Bu tarih, dünyanın her bir tarafında 7 Ekim’de başlayan ve giderek yayılma eğilimi gösteren savaş sarmalıyla ilgili çok yönlü bir muhasebe yapılmasına da vesile oluşturdu.
Muhasebede herkesin üzerinde birleştiği temel nokta, savaşın daha ne kadar genişleyeceği, ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı hususlarında bu aşamada hiçbir iyimser tahminin yürütülemiyor oluşudur.
Salt Gazze ekseninde bakıldığında, çatışan ana aktörlerin katı tutumları nedeniyle barışa dönük bütün kapılar şu an kapalı görünüyor. Yıldönümüne ilişkin yorumlarda “Bitmeyecek savaş” şeklinde atılan başlıklar bu durumun az çok kabullenildiğini gösteriyor.
Savaşın bölgeyi ve uluslararası ortamı nereye sürükleyeceğini bilemiyoruz. Ucu açık bir şekilde artçılar halinde sürmekte olan ve sert kırılmalara yol açan şiddetli bir depremle sarsılıyoruz.
Gazze’de yaşananların sonuçları yalnızca çatışma bölgesiyle sınırlı kalmıyor; dünyanın birçok noktasına farklı tezahürlerle yayılıp, kendisini gösterebiliyor. Tek bir örnek vermek gerekirse, ABD’de üniversite kampuslarında ifade özgürlüğünün sınırlarının sınanmasını da beraberinde getirebiliyor.
*
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, kendisini uluslararası hukuk kuralları ve hiçbir insanlık ölçüsüyle bağlı hissetmeyerek gerçekleştirdiği soykırımla bugün uluslararası düzeni de tahrip etmektedir.
Bu çerçevede 7 Ekim’in birinci yıldönümünde yapabileceğimiz tespitlerden birincisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tasarlanan uluslararası sistemin mimarisini oluşturmak üzere inşa edilen kurumların akıbeti ilgili olmalıdır.
“Urfabir.com” isimli Şanlıurfa haberleri üzerine yayın yapan bir haber portalında “Kimsenin Bilmediği Urfalı Toprağa Veriliyor” başlıklı bir haberdi bu.
Haberde, Cıvaoğlu’nun “Urfahizmet” isimli bir başka yerel haber sitesinden Ebru Okutan Akalın’a 2011 yılında verdiği mülakatta şöyle dediği aktarılıyor:
“Evet ben Urfalıyım. Rahmetli babam hep ‘biz Urfa Viranşehirliyiz’ derdi. O da kendi babasından duyarmış. Babamın söylediğine göre Viranşehir’de ailemizin arazisinin içerisinde bir su akarmış, adı Civa Deresiymiş. O yüzden Civazadeymiş lakabımız. Sonra soyadı kanunun çıkmasıyla zade yasaklanınca Cıvaoğlu olmuşuz.”
Cıvaoğlu böyle diyor. Gelgelelim, bu yazıyı kaleme almadan bazı yakınlarıyla yaptığım sohbetlerde bu “Urfalılık” meselesinin aile içinde biraz tartışmalı bir konu olduğunu da öğrendim. Çünkü, ailenin bir kanadı söz konusu derenin Şanlıurfa’dan değil Kastamonu’dan geçtiğini, dolayısıyla Kastamonulu sayılmaları gerektiğini savunuyor.
*
Evet, bu konuda aile içinde konsensüs yok. Ama kendisinin 2006 yılında Hürriyet’te Ayşe Arman’a mülakatında anlattığına bakılırsa, ailesiyle ilgili kesinlik taşıyan bir husus, askeri doktor olan ve paşalığa kadar yükselen baba tarafından dedesi Nadir Paşa’nın Osmanlı’nın birçok vilayetinde, bu arada Şam’da da baştabiplik yaptığıdır. Babası Sait Cıvaoğlu, İş Bankası’nda görev yapmış bir bankacıdır.
