Gelgelelim seçim sonucunun bu saatlerde kesinleşmesi güç görünüyor.
Seçimin bütün anketleri tersyüz edecek şekilde, majör bir farkla iki adaydan biri lehine süratle sonuçlanması ihtimali tümden dışlanmasa da, oy sayımının bir süre çekişmeli bir şekilde gitmesi muhtemel bir durumdur.
Bunun temel bir nedeni, iki aday arasındaki yarışın ABD tarihinde nadir görülen bir şekilde çok yakın bir şekilde seyretmiş olmasıdır. Anketlerin önemli bir bölümü haftalardır Demokrat aday Kamala Harris ile Cumhuriyetçi aday Donald Trump’ı kafa kafaya gösteriyor.
Bu çerçevede anketlerin “ortada” gösterdiği seçimin sonucunun her iki yöne de gidebileceği ABD basınında yaygın görüştür.
*
Tabii seçim sonucunu değerlendirebilmek için “Seçmenler Kurulu” (Electoral College) olarak adlandırılan ABD’ye özgü sistemin işleyişini de dikkate almak gerekiyor. Bilindiği gibi, seçimde yeni ABD Başkanı’nı seçecek olan bu kurula gidecek delegeleler için oy kullanılıyor.
Her eyaletin kuruldaki delege sayısı, o eyaletten Kongre’ye giden Temsilciler Meclisi üyesi sayısı ile her eyalet için standart olan iki senatörün sayısının toplamı kadardır. Bu durumda A) Temsilciler Meclisi’nde 435, Senato’daki 100 olan üyelerin toplamına karşılık gelmek üzere 535 ve B) herhangi bir eyaletin idari yapısı içinde olmayan başkent Washington D.C’ye verilen 3 delege kontenjanını de hesaba kattığımızda, kuruldaki toplam 538 delegeyi hesaplıyoruz.
Başkan olabilmek için kuruldaki 538 delegeden 270’ini garantileyebilmek gerekiyor seçimde. İstisna iki küçük eyalet hariç tutulursa, bir eyalette oyların çoğunluğunu alan aday bütün delegeleri kazanmış oluyor.
ARKEOLOJİYE tutku derecesinde meraklı olan gazeteci Özgen Acar, 1980’li yılların sonlarında yaşadığı New York’ta, haftada bir iki kez ABD’nin en prestijli ve büyük müzesi “The Metropolitan Museum Of Arts”a giderek, buradaki eski eserleri incelemektedir.
“Her gidişimde yeni bir şey görürdüm, yeni bir şey öğrenirdim. Kültür mirası bilgilerimi artırırdım” diye anlatıyor Acar.
Bir gidişinde Shelby White-Leon Levy adlarındaki ABD’li bir çiftin özel koleksiyonunun geçici olarak sergilendiğini görünce, hemen merakla bu bölüme geçer. Kapıdan içeri girince karşına birden “Yorgun Herkül” heykelinin üst kısmı çıkar. Şaşırır, “Ben bu heykeli biliyorum” der içinden. Cam bir fanus içine alınmıştır heykel.
Etrafında dönmeye başlar heykelin. Müze görevlisi de Özgen Acar’ın hareketlerinden şüphelenerek, heykele bir şey yapacağı endişesiyle onu izlemeye başlar. Birlikte heykelin etrafında dönmeye başlarlar. Diğer ziyaretçiler de onları izler bu sırada.
Durumu fark edince izlemeyi bırakır Acar. Kataloğu alıp heykelin fotokopisini çeker ve Antalya Müze Müdürü Kayhan Dörtlük’e gönderir faksla.
On dakika sonra telefon eder Antalya’daki Müze Müdürü’ne, “Kayhan, bu senin müzeden mi?” diye sorar. “Abi, nasıl bilmezsin, kapıda duran yarım heykel var ya altı... Bu onun üzeri... Arkadaşlarla konuştuk, tıpatıp bu...” der.
