Savaşın seyri ve ortaya çıkan insani trajediye nasıl bir karşılık verileceği, uluslararası camianın önde gelen ülkelerini, güç merkezlerini ve kurumları da kritik bir sınamaya tabi tutuyor.
Bu yönüyle savaş ilerledikçe, uluslararası düzeni, küresel ölçekteki dengeleri, saflaşmaları ve algıları da ciddi derecelerde etkileyen boyutlar kazanıyor.
Tabii bu başlığı değerlendirmek üzere yola koyulurken öncelikle şu temel tespiti yapmamız gerekiyor. Tırmanmakta olan savaşı tetikleyen, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e düzenlediği baskında asker-sivil ayrımı gözetmeksizin her yaştan insanı katletmesi, ardından aralarında yaşlı kadınların da bulunduğu 200’den fazla insanı kaçırıp rehin alması eylemi oldu.
Eğer kriz Hamas’ın bu saldırısıyla sınırlı kalsaydı, suçlamaların, kınamaların odağına Hamas’ı yerleştirerek sorumlu ilan edilebilirdi.
Ancak, İsrail’in bu baskına hiçbir ayrım gözetmeyen, acımasız, orantısız bir bombardımanla karşılık vermesi, dahası Gazze’yi bütünüyle abluka altına alarak suyu, elektriği keserek burada yaşayan 2 milyondan fazla insanın hayat hakkına saldırması, bu süreçte 5 binden fazla insanın ölmesi krizi farklı bir yere taşımış bulunuyor. BM’nin önceki gün açıkladığı verilere göre, Gazze’de ölen Filistinlilerin yüzde 62’si çocuklar ve kadınlardan oluşuyor.
*
İsrail’in bombardımanı ve ablukası karşısında tavır almadığı gerekçesiyle eleştiriler öncelikle ABD’ye yönelirken, Avrupa ülkelerinin ve Avrupa Birliği’nin tutumunun da artan ölçüde sorgulandığı gözleniyor. AB ve kurumları da Gazze Savaşı nedeniyle ciddi bir sarsıntıdan geçiyor bugünlerde.
Bu sarsıntının birçok yansıması söz konusu.
Ve hatırladıkça da her seferinde şu soru karşımda beliriyor:
Bu savaş daha önce meydana gelmiş olsaydı ve Türkiye bu krize bir kısmı çatışmalara doğrudan taraf ya da sınırdaş olan bu ülkelerle ilişkileri kopmuş bir şekilde yakalansaydı, nasıl bir tabloyla karşılaşırdık?
Tabii, aynı soruyu -Türkiye bu ülkelerle ilişkilerini onarmamış olsaydı bugün nasıl bir durum yaşanırdı- şeklinde de formüle edebilirsiniz.
Kuvvetle muhtemeldir ki, geçen iki haftayı aşkın süre içinde gözlediğimiz diplomatik faaliyetin önemli bir bölümünün icrasında ciddi bir güçlükle karşılaşılırdı.
*
İsrail-Hamas savaşıyla girilen büyük bölgesel sarsıntının hemen başlangıcında Türkiye’nin attığı ilk adımlardan biri, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirmesi oldu.
Erdoğan, saldırıdan iki gün sonra 9 Ekim’de aradığı Herzog’a, “Gazze halkının topluca, ayrım gözetmeksizin zarar görebileceği bir adımın, bölgedeki acıları ve şiddet sarmalını daha da artıracağını” vurguladı.
Hamas’ın İsrail’e saldırdığı 7 Ekim günü ilk açıklamasında taraflara
Bu raporlarda kayda geçirilen insani durumun her geçen gün ne kadar kötüleştiğini, ne kadar dramatik bir görüntü kazandığını gösterebilmek için dün saat 11.45’te gelen son raporun bazı başlıklarını özet olarak aktarmak istiyorum bugünkü yazımda.
BM’nin bu alandaki uzman kuruluşu OCHA’nın dünkü raporu, çatışmaların başlamasından sonraki 13’üncü gün itibarıyla gelinen durumu 19 Ekim, yani perşembe akşamı itibarıyla yansıtıyor.
ENKAZ ALTINDA KURTARILMAYI BEKLEYEN YÜZLERCE İNSAN VAR
Bu rapor hemen girişinde, önceki akşam itibarıyla ölen Filistinlilerin toplamının 3 bin 785’e geldiğini belirtiyor. OCHA’nın Gazze Sağlık Bakanlığı’na dayanarak paylaştığı veriye göre, ölenlerin toplamı içinde 1.524’ü çocuklardır. Yaralı sayısı ise 12 bin 500’dür. Aynı rapor, İsrail tarafındaki kayıpların toplamını 1.400, yaralı sayısını ise 4 bin 629 olarak veriyor.
OCHA raporunda dikkat çekilen önemli bir konu, aralarında kadınlar ve çocukların da bulunduğu -tahminlere göre- yüzlerce insanın bombardıman sonucu yıkılan binaların enkazı altında kaldıkları ve kurtarılmayı bekledikleridir. Enkaz altında yüzlerce cesedin de bulunduğu tahmin ediliyor. Ancak saldırıların sürmekte oluşu ve yakıt sıkıntısı nedeniyle motorlu taşıtların çalıştırılmasında ve araç-gereç taşınmasında yaşanan güçlükler, kurtarma faaliyetlerini zora sokmaktadır.
CESETLER KİMLİK TEŞHİSİ BEKLENMEDEN TOPLUCA GÖMÜLÜYOR
Rapora göre, önceki gün İsrail’in hava saldırıları iki ekmek fırınının çevresini hedef almıştır. Bu sırada aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu pek çok insan fırınların önünde kuyrukta beklemekteydi. Bu iki saldırıda Gazze şehrinde 20, An Nusrat mülteci kampında ise 5 kişi hayatını kaybetmiştir OCHA’nın tespitlerine göre.
BM raporunda aktarılan çok sıkıntılı bir durum, 15 Ekim Pazar günü İsrail’in hava saldırılarında hayatını kaybeden yaklaşık 100 kişinin Rafah kasabasında kimlik teşhisleri yapılmadan topluca gömülmesi hadisesidir. Bunun nedeni, bekletilecekleri bir morg bulunamadığından, cesetlerin çürümemesi için zorunlu nedenlerle kimlik teşhis prosedürleri uygulanmadan defin kararı alınmasıdır.
Bu hadise, Hamas’ın 7 Ekim’de İsrail’e baskın bir saldırı düzenleyerek ayrım gözetmeden öldürme ve insan kaçırma eylemleriyle başlayan, İsrail’in de buna ağır bir misillemede bulunmasıyla patlak veren savaşı çok daha tehlikeli bir eşiğe taşımıştır.
Savaşın tırmanış seyrinde her seferinde daha da ölümcül bir nitelik kazanan, insanlık ve vicdan ölçülerinin sınırlarını yok eden bir kötülük sarmalı içinde sarsılıyoruz.
Krizin her yeni aşamasında farklı şekillerde kurulan cümlelerle formüle edilen en sert kınama açıklamaları, rutinleşen tekrarların sonucu olarak artık fazla bir anlam da ifade etmiyor.
*
Hastanenin saldırıya uğramasının sorumluluğuyla ilgili olarak savaşan tarafların birbirlerini suçlayan açıklamalar yapmalarının yarattığı çelişkili tablo zihinleri karıştırmış bulunuyor. İsrail Hamas’ın suçlamalarını kuvvetle reddetse bile, kendisinin bu tür hadiselerde sahadaki günahlarından kaynaklanan sicili o kadar kötüdür ki, olayı duyan pek çok insan şüphe etme ihtiyacını duymamıştır.
Teknolojinin sağladığı imkânlarla bu saldırının gerçek failinin er geç kesinlik içinde ortaya çıkartılmasını beklemek bu aşamada en doğru tutum görünüyor. Bunun için çok uzun bir süre beklemek gerekeceğini zannetmiyoruz.
*
Bu son olaydan bağımsız olarak baktığımızda, fotoğrafın bütününü okuyabilmek için şu tespitleri de kayda geçirmeliyiz. Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği baskın saldırı sırasında sivil-asker ayrımı yapmadan insanları öldürmesi, çocukları, yaşlı kadınları bile kaçırmış olması, Filistinlilerin ‘mağdur’ imajına büyük bir gölge düşürmüştür.
ÖYLE anlaşılıyor ki, geçen 5 Ekim’de Suriye’de Fırat’ın doğusundaki Tel Temir’de Türkiye’nin bir Silahlı İnsansız Hava Aracı’nın (SİHA) ABD Hava Kuvvetleri’ne bağlı bir F-16 savaş uçağı tarafından düşürülmesi hadisesi üzerinde daha çok konuşup tartışacağız.
Bu olayın meydana gelmesinden hemen sonra Türkiye ile ABD arasında gerek savunma bakanları gerek dışişleri bakanları, ayrıca genelkurmay başkanları arasında yapılan bir dizi ikili görüşmenin sonucu, konunun bir büyük krize dönüşmeden aşıldığı varsayılıyordu.
Her iki tarafta yapılan açıklamalarda, benzer bir hadisenin tekrarının önlenmesi açısından iki ülke askeri makamları arasında işleyen “Çatışmasızlık Mekanizması”nın (Deconfliction Mechanism) daha yakın bir koordinasyon içinde işletileceği vurgusu ön plana çıkmıştı. Nitekim, hadisenin ertesi günü Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasında “İlgili taraflarla çatışmasızlık mekanizmasının daha etkin işletilmesi yönünde gerekli tedbirler alınmaktadır” denilmişti.
Bir NATO ülkesinin savaş uçağının bir başka NATO müttefikinin SİHA’sını düşürmesi, olağan karşılanabilecek bir durum değildir.
Yine de ilk bakışta, böyle bir hadiseden sonra yaşanabilecek olan bir büyük sarsıntı, taraflar arasında yürütülen kriz idaresiyle olabilecek en düşük bir eşikte atlatılmıştı.
İşte bu yöndeki yorumların aslında boşlukta kaldığını, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından geride bıraktığımız günlerde yapılan bir dizi açıklamayla anlamış bulunuyoruz. Beklentilerin tam tersine, “5 Ekim Vakası”nın Erdoğan’ın zihninde kuvvetli tepki tetikleyen bir yer tuttuğunu görüyoruz.
***
Altı çizilmesi gereken bir nokta,
HAMAS’ın geçen cumartesi günü Gazze üzerinden İsrail’e muhtelif cephelerde başlattığı saldırılarla birlikte Ortadoğu’da daha çok kargaşa ve istikrarsızlık, daha çok belirsizlik ve ne yazık ki daha çok insan hayatına mal olacak yeni bir türbülans dönemine girilmiştir.
Muhtemelen önümüzdeki haftalara, aylara yayılacak, çok sert artçı dalgalarla devam edecek şiddetli bir deprem dalgasının, bir “büyük fırtına”nın henüz başındayız.
Ne kadar süreceğini, nerelere yayılacağını, ne gibi savrulmalara yol açacağını, hangi süreçleri tetikleyebileceğini şu andan tümüyle kestirebilecek durumda değiliz bu fırtınanın.
Tarihindeki en büyük baskınlardan birine uğrayan, ‘dokunulmaz ülke’ görüntüsünün üstü çizilen, ciddi kayıplar veren ve kendisini birden bekasıyla ilgili bir travmanın içinde bulan İsrail’in, ayrım gözetmeksizin başvurmakta olduğu sert misillemenin yıkım etkisini de bugünden kestiremiyoruz.
İsrail’in Gazze’ye dönük dün başlattığı abluka çok uzun sürebilir ve buradaki dar şeritte sıkışmış olan 2 milyondan fazla Filistinli için hayat yaşanmaz bir hale gelebilir. Bu durumun bütün bölgeye yönelik bir büyük göç dalgasını tetiklemesi yabana atılmaması gereken bir ihtimaldir.
***
Krizin seyri, aynı zamanda Arap-İsrail uyuşmazlığı ve Filistin sorununa ilişkin bir dizi kabulü, bu meselede kimin haklı kimin haksız olduğu konusundaki bazı yerleşik algıları sarsma potansiyelini de taşıyor.
Örneğin, Filistinlileri bugüne dek İsrail işgaline uğrayan, ayrımcı politikalara, uygulamalara maruz kalan mağdur insanlar olarak gören, Filistin davasına sempatiyle bakan kesimler açısından, ölen İsraillilerin cesetlerine Hamas militanlarınca yapılan saygısızlıkları insani ölçülerle açıklayabilmek mümkün değildir.
NATO Antlaşması’nın ünlü beşinci maddesi, bir müttefikin saldırıya uğraması halinde, bütün müttefiklerin bunu kendilerine de yapılmış sayacaklarını ve onun yardımına geleceklerini söylüyor. NATO, herkesin birbirinin savunmasına yardım edeceği bir savunma konseptine dayanıyor.
Önceki gün Suriye’nin kuzeyinde yaşanan “5 Ekim Vakası”nda
olay şöyle bir akış izliyor. Bir
NATO ülkesinin F-16 savaş uçağı, bir tehdit algılaması üzerine, bir başka NATO ülkesine ait silahlı bir insansız hava aracını ateşlediği füzeyle imha etmiştir.
Düşürülen SİHA’nın Türkiye’ye, düşüren F-16’nın da ABD Hava Kuvvetleri’ne ait olduğu ortaya çıkmıştır.
Şimdi gelin, bir NATO ülkesinin bir başka müttefikinin askeri unsurunu havada imha etmesinin mantığını NATO Antlaşması’nın ruhu ve lafzı içinde izah etmeye çalışın.
* * *
Tabii tarafların bu olaydan sonra yaptıkları muhtelif açıklamalara ve daha önceki pozisyonlarına baktığımızda, bu tartışmayı biraz daha açmak mümkündür.
DIŞİŞLERİ Bakanı Hakan Fidan önceki gün “Irak ve Suriye’de PKK-YPG’ye ait bütün altyapı, üstyapı tesisleri, enerji tesislerinin bundan sonra Türkiye’nin topyekün meşru hedefi olduğunu” açıkladı. Hemen ardından, “Üçüncü tarafların PKK-YPG’li tesislerden ve şahıslardan uzak durmasını tavsiye ediyorum” diye konuştu.
Fidan’ın mesajındaki adresin ABD olduğu konusunda hiçbir tereddüt yok.
PKK’nın geçen pazar günü Ankara’da TBMM’nin hemen karşısında bulunan İçişleri Bakanlığı’nı hedef alan terör saldırısını gerçekleştiren iki teröristin Suriye’den geldiğinin anlaşılmasından sonra Fidan’ın duyurduğu bu uyarı, önemli bir “ilk”e işaret ediyor.
Türkiye, geçmişte PKK-YPG’nin bu iki ülkedeki varlıklarını her zaman hedef almıştı. Bu kez karşımıza çıkan farklardan biri, bu kez üçüncü şahıslara/ülkelere “Orada kalırsanız, düzenleyeceğimiz harekatlarda siz de hedef haline geleceksiniz. Sorumluluk bizden gitti” mesajının verilmesidir.
ABD’nin, PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’nin ana omurgasını oluşturduğu Suriye Demokratik Güçleri, yani SDG’ye verdiği destek nedeniyle, Türkiye ile ABD yönetimi arasında son sekiz-dokuz yıldır şiddetli bir anlaşmazlık yaşanıyor. Fidan’ın verdiği mesajla, ABD ile bu nedenle yaşanan çekişmede tehlikeli bir eşiğe gelindiğini söylemeye gerek yoktur.
***
Üstelik Ankara bu uyarıyı yaparken, sosyal medyada Türkiye’ye ait bir insansız hava aracının Fırat’ın doğusunda uluslararası koalisyon tarafından düşürüldüğü yolunda haberlerin yayılması sahayı daha da kritik bir hale sokmuştur.
Bu haberler doğruysa, Türkiye’nin İHA’sının bir hava savunma sistemi mi yoksa bir savaş uçağı tarafından mı düşürüldüğü hususunda açıklık yoktur. Tetiği çeken tarafın bir ABD uçağı çıkması durumu daha da sıkıntılı bir hale getirebilir. Her halükarda bu haberlerde konu edilen İHA hadisesinin ne olduğu sorusuna açıklık kazandırılması gerekiyor.