Annesi Melahat Hanım ise Saraybosna göçmeni bir Boşnak ailesinin kızıdır. Annesi de İş Bankası kambiyo servisinde çalıştığı sırada babası Sait Bey ile tanışmış ve karşılaşmaları evliliğe uzanmıştır.
Cumhuriyet müesseseleri
Aktardığımız olayların yalnızca son iki hafta içinde yaşandığını, geçen ekim ayında başlamış olan ve önemli bir bölümü sivil olmak üzere 40 binden fazla insanın öldüğü Gazze’deki savaşın birinci yıldönümünü doldurmakta olduğunu, bu süreçte İsrail’in Hamas’ın siyasi büro şefi İsmail Haniye’yi geçen temmuz ayında Tahran’da öldürdüğünü de fotoğrafın bütününü görmek açısından hatırlamalıyız.
Sel sularının her şeyi önüne katıp ilerlemesi gibi, girilen savaş döngüsü de İsrail, Lübnan, Hamas, Hizbullah ve İran’ın yer aldıkları çoklu bir çatışma ekseni üzerinde herhangi bir kontrol olmaksızın kendi belirleyiciliği içinde artan bir ivmeyle yol almaktadır.
Bu savaş sarmalının bölgeyi nereye sürükleyeceğini bu aşamada öngöremiyoruz.
*
Karşımızdaki tabloyu değerlendirirken vurgulamamız gereken bir nokta, savaşın ABD’deki Biden yönetiminin seçim öncesi dönemde tam bir acz içinde olduğunu göstermesidir.
ABD Yönetimi’nin ateşkesi sağlayamadığı gibi, savaşın yayılmasını, örneğin Gazze’den Lübnan’a sıçramasını önlemeye, aynı zamanda İsrail ile İran arasında bir çatışmaya dönüşmesini caydırmaya dönük bütün çabaları nafile kalmıştır.
ABD açısından düşündürücü olan, kendisine atfedilen gücün krizi baskılamaya yetmediğinin anlaşılması değildir tek başına. Bir yandan savaşı dizginlemeye çalışırken, diğer yandan kendisi de sıkça İsrail’in yanında taraf konuma geçmek gibi bir çelişkinin içindedir.
Örneğin İran’ın salı günkü hava saldırısında, ABD, bölgedeki savaş gemilerinden ateşlediği hava savunma füzeleri ile fiilen İsrail’in yanında yer almıştır. Bu yönüyle yaşanan çatışma, gelinen noktada İran ile İsrail-ABD ikilisi arasında bir boyut kazanmıştır.
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un geçen cumartesi günü yaptığı bir açıklamada BRICS’e “tam üye” statüsünde yeni üyelerin katılımına oldukça mesafeli bir bakış sergilemesi, bunun yerine “ortak ülke” gibi kategoriler üzerinde durması, bu meseleyle ilgili soruların daha da ön plana çıkmasına yol açtı.
Bu konudaki tartışmalar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bu ayın sonuna doğru 22-24 Ekim tarihlerinde Rusya’nın Kazan kentinde düzenlenecek BRICS zirvesine katılacak olmasını, şimdiden projektörlerin altına sokuyor.
*
Ancak bu başlıktaki tartışmaları değerlendirebilmek için önce dosyanın arka planını kısaca hatırlamamız gerekiyor.
Türkiye’nin üyelik için BRICS’e başvurduğu önce 2 Eylül tarihinde Bloomberg medya tarafından Ankara’daki bazı “kaynaklara” dayanılarak duyuruldu. Ardından TASS Ajansı’na göre, 4 Eylül tarihinde Rusya lideri Vladimir Putin’in dış politika başdanışmanı Yuri Uşakov “Türkiye tam üyelik için başvurdu. Bunu değerlendireceğiz” açıklamasını yaptı.
Burada kayda değer bir nokta, başvurunun yapıldığını gösteren bu açıklamaların, haberlerin tekzip edilmemesi oldu.
Bu arada AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, 3 Eylül tarihinde “BRICS’e üye olmak istediğimizi zaten Sayın Cumhurbaşkanımız çeşitli defalarda ifade etti. Bu konudaki talebimiz açıktır, bu süreç işlemektedir... Türkiye’nin BRICS dahil bütün bu önemli platformlarda yer almak istediğini Sayın Cumhurbaşkanı’mız net bir şekilde ifade etmiştir” diye konuştu.
İlginç bir husus daha var. Eylül ayının öncesinde Türk yetkililer, Ankara’nın BRICS hedefini “
Tutanak, bir döneme damgasını vuran “Özel Yetkili Mahkemeler”den, Silivri’de İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 5 Nisan 2010 tarihli duruşmasına ait.
Mahkeme Başkanı, tutanağa göre “Açık yargılamaya devam olundu” diye söze girdikten sonra şöyle diyor:
“29 Mart tarihli ara karar gereği gelen raporlara göre ağır sağlık sorunları nedeniyle hayati risk altında bulunduğu ve tüm tedavilere rağmen sağlık durumunun gün geçtikçe bozulduğu ve rahatsızlığının ani ölüm riski taşıdığı raporlarla anlaşılan tutuklu sanık Mehmet Haberal’ın tedavi görmekte olduğu İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsünde avukatlarının ve sağlık ekibinin huzurunda raporda belirtildiği şekilde birer saatlik ifadelerle savunmasının alınması işleminin yapılmasına karar verildiği anlaşıldı.
Bu konuda işlemin video konferans yoluyla yapılmasına, bununla ilgili tüm altyapı sisteminin de kurulmuş olduğu anlaşılan bu yapı doğrultusunda, mahkemece İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’ne bağlanıldı.
Enstitüde sanık Mehmet Haberal ile müdafilerinin de hazır oldukları, keza bulunan ortamın duruşma şartlarına uygun olup olmadığı yönünde Naip Hakim olarak görevlendirilen mahkememiz hakimi Hüsnü Çalmuk’un da hazır olduğu görüldü.
Sanık Mehmet Haberal huzura alındı.”
Tutanak daha sonra Mahkeme Başkanı’nın “Duyuyor musunuz?” diye sorması ve Haberal’ın “Evet duyuyorum” şeklindeki yanıtı ile devam ediyor.
Gerçekten de rakamlar üzerinden baktığımızda Türk müteahhitlerinin yurtdışında 1972 yılında başlayan serüvenleri geçen yarım yüzyılı aşkın süre içinde etkileyici bir noktaya ulaşmıştır.
Türk inşaat sektörü, bugün küresel müteahhitlik hizmetleri liginde en üst sıralardadır. Dünyanın en büyük 250 uluslararası müteahhit şirketi listesinde Türkiye’nin 43 firmayla temsil ediliyor olması bu durumun kanıtıdır. Türk inşaat firmaları bugüne dek 137 ülkede 515 milyar dolar değerinde 12 bin 277 proje üstlenmiştir.
Onların yurtdışı başarılarından söz edilirken, özellikle Turgut Özal’ın 1983 yılı sonunda başbakan olarak iş başı yapmasının ardından bu alanda sergilediği vizyonun ve yönlendiriciliğin rolünü teslim etmemiz gerekir.
Özal, Türkiye’yi dünyaya, dış pazarlara açmaya çalışırken, müteahhitleri de mümkün olduğu kadar geniş coğrafyalarda iş almaya, proje üstlenmeye teşvik etmiştir. AK Parti’nin iktidara gelmesinden sonraki dönemde de bu alanda ciddi bir ivmenin ortaya çıktığı bir olgudur.
*
Cumhurbaşkanı Erdoğan, törendeki konuşmasında Özal’ın rolüne vurgu yapmayı ihmal etmiyor. İlginçtir ki, müteahhitlik firmalarının başarılarını anlatırken, bunun Türkiye’nin itibarı, gücü, vizyonunun yanı sıra, dış politikadaki başarısını net biçimde ortaya koyduğunu da düşünmesidir.
Erdoğan, müteahhitlik hizmetlerinden söz ederken sözü dış politikaya getiriyor, son 22 yılda “ekonomiden dış politikaya devrim niteliğinde adımlar attıklarını” belirterek, bakın ne diyor:
“
Bu hitabını, BM’de özellikle bundan önceki iki yıl içinde yaptığı konuşmalarla birlikte değerlendirdiğimizde şu gözlemleri öne sürebilmek mümkündür:
NETANYAHU’YA HİTLER BENZETMESİ
Erdoğan’ın İsrail’in Gazze’de süregelmekte olan katliamları sonrasında BM Genel Kurulu’na ilk seslenişi olması açısından, bu başlığın konuşmasında sert bir içerikle geniş bir yer kaplaması zaten beklenen bir durumdu. Konuşması, uluslararası camiada daha çok İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile Hitler arasında kurduğu benzerlik üzerinden hatırlanacaktır.
Kurulan paralelliğin uluslararası toplumun en önemli forumunun kürsüsünden bu ölçüde kuvvetli vurgularla söylenmiş olması, Türkiye’nin duruşunun kayda geçirilmesi bakımından kuşkusuz önem taşıyor.
Netanyahu’ya dönük Hitler atıfları Türk kamuoyu açısından yeni bir durum değildir. Çünkü Erdoğan, geçen 27 Aralık’tan itibaren pek çok konuşmasında zaten İsrail Başbakanı için Hitler benzetmesine başvurmuştu. Bu yönüyle bakıldığında, Erdoğan Türkiye’deki yerleşmiş söylemini olabilecek en geniş uluslararası çerçeveye taşınmıştır.
BM’DE REFORM İHTİYACI
Erdoğan’ın konuşmasının bir diğer önemli başlığını BM’nin reforma tabi tutulması ihtiyacı oluşturmuştur. Uzun yıllardır “Dünya beşten büyüktür” diyerek, uluslararası sisteme, BM’nin bu sistem içindeki işlevsizliğine, özellikle de Güvenlik Konseyi’nin yapısına dönük tekrarladığı kuvvetli eleştiriler, Erdoğan’ın dış politika söyleminin zaten ayrılmaz bir parçasıdır.
Genel Kurul’un hemen öncesinde geçen pazar günü “
Bu cinayetin yarattığı infialin gerisinde genç bir kadın polisin öldürülmesi kadar, 19 yaşındaki katilin basına yansıdığına göre 26 ayrı suç kaydı bulunan, herkes tarafından “suç makinası” olarak nitelendirilen bir sicile sahip olması da rol oynuyor.
Türk kamuoyu, oldukça genç bir yaşta bu kadar yüklü bir suç siciliyle devletin adli kayıtlarında yer alan birinin, nasıl olup da elini kolunu sallayarak serbest bir şekilde dolaşıp, suç işlemeye devam edebildiğini anlamakta zorlanıyor.
Zaten öldürme olayı da kendisinin motosiklet çaldıktan sonra yakalanmasına dönük bir polis operasyonu sırasında meydana gelmiştir.
*
Hakkındaki suç kayıtları, bunların her birinden suçlu görüldüğü anlamına gelmiyor. Ancak bir şekilde yolu süreklilik içinde her seferinde karakollara ve savcılıklara düşmüştür bu katilin.
Bazen hakkındaki suçlamalardan takipsizlik almıştır. Buna karşılık dün basına yansıyan bir dizi habere göre, bir dosyasında ise hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilmiştir. Zanlı hakkında halen soruşturma aşamasında olan beş dosyanın bulunduğu anlaşılıyor.
Bu arada, “kasten yaralama” suçlamasından adli kontrol şartıyla salıverildikten sonra karakola imza verme yükümlülüğünü yerine getirmemiş olması, meselenin bir başka sıkıntılı yönünü oluşturuyor.
Kendisinin karıştığı suç türleri basına yansıdığı kadarıyla çeşitlilik gösteriyor: “