Hemen New York’tan Cumhuriyet gazetesine haberini yapar. Derken konuya Antalya Müzesi’nin de kurucusu olan, Türkiye’nin ilk kadın arkeoloğu Prof. Jale İnan el atar. Ardından Türkiye’den kaçırılmış olan M.S. İkinci Yüzyıla ait heykelin üst kısmının daha sonra götürüldüğü Boston Güzel Sanatlar Müzesi’nden getirilmesi için ABD makamlarıyla tam 21 yıl süren kıyasıya bir hukuk mücadelesi başlatılır.
Bu mücadele eserin 25 Eylül 2011 tarihinde ABD’den getirilmesi ve Antalya Müzesi’nde “
Oval Ofis’te Başkan Biden’ın övgülerini karşılayan muhatabı, 28 Şubat 2023 tarihinden beri Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (KRY) Cumhurbaşkanı olarak görev yapan ABD eğitimli, doktoralı, diplomat kökenli Nikos Christodoulides’ten başkası değildi.
Biden, “Bu yıl, aynı zamanda adanın yapay bir şekilde bölünmesinin de 50’inci yıldönümü. Senatör olarak ilk yılımdı, o günü hatırlıyorum. Üzücü bir gündü. Ama yeniden birleşmiş, iki kesimli, iki toplumlu bir federasyonun mümkün olduğu konusunda iyimserliğimi koruyorum” diye konuştu.
‘ABD’NİN ÖNGÖRÜLEBİLİR VE GÜVENİLİR MÜTTEFİKİYİZ’
Konuk cumhurbaşkanı ise “Ülkelerimiz, ilişkilerimizde gerçek anlamda bir stratejik ortaklık inşa ettiler” diye söze girdi. Konuşmasının en çarpıcı yönlerinden biri, “Kıbrıs, büyük jeopolitik önem taşıyan bir bölgede ABD’nin öngörülebilir ve güvenilir bir müttefikidir” diyerek güven konusunu vurgulamasıydı. Bölgedeki “Avrupa Birliği üyesi devlet olduklarını” da hatırlattı.
Christodoulides, ABD ile ilişkilerden söz ederken “savunma ve güvenlik” başlığını en önde saydı, ardından enerji, kolluk/adli işbirliği, teknoloji alanlarını sıraladı. Ayrıca, iki ülke arasındaki “İlk stratejik diyaloğun” geçen hafta adada gerçekleştiğini de belirtti.
Ve konuşmasının sonunda “ülkesinin 50 yıldır Türk işgali altında olduğunu” söyledi KRY Cumhurbaşkanı. “Müzakerelerin başlaması ve BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla uyumlu bir çözüm bulunması için sizin ve ABD’nin desteğine güveniyorum” dedi.
MAKARİOS VE KLERİDES’TEN SONRA
Oval Ofis’ten aktardığımız bu alıntılar, bugün ABD ile KRY arasındaki ilişkileri kaplamış olan bahar havasını anlatmak bakımından yeterli olmalıdır. Geçen hafta ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı
Özellikle geçen eylül ayının hemen başında Türkiye’nin örgüte üyelik için resmen başvurduğu yolundaki haberlerin ortalığa yayılmasının, hatta bu hususun üst düzey bir Kremlin yetkilisi tarafından teyit edilmesinin ardından Batı basınında, Batı merkezli birçok düşünce kuruluşunda Türkiye’nin BRICS açılımını konu alan birçok haber ve analiz yayımlandı.
“Türkiye ne yapmak istiyor?”, “Rotasını mı değiştiriyor?”, “Yüzünü Batı’dan çevirip, Doğu’ya mı dönüyor?” şeklindeki sorular sıkça karşımıza çıktı.
