Paylaş
Bir kadın meslektaşımız, “Mahsa Amani’nin ölümüyle başlayan protestolar giderek büyüdü” diye söze girdi ve “Protestolar dünya basınında da oldukça geniş yer tuttu. Bu bağlamda en çok merak edilen konuysa kadın hakları hususunda bir reform yapılıp yapılmayacağıydı. Bu bağlamda bir reform planınız var mı?” sorusunu yöneltti.
İran rejiminin temsilcisinin verdiği yanıt dinleyenler açısından şaşırtıcı olmadı. Önce “İran İslam Cumhuriyeti’nde kadınlar çok yüksek bir özgürlük ve haklara sahipler” diye başladı konuk Dışişleri Bakanı. Ardından Mahsa Amani’nin hayatını kaybedişini “doğal ölüm” olarak nitelendirdi. Bu ölümün kendilerini de “büyük bir üzüntüye boğduğunu” anlattı.
Abdullahiyan’a göre “Gerçek”, “Yabancı güçlerin müdahalesiyle, sosyal medyanın ve Batı basınının da desteği ve çabalarıyla, siyasi ve güvenlik özel amaçları ile İslam Cumhuriyeti aleyhine bir komplo ve girişimde bulunulmuş olması”ydı.
Bu çerçevede “Amerika ve Batı’nın Irak’ta, Afganistan’da, Suriye’de ve Yemen’deki girişimleri sonucu ölen kadın ve çocukların hakları için neden tepki gösterilmediğini” sordu İran Dışişleri Bakanı. Keza yine Batı’ya dönük bir eleştiri olarak geçen mayıs ayında İsrail askerleri tarafından ateş açılarak öldürülen Filistinli kadın gazeteci Şirin Abu Akleh’in durumunu açtı.
*
Özetle, Abdullahiyan, İran’da geçen eylül ayından bu yana sürmekte olan gösterileri “Batı’nın komplosu” olarak nitelendirip, daha çok Amerika’nın neden olduğu kadın ve çocuk ölümlerini gündeme getiren, İsrail’in eylemlerine yüklenen bir savunma hattına çekildi.
Benim asıl dikkatimi çeken nokta, konuk Bakan’ın sözlerinin sonunda “İran İslam Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti bölgemizde en güçlü demokrasiye sahip olan iki ülkedir” diye konuşmasıydı.
Böylelikle, İran’ın da kendisini bir demokrasi olarak gördüğünü, hatta demokrasi ölçülerinde Türkiye ile aynı ligde değerlendirdiğini bizzat bu ülkenin dışişleri bakanının ağzından duymuş olduk.
*
Kuşkusuz, İran’da 22 yaşındaki Mahsa Amani’nin geçen 13 Eylül’de gözaltına alındıktan üç gün sonra karakolda öldüğünün ortaya çıkmasıyla patlak veren ve kısa zamanda ülkenin birçok kentine yayılan kitlesel protesto gösterilerinde 500’den fazla insanın hayatını kaybettiğini, bunu protestoculara dönük idamların izlediğini hatırladığımızda, Abdullahiyan’ın sözlerinin gerçeklere tekabül ettiğini söyleyebilmek zor.
İran’ın birçok şehrinde kaydedilen canlı görüntüler üzerinden bütün dünyaya yansıyan protestolar, kadınlar başta olmak üzere toplumun çok geniş kesimlerini, özellikle gençleri, üniversite ve lise öğrencilerini de kapsayan kuvvetli ve yaygın bir özgürlük talebinin dile getirilmekte olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Aynı görüntüler, rejimin göstericilere karşı kullandığı acımasız yöntemlerin çarpıcı görsel kanıtlarını da gözler önüne seriyor.
*
Abdullahiyan’ın her şeyi “Batı komplosu” ile izah eden ifadeleri, aslında İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in geçen 4 Ocak’taki açıklamasında başörtüsü yasağının uygulamasında sorunlu bir durumun olduğunu kabullendiği ve bu konuda esneklik çağrısında bulunduğu gerçeğinin bile gerisinde kalıyor.
Hamaney, büyük yankılara yol açan bu çıkışında, başörtüsünü “uyulması gereken bir dini yükümlülük” diye nitelendirmekle birlikte, “başörtüsü kuralına tam olarak uymayanların asla dinsizlik ve devrim karşıtlığıyla suçlanmaması gerektiğini” söylemişti.
