde Yunanistan’ın envanterindeki Rafale uçaklarının sayısının 2025 yılına kadar 30’a çıkması planlanıyor. Bir de 35 kadar 3.5’uncu nesil F-4 Yunanistan’ın muharip uçak envanterini tamamlıyor.
Süleyman Demirel törene katılan tek cumhurbaşkanıydı. Sınırlı sayıda Balkan ve Orta Avrupa ülkesi başbakan düzeyinde hazır bulunmuştu törende. ABD’yi ve AB ülkelerini Zagreb’deki büyükelçileri temsil ediyordu.
Batı dünyası Tudjman’ın cenazesine de mesafeliydi. Nedeni, Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde ve Bosna’da patlak veren savaşlarda kendisine atfedilen savaş suçlarıyla ilgiliydi. Tudjman, ayrıca otoriter liderlik tarzı ve insan hakları alanındaki siciliyle de Batı’da genel olarak rahatsızlık yaratmıştı.
Cumhurbaşkanı Demirel, yaptığımız sohbette her şeye rağmen Türkiye’nin cenaze merasiminde en üst düzeyde temsilinin doğru bir karar olduğunu belirterek, bu tür jestlerin ikili ilişkilerde ileriye dönük kalıcı olumlu izler bırakacağını anlatmıştı.
*
Evet, Demirel’in Zagreb’e cenaze törenine katılmak için yaptığı günü birlik gezisini izleyen gazetecilerden biri de o dönemde Hürriyet’in Ankara Temsilcisi sıfatımla bendim.
Tabii bizler Tudjman’ın cenazesini izlesek de, aklımız o hafta sonunda Türkiye’nin önünde açılmış olan Avrupa Birliği’ne tam üyelik perspektifine kilitlenmiş durumdaydı.
Galiba biraz ayaklarımız yerden kesilmiş gibiydi. İçinde bulunduğumuz yüksek ruh halinin gerisinde bir cuma gününe denk gelen 10 Aralık 1999 tarihinde Helsinki’de başlayan AB Zirvesi’nde alınan tarihi bir kararla Türkiye’nin tam üyelik adaylığının resmen açıklanmış olması yatıyordu. Avrupa Birliği’nin Dış Politika Temsilcisi Javier Solana bu kararla ilgili son detayları müzakere etmek üzere Ankara’ya gelmişti.
Ankara’nın önerilen çerçeveyi kabulünün ardından dönemin başbakanı
Rakamlara bakınca aslında geçen yıl boyunca yakından gözlenen bir yönelişin kesinleşmiş tablosunu karşımızda bulduk. Rusya, geride bıraktığımız yıl Türkiye’nin en çok ithalat yaptığı ülkeler sıralamasında birinciliğe yükselmiş.
Rusya, özellikle doğalgaz alımı nedeniyle Türkiye’nin ithalatında her seferinde ilk üç içinde olmakla birlikte, genellikle ikincilik ve üçüncülük sıralarını Almanya ile dönüşümlü olarak paylaşırdı. Son yıllarda Çin Halk Cumhuriyeti, Türkiye’nin ithalatındaki birinciliğini başka hiçbir ülkeye kaptırmıyordu. Ancak Rusya, bu kez Çin’i geride bırakmıştır.
Rakamlar üzerinden göstermeye çalışırsak, 2021 yılında 32.3 milyar dolarla ithalatta birinci olan Çin, geçen yıl 41.3 milyar dolara çıksa da yine de sıralamada ikinci olmaktan kurtulamamıştır. Çünkü, 2021 yılında Türkiye’nin ithalatında 28.9 milyar dolarla ikinci sırada olan Rusya bu kez 59.6 milyar dolara fırlamıştır. Artış iki katın da biraz üstündedir.
Neresinden bakılırsa bakılsın buradaki artış majör bir sıçramadır. Çok sık karşılanan bir durumdan söz etmiyoruz.
*
Rusya’nın Türkiye’ye ihracatındaki artış nereden kaynaklanıyor? Bu sorunun yanıtı uzunca bir zamandır, daha doğrusu Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’nun (EPDK) aylık istatistiklerinde yavaş yavaş şekillenmekteydi.
Savaşın şubat sonunda patlak vermesinin ardından özellikle hazirandan itibaren Türkiye’nin Rusya’dan petrol ithalatı aylık bazda önceki yıllara kıyasla yaklaşık iki kat artmaya başlamıştı. Petrol ithalatında daha önce genellikle Irak birinci sırada dururken, Rusya birden bu ülkenin üstüne çıkmıştı.
Rusya’nın Batı’nın ambargosu karşısında düşük tarifeden petrol satmaya başlamasının Türkiye’nin bu ülkeden petrol ithalatını yukarı çeken ciddi bir teşvik faktörü olduğunu söylemek mümkün.