İlginç olan bir nokta, konu edilen yapı Batı’nın uluslararası düzen içindeki üstünlük alanlarını dengelemek üzere kurulmuş, ağırlıklı olarak Doğu merkezli bir örgüt olunca, bu sorular Uzak Doğu’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada da yakın bir ilgiyle izlendi.
*
Geçen haziran ayından bu yana Türkiye-BRICS başlığı üzerinde çıkan haber ve değerlendirmelerin şimdiden hacim olarak ciddi bir külliyat oluşturduğunu söylemek mümkündür.
Özellikle geçen hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenen BRICS Zirvesi’ne katılımıyla birlikte bu haber ve yorumlar tavan yapmıştır.
Bütün bu yayınlar içinde galiba en dikkat çekici olanı, ABD’nin en prestijli gazetelerinden The New York Times’ın, Kazan zirvesi hakkında verdiği ilk haberin açısını Erdoğan’ın bu foruma katılımı üzerinden görmesiydi.
“Putin’in Ev Sahipliğindeki Zirvede Bir Konuk Göze Çarptı: Erdoğan”
Tabii bu muhasebenin anlamlı olabilmesi için gerçekçi bir zeminde hangi başlama noktasından yola koyulduğumuzu kısaca hatırlamakta yarar var.
Uzun süren bir gerileme ve küçülme döneminden sonra girdiği cihan savaşından yenik çıkmış, büyük kayıplara uğramış bir imparatorluğun son kalan toprakları üzerinde Atatürk’ün önderliğinde verilen bir ulusal kurtuluş mücadelesinin eşsiz zaferiyle ortaya çıkan eserin adıdır Türkiye Cumhuriyeti.
Cumhuriyet’in başlangıç döneminden söz ederken, kurulan yeni yapının imparatorluktan devraldığı ekonomik ve toplumsal koşulların burada etraflıca bir dökümüne girecek değilim. Ama yine de her şeyin esası olan bir faktörün, insan faktörünün altını çizmemiz gerekir bu muhasebede.
Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında nasıl bir beşeri sermaye ile yolculuğuna çıkmıştır?
*
Bu soruya yanıt ararken aslında yeni hiçbir şey söylemediğimin, bilinen açık kaynak verilerini tekrarladığımın farkındayım. Böyle de olsa, bazı olguları belli aralıklarla hatırlamakta, hatırlatmakta, toplu bir hafıza tazelemesi yapmakta bir mahzur olmasa gerektir.
Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından ilk nüfus sayımı dört yıl sonra yapılmıştır. 28 Ekim 1927 tarihinde yapılan bu sayımda Türkiye’nin nüfusu 13 milyon 648 bin çıkmıştır. Bu toplamın 7 milyon 84 bini kadın, 6 milyon 563 bini erkekti.
Burada yakından bakmamız gereken bir gösterge, Türk toplumunun 1927 yılındaki okuryazarlık durumudur.
Buna göre Türkiye, başını Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ve Hindistan gibi ülkelerin çektiği BRICS’in “üyesi” değil “ortağı” olacaktır.
BRICS üyeleri arasında şekillenen mutabakat çerçevesinde örgüte katılmak isteyen yeni ülkelere artık üyelik değil, yalnızca “ortak devlet” (partner state) statüsü verilecektir. Bu, Türkiye gibi BRICS ile kurumsal işbirliği tesis etmek isteyen diğer ülkelere de uygulanacak olan bir statüdür.
Ancak bütün bu sürecin tamamlanabilmesi için bundan sonraki aşamada Rusya’nın BRICS ülkeleri ile yürüteceği danışmalar beklenecektir.
TÜRKİYE’NİN KATILIMINA ULUSLARARASI ALANDA BÜYÜK MERAK
Türkiye’nin BRICS’e katılımı konusu, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın geçen haziran ayında Çin Halk Cumhuriyeti’ne yaptığı ziyaret sırasında Türkiye’nin bu uluslararası kuruluşla “yeni işbirliği imkanları araştırdığını” açıklaması, hemen ardından Moskova’da Rusya lideri Vladimir Putin’i ziyaret ederek Türkiye’nin BRICS ile “işbirliği niyetini” duyurmasıyla birlikte büyük bir tartışmaya yol açmıştı.
