Yanıtı çok zor bir matematik problemi gibi görünen, kimin kiminle dost, kimin kiminle çatışma halinde olduğunu bir matriks içinde gösterebilmenin imkânsızlaştığı, müttefiklikle hasımlığı ayıran sınırın kaybolduğu, son derece karmaşık bir durumdan söz ediyoruz.
Yaşanan bu jeopolitik bilmecenin merkezinde Fırat’ın Türkiye’den Suriye topraklarına girip, oradan güneye doğru uzandığı noktadaki Cerablus ile 30 kilometre kadar güneybatısında bulunan Menbiç yerleşimi arasındaki eksen yer alıyor.
Aynı aktörler, yani Türkiye ve ABD, Fırat’ın doğusu ve batısında birbirine zıt iki ayrı gerçekliğin özneleri olarak karşımıza çıkıyor.
Bu karşıtlığı şöyle açıklamaya çalışalım. Öncelikle NATO ittifakının iki üyesi söz konusu. Müttefik oldukları için birbirlerinin savunmasına yardımcı olacakları hususunda taahhüt altına girmiş iki ülke. Buna karşılık, ciddi bir çatışmanın da içindeler. Sonuçta aynı coğrafyada hem işbirliği yapıyorlar, hem de kıyasıya bir bilek güreşi halinde birbirlerini geriletmeye çalışıyorlar.
Önce Fırat’ın batısına bakalım. Türk ve ABD askerleri, nehrin batı yakasında bulunan Menbiç’in civarında önceki gün itibarıyla ortak devriye faaliyeti gerçekleştiriyorlar. Aynı konvoyda yol alan bazıları Türk, bazıları ABD bayrağı asılı zırhlı araçlar bir amaç birliği içinde hareket ediyor.
Devriye görevi şimdilik Menbiç’te YPG’nin de bulunduğu bölge ile Türkiye’nin kontrolündeki bölgeyi ayıran sınıra yakın alanlarda yürütülüyor. Gecikmeli de olsa iki ülke askerlerinin aralarında işbirliğini başlatmış olmaları Türkiye-ABD ilişkileri açısından olumlu bir gelişmeye işaret ediyor.
Nehrin doğu yakasına geçtiğimizde işler karışıyor. Çünkü ABD, burada PKK’nın Suriye’deki uzantısı olan YPG ile açık bir askeri ittifak ilişkisi içinde ve bu çerçevede sahada asker de bulunduruyor. Önce IŞİD’e karşı başlayan bu işbirliği, Trump yönetiminin Suriye politikasındaki değişiklikle birlikte İran’ın durdurulması gibi yeni bir stratejik boyut da kazanmış durumda.
Türkiye ise ABD’nin üçüncü bir hedef olarak YPG/PKK’yı güçlendirerek, Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devleti kurmayı tasarladığına inanıyor ve bu tehdidi önlemeye çalışıyor.
Astana sürecinin diğer iki aktörünün tutumlarına gelince, şöyle konuşuyor BM Temsilcisi:
“Astana’nın garantörleri Rusya ve İran, yürütülen bütün kapsamlı danışmalara ve Soçi’de ortaya çıkan anlayışa rağmen üçüncü listeyi ciddi bir şekilde sorguladılar ve bu listenin Suriye hükümetinin ihtiyaçlarını karşılamadığını belirttiler.”
De Mistura’nın BM Güvenlik Konseyi’nin 17 Ekim tarihinde Suriye’deki durumu görüşmek üzere düzenlediği özel oturumunda verdiği bu bilgi, Astana ortaklarının Suriye’de oluşturulacak Anayasa Komitesi için BM’nin hazırladığı liste konusunda farklı pozisyonlarda durduklarını gösteriyor.
Esad rejimi ile muhalefet cephesinin her birinin 50’şer isim bildirdikleri toplam 150 üyeli komitenin toplanabilmesi için bağımsız isimlerin, sivil toplum temsilcilerinin ve aşiret liderlerinin yer aldığı yine 50 kişilik üçüncü bir liste üzerinde mutabakat sağlanması gerekiyor.
Ve işler burada tıkanıyor. Tıkanınca da Suriye’nin geleceğine dönük siyasi çözüm sürecinin başlatılması da mümkün olmuyor.
*
Bu noktada BM Güvenlik Konseyi’nin son iki hafta içindeki mesaisinin azımsanmayacak bir bölümünün sıkça Türkiye’nin de adı geçecek şekilde Suriye’ye odaklandığını vurgulamak gerekiyor.
De Mistura
Peki Suriye’de bir siyasi çözüme ne kadar yakınız?
Siyasi çözüm Birleşmiş Milletler gözetiminde işleyecek Anayasa Komitesi’nin çalışmaları sonucu şekilleneceğinden, sorunun yanıtı öncelikle bu komitenin fiilen kurulup mesaiye başlamasına bağlı.
*
Komitenin nasıl oluşturulacağına ilişkin ana esaslar geçen ocak ayında Rusya’nın Soçi kentinde toplanan rejimle muhalefetten temsilcilerin katıldığı Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nde kararlaştırılmıştı. Bu esaslar daha sonra yürütülen bir dizi çok taraflı müzakerede olgunlaştırıldı ve ortaya çözüm sürecinin nasıl işleyeceğini tarif eden bir yol haritası çıktı.
Bu yol haritasına göre, Suriye’nin yeni anayasasını hazırlayacak Anayasa Komitesi, Esad rejiminden 50, muhalefetten 50 ve bu iki grubun dışında kalan üçüncü bir listeden gelen 50 kişinin katılacağı toplam 150 kişilik bir forum halinde çalışacak.
Üçüncü liste, ki buna ‘orta liste’ de deniyor, kritik önemde. Varılan ortak anlayışa göre, bu listede Suriyeli uzmanlar, sivil toplum, bağımsızlar ve aşiret liderlerinin temsil edilmesi öngörülüyor.
Ayrıca, komitenin bütününün Suriye’deki etnik ve dini unsurların yeterli bir temsilini yansıtması amaçlanıyor. Bu çerçevede komitenin yüzde 30’unun kadın delegelerden oluşması konusunda da görüş birliği var.
Dengeli, muteber ve herkesi içine alan kapsayıcı bir komite olması arzulanıyor kurulