Beni bu düşünceye sevk eden, kendisinin ve başında bulunduğu, yönlendirdiği kriminal örgütün geride bıraktığımız on yıllar içinde dindarlık maskesi altında Türkiye’ye ve ülkemizin insanlarına yaptığı kötülüklerin devasa hacmiydi.
Geriye dönüp baktığımızda, herkesin aklına öncelikle bu örgütün başta yargı, polis, ordu olmak üzere devletin hemen hemen her kademesine nüfuz etmiş operasyonel mensupları aracılığıyla düzenlediği sayısız kumpas, entrika ve bu şekilde mağdur ettiği
binlerce insan geliyor.
Düzenlenen sahte belgelerle ya da hazırladıkları mizansenlerle hedef seçtikleri insanlara iftiralar atıp onların hayatlarını karartmak klasik uygulamalarıydı.
Sayısız insanın kariyeri, hayatının akışı altüst oldu bu iftiralar üzerinden. Örneğin, Balyoz’daki müdahaleler olmasaydı, muhtemelen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin orta ve üst kademe yapısı 2010 sonrasında daha farklı bir şekilde ortaya çıkacaktı.
*
Balyoz kumpası sayısız örnekten yalnızca biridir. Bunun gibi devletin neredeyse her kurumunda değişen ölçülerde benzer tasfiyeler yaşanmıştır. Her seferinde Atatürkçü kimlikleriyle tanınan insanların hedef alınması yaygın bir kalıptır. Bazıları hiç fark edilmemiş, bazı mağdurların çığlıkları hiç duyulmamıştır.
Bu bağlamda kötülük sıralamasında doğrudan öldürdükleri insanları, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gecesi katlettikleri 252 vatandaşımızı yapacağımız dökümde en başa koymamız gerekiyor.
ABD’nin en saygın üniversitelerinden biri kabul edilen, Massachusetts Institute of Technology’de (M.I.T) öğretim üyesi olan Prof. Acemoğlu, bu ödülü birlikte araştırma yaptığı, kitap yazdığı her ikisi de Britanya doğumlu iki akademisyenle paylaştı.
Bunlardan biri kendisi gibi M.I.T’de hoca olan Prof. Simon Johnson, diğeri ise Chicago Üniversitesi’nden Prof. James Robinson’dur.
Acemoğlu ile Robinson’un ortak kaleme aldıkları “Ulusların Düşüşü” başlıklı kitapları 2012 yılında yayımlanmıştı. Johnson ile birlikte yazdıkları “İktidar ve Teknoloji: Bin Yıllık Mücadele” ise geçen yıl çıkmıştır.
*
Nobel Ekonomi Ödülü Komitesi, ödülün bu üç akademisyene “kurumların ülkelerin refahını şekillendirmede oynadıkları rolün önemini ortaya koymaları” gerekçesiyle verildiğini açıkladı.
Buna göre akademisyenlerin çalışmaları, kolonyal dönemde daha kapsayıcı kurumlarla yola koyulan ulusların daha çok refaha ulaştıklarını göstermiştir. Komiteye göre ödül sahipleri, teoriyi ve ellerindeki verileri öncü bir anlayışla kullanarak, ülkeler arasındaki kalıcı eşitsizliklerin daha iyi izah edilebilmesine yardımcı olmuştur.
Komitenin Başkanı Jakob Svennson, “Çığır açan araştırmaları sayesinde, ülkelerin neden başardıklarının ya da başaramadıklarının temel nedenleri üzerinde daha derinlemesine bir kavrayışa sahibiz” diye konuşuyor.
Harvard Üniversitesi’nden
Almanya’nın Türkiye’ye Eurofighter uçakları satışı konusundaki vetosunu kaldırdığı haberleri bu görüşmeden sonra geldi. Scholz, New York görüşmesinin üzerinden bir ay bile geçmeden yarın İstanbul’a gelerek Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yeniden masaya oturacak.
İstanbul buluşmasının New York’a kıyasla çok daha geniş kapsamlı bir çerçevede geçmesi beklenmelidir. Gündemin, Almanya’ya dönük düzensiz göç trafiğinden bu ülkenin Türkiye’ye uyguladığı askeri ambargoya, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden Gazze’deki savaşın bütün bölgeye yayılmasının yarattığı risklere kadar çok geniş bir gündeme yayılması muhtemeldir.
*
Erdoğan ile Scholz’un yarınki görüşmelerinde masaya gelmesi muhtemel konular ve ziyaretin genel atmosferi ile ilgili olarak şu gözlemleri yapabilmek mümkündür:
Öncelikle, sosyal demokrat Başbakan Scholz’un bir yıl sonra 25 Eylül 2025 tarihinde seçime girecek bir politikacı olduğunu göz önünde tutmamız gerekiyor. Almanya’daki kamuoyu yoklamaları ve son dönemde yapılan muhtelif eyalet seçimlerinin sonuçları, Scholz ve partisi açısından hiç de iyimser beklentiler vaat etmiyor. Bir süredir ciddi oy kayıpları söz konusu sosyal demokratlar cephesinde.
Düşündürücü olan, özellikle göçmen karşıtı çizgisiyle öne çıkan aşığı sağ çizgideki “Almanya İçin Alternatif Partisi”nin (AfD) kayda değer bir yükseliş çizgisi yakalamış olmasıdır.
Sonuçta Almanya’da göçmenlerden duyulan rahatsızlık, merkezin ister sağında ister solunda olsun, Alman politikacıları açısından en sıkıntılı başlıklardan biridir. Ve seçime giden Alman politikacıların yolu da bu yüzden sıkça Türkiye’den geçmek durumundadır.
*
İran’ın ay başında İsrail’e fırlattığı balistik füzelerin önemli bir bölümü bu ülkenin hava savunması ve ABD tarafından havada imha edildi. Buna karşılık, az sayıda da olsa füzelerin bir kısmının savunma kalkanını delip İsrail topraklarına isabet etmesi, büyük iddialar atfedilen bu sistemde pekala zafiyetler bulunduğunu ortaya koydu.
Aslında daha geçen pazar günü Hizbullah’ın gönderdiği bir insansız hava aracının İsrail sınırından içeri girip 65 kilometre kadar yol kat ederek bir askeri üssü vurup 4 İsrailli askerin ölümüne yol açması da yine hava savunma sistemine ilişkin etkinlik iddialarını gölgeleyen bir başka gelişme oldu.
Ekim başındaki İran balistik saldırısında İsrail’in hava savunmasının açıklar verdiğinin anlaşılması ABD yönetimini büyük bir süratle harekete geçmeye sevk etmiştir. Biden yönetimi elindeki en ileri hava savunma sistemi olan ve kısaca “THAAD” (Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunma) olarak adlandırılan sistemi İsrail’e vermeyi kararlaştırmıştır.
Yapılan resmi açıklamalara göre, ABD’nin gönderdiği THAAD bataryası 12 Ekim günü itibarıyla personeliyle birlikte İsrail’e konuşlandırılmış bulunuyor.
İran’ın füze saldırısının 1 Ekim’de gerçekleştiği hatırlandığında, Amerikan yardımının İsrail’e oldukça kısa bir zamanda ulaşması her bakımdan dikkate değerdir.
*
Bu hadisenin ana mesajı, ABD’nin İsrail’in güvenliğine olan taahhüdünün ne kadar güçlü, ne kadar sarsılmaz olduğunu bir kez daha göstermiş olmasıdır.
İsrail’in ayrım gözetmeksizin yürüttüğü saldırılarda 42 bin insanı öldürmesi, Gazze’deki okulları, hastaneleri, sivil yerleşimleri bombalaması, bu alanda uluslararası alanda geçerli olan kuralların hepsini çiğnemesi, kurallar bir tarafa asgari insanlık, vicdan ölçülerinden yoksun sicili, ABD’den daha fazla askeri yardım alması önünde hiçbir engel değildir.
Tabii konu ulusal güvenlik olunca, devletin karar alma mekanizmasının işleyişinde tehdit değerlendirmeleri ve bu tehditlerin önceliklendirilmesinin önemli bir meşguliyet olduğunu da gözledim.
Devletin güvenlik, savunma politikaları önemli ölçülerde bu tehdit değerlendirmelerine göre şekillendiriliyor. Bu değerlendirmeler, devletin bu alanlarda faaliyet gösteren kurumlarının görev talimatları açısından da kuşkusuz önem taşıyor.
Devlet katındaki resmi tehdit değerlendirilmeleri kısaca “kırmızı kitap” olarak bilinen ve büyük bir gizlilik taşıyan ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde önemli bir yer tutuyor. Bu belge Milli Güvenlik Kurulu’nda belli zaman aralıkları içinde tehdit ortamındaki değişikliklere göre güncelleniyor.
İşte bütün bu geçen süre zarfında dış politika ve güvenlik tartışmalarını izlemiş bir gazeteci olarak resmi düzeyde İsrail’in doğrudan Türkiye’nin topraklarına göz koyduğu, bu toprakları içine alacak bir genişleme niyeti taşıdığına ilişkin bir tartışmaya tanıklık ettiğimi pek hatırlamıyorum.
“Resmi düzeyde” diyorum. Bu ayrımın nedenine birazdan geleceğim...
*
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim tarihinde TBMM’nin yeni yasama yılı konuşmasında İsrail ile ilgili kullandığı ifadeler galiba bu açıdan önemli bir “ilk” olma özelliği taşıyor.
Söylem analizini dünkü yazımda yaptığım bu açıklamada öncelikle dikkat çeken nokta, Cumhurbaşkanı’nın “
İsrail, Yahudilik inancında Milat’tan 1312 yıl önce indiği kabul edilen Tevrat’ta yer alan bu vaat çerçevesinde Türkiye’nin topraklarına göz dikebilir mi? Türkiye’den toprak almak gibi bir hedefin peşine düşebilir mi?
İşte yeni tartışma konularımız bu sorular...
Bu sorulara yanıt aramak üzere yola çıkarken önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konudaki açıklamalarını kısaca hatırlamamız gerekiyor. Erdoğan, 1 Ekim konuşmasının oldukça geniş bir bölümünü İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırıma ve savaşı bölgeye yayma yönündeki stratejisine ayırıyor.
Bu akış içinde konuşmasında şunları söylüyor:
“Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözlerini dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır. Şu anda bütün hesap bunun üzerinedir...”
‘ANADOLU’YU İÇİNE ALAN HAM HAYAL’
Erdoğan, ardından “Netanyahu hükümetinin Anadolu’yu da içine alan bir ham hayal kurduğunu ve ütopya peşinde koştuğunu” kaydederek, şöyle devam ediyor:
“Bu niyetlerini çeşitli vesilelerle ifşa etmektedir. 7 Ekim’den beri yaşanan her gelişme, bu tehdidin boyutunu biraz daha artırmaktadır. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki saldırılarını çok yakından takip ederken, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde bölücü örgütü maşa olarak kullanmak suretiyle, nasıl birer küçük uydu yapı kurmak istediğini de çok net görüyoruz.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail yönetimini “Vadedilmiş topraklar hezeyanıyla” hareket etmekle suçluyor, bu çerçevede Filistin ve Lübnan’dan sonra İsrail’in ileride Türkiye topraklarına da “göz dikeceğini” söylüyor.
İlginçtir ki “Vadedilmiş topraklar” meselesi, yakın tarihte İsrail ile ilişkilerde bir kez daha Türkiye’nin gündemine girmişti. Ancak bugünkü gibi İsrail’den Türkiye’ye dönük bir tehdit algısının tanımlanması çerçevesinde değil, aksine İsrail ile ilişkilerde o dönemde hakim olan olumlu atmosferi güçlendirmeye dönük bir jest olarak.
Bu jesti yapan kişi ise dönemin Başbakanı Prof. Tansu Çiller’den başkası değildi.
Bugünkünden çok farklı bir bağlamda ifade edilmiş olsa da, o dönemde yine önemli bir tartışmaya kaynaklık etmişti Çiller’in bu sözleri.
*
Tarih 3 Kasım 1994. Prof. Çiller İsrail’e resmi bir ziyarette bulunuyor. Türkiye’den İsrail’e başbakan düzeyinde yapılan ilk ziyaret olması açısından tarihi bir anlam taşıyor bu gezi.
O tarihte Hürriyet’in Ankara Temsilcisi unvanımla izlediğim bu ziyaret, Çiller’in İsrail’de büyük bir etki yarattığı bir gezi olarak kayıtlara geçmişti. İkili ilişkilerde yaşanan sıçramaya ek olarak, Türkiye’yi bir kadın başbakanın temsil etmesi İsrail tarafında sıcak bir rüzgâr estirmişti.
İsrail Dışişleri Bakanı
Bu tarih, dünyanın her bir tarafında 7 Ekim’de başlayan ve giderek yayılma eğilimi gösteren savaş sarmalıyla ilgili çok yönlü bir muhasebe yapılmasına da vesile oluşturdu.
Muhasebede herkesin üzerinde birleştiği temel nokta, savaşın daha ne kadar genişleyeceği, ne zaman ve nasıl sonuçlanacağı hususlarında bu aşamada hiçbir iyimser tahminin yürütülemiyor oluşudur.
Salt Gazze ekseninde bakıldığında, çatışan ana aktörlerin katı tutumları nedeniyle barışa dönük bütün kapılar şu an kapalı görünüyor. Yıldönümüne ilişkin yorumlarda “Bitmeyecek savaş” şeklinde atılan başlıklar bu durumun az çok kabullenildiğini gösteriyor.
Savaşın bölgeyi ve uluslararası ortamı nereye sürükleyeceğini bilemiyoruz. Ucu açık bir şekilde artçılar halinde sürmekte olan ve sert kırılmalara yol açan şiddetli bir depremle sarsılıyoruz.
Gazze’de yaşananların sonuçları yalnızca çatışma bölgesiyle sınırlı kalmıyor; dünyanın birçok noktasına farklı tezahürlerle yayılıp, kendisini gösterebiliyor. Tek bir örnek vermek gerekirse, ABD’de üniversite kampuslarında ifade özgürlüğünün sınırlarının sınanmasını da beraberinde getirebiliyor.
*
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, kendisini uluslararası hukuk kuralları ve hiçbir insanlık ölçüsüyle bağlı hissetmeyerek gerçekleştirdiği soykırımla bugün uluslararası düzeni de tahrip etmektedir.
Bu çerçevede 7 Ekim’in birinci yıldönümünde yapabileceğimiz tespitlerden birincisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tasarlanan uluslararası sistemin mimarisini oluşturmak üzere inşa edilen kurumların akıbeti ilgili olmalıdır.