Türkiye’nin bir NATO ülkesi olarak, Batı’nın küresel düzen üzerindeki ağırlığını sınırlamak ve aynı zamanda üyeleri arasında ekonomik işbirliğini geliştirmek üzere yola koyulan BRICS’e ilgi duyması, geçen beş ay içinde uluslararası medyada büyük bir merak uyandırmış, bu konuda sayısız haber, yorum, analiz yayımlanmıştır.
Özellikle geçen eylül ayı başında Türkiye’nin BRICS’e “
Bu jestin kendisinin o an aklına gelen bir doğaçlama hareket olmadığını, önceden öçülmüş biçilmiş stratejik bir siyasi hamlenin başlama vuruşuna işaret ettiğini tahmin etmek güç değildi.
Bahçeli’nin daha sonraki beyanlarından ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın MHP Lideri’nin “uzattığı eli” destekleyen ifadelerinden, başka adımların da muhtemel olduğu az çok hissediliyordu. Dışarıdan gözleyenler açısından, tam olarak teşhis konamasa da bir hareketliliğin yaşandığı aşikardı.
Kestirilemeyen, işlerin Bahçeli’nin geçen salı günü Abdullah Öcalan’ın TBMM’de bir konuşma yapıp PKK’ya kendisini lağvetmesi çağrısında bulunması ve karşılığında “umut hakkı”ndan yararlanması önerisinde bulunduğu bir noktaya kadar uzanabileceğiydi.
*
Önemli bir gelişme, Bahçeli’nin bu çıkışını yapmasına denk gelen bir zamanda Öcalan’ın yeğeni Şanlıurfa DEM Milletvekili Ömer Öcalan’ın geçen ağustos ayından bu yana beklemede tutulan İmralı’yı ziyaret talebine, yine geçen salı günü birden izin çıkmasıdır.
Ömer Öcalan, önceki gün, Bahçeli’nin çıkışından 24 saat sonra İmralı’ya giderek amcası ile görüşmüştür.
Burada hatırlamamız gereken husus, Öcalan’ın İmralı’da 43 aydır tecrit altında tutulmakta olduğudur. Bir mekanizma harekete geçmiş ve Öcalan’ın tecriti aktardığımız gelişmelerin yarattığı hareketlilik içinde birden gevşemiştir.
Vurgulanması gereken bir nokta,
“Umut hakkı” ne olabilir?
Bahçeli’nin açıklamasında herhangi bir şekilde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) atıf yok. Böyle olmakla birlikte, MHP liderinin açıklamasından bağımsız olarak da AİHM’nin bu tartışmayı yakından ilgilendiren bir kararı bulunuyor.
Bununla AİHM’nin 18 Mart 2014 tarihinde Öcalan’la ilgili açıkladığı kararını kastediyoruz.
AİHM’nin bu kararı, atıf yaptığı içtihatları çerçevesinde 2024 yılında, yani bu yıl Öcalan için “serbest bırakılma olasılığı” ve “cezanın gözden geçirilmesinin değerlendirilmesini” öngörüyor.
Bu kararın açıklanmasından iki gün sonra 20 Mart 2014 tarihinde kaleme aldığım analiz yazısında, AİHM kararının “koşulların olgunlaşması halinde Türk hükümetine Öcalan’ın durumu konusunda belli bir esneklik marjını şimdiden tanıdığını” belirtmiştim.
Öcalan’la ilgili tartışmalara ışık tutması bakımından 10 yıl önceki yazımı aynen tekrarlıyorum.
ÖCALAN’IN CEZASI 2024’TE GÖZDEN GEÇİRİLMEK ZORUNDA