Aynı zamanda Mahsa Amani’nin ölümüne neden olan “İrşad Devriyeleri” (Ahlak Polisi) uygulamasının kaldırıldığı yolundaki açıklamalar da rejim cephesinde yumuşama adımları olarak nitelendiriliyor.
*
Ancak farklı yönde, çelişkili gelişmeler de var. Örneğin, İran Dışişleri Bakanı’nın bu beyanı İran’ın eski Cumhurbaşkanı Ali Ekber Haşimi Rafsancani’nin kızı Faize Haşimi’nin geçen hafta “rejime karşı propaganda” ve “kamu düzenini bozmak” suçlamalarıyla beş yıl hapis cezasına çarptırılmasının hemen sonrasına rastlıyor.
Bugünkü rejime yönelttiği bir dizi eleştiri çerçevesinde başörtüsünün zorunlu olmasına da karşı çıkan Faize Haşimi, Mahsa Amani’nin ölümü sonrasında başlayan gösteriler sırasında 27 Eylül’de gözaltına alınmıştı.
*
Burada altını çizeceğimiz önemli bir husus, Ankara cephesinde özellikle Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı ve Sözcüsü İbrahim Kalın’ın İran’daki protestolarla ilgili yaptığı açıklamalarda, kanunlarla hürriyetler arasında bir denge kurulması gerektiğini vurgulayarak, İran yönetiminin “daha sağduyulu” davranması yolunda beklentiler ifade etmiş olmasıdır.
Kalın, İran’da devletin temel kanunlarının ortadan kaldırılmasının hedeflenmeyeceğini belirtmekle birlikte, “Bu tür tercihlerle karşı karşıya kalındığında bireyin özgürlüğü, tercih hakkı esas alınmalıdır” mesajını vermişti.
İran’da ahlak polisi gibi alanlarda atılan adımların ülkede sistem içinde bir tartışmanın başladığını gösterdiğine dikkat çeken Kalın, “İnşallah bu, temel hak ve hürriyetleri, özgürlükleri koruma altına alan bir yapıya doğru evrilir” diye konuşmuştu. Kalın, İranlı muhataplara, mevkidaşlara bu yönde telkinler yapıldığını da bildirmişti.
*
Abdullahiyan’ın İran’ın bir demokrasi olduğunu ileri sürmesi de ayrıca üzerinde durulması gereken bir çıkış. Aslında İran’da rejimin bazı temsilcilerinin bu söyleme başvurmaları çok sık olmamakla birlikte zaman zaman karşılaşılan bir durum. Özellikle ülkede düzenlenen Meclis seçimlerinden yola çıkılarak İslam Cumhuriyeti rejimine demokrasi yakıştırması yapılabiliyor.
Kuşkusuz, İran’ın neden bir demokrasi olarak nitelendirilemeyeceği görüşünü dayandıracağımız uzun bir gerekçeler listesi yapılabilir. İran’daki Meclis seçimlerinden önce her adayın, Anayasayı Koruma Konseyi’nin onayından geçmesi gerektiğini hatırlamak bile, tek başına bu iddiayı dayanaksız kılmaya yeterli olmalıdır.
Üyelerinin seçiminde ülkenin dini liderinin belirleyici olduğu bu konseyin vesayeti altındaki bir seçimi demokratik olarak nitelendirmek tabii ki söz konusu olamaz.
*
Türkiye’deki demokrasi uygulamasının bugün bir dizi soruna sahne olmakla birlikte, İran’la aynı çizgide bir demokrasi hüviyetiyle nitelendirilmesi, her şeye rağmen kabul edilebilir bir durum değildir.
Ancak bütün bu tartışmanın yine de olumlu bir boyutunun olduğunu düşünüyorum. İran Dışişleri Bakanı’nın demokrasi kavramını telaffuz etmiş olması bile, anlaşılabilir bütün çekincelere rağmen kayda değer bir adım olarak görülebilir.
Ona temelden karşı olan teokratik, baskıcı bir rejimin temsilcilerine kendisinden olumlu bir değer kabulüyle söz ettirmesi bile, demokrasinin gücünü göstermiyor mu?
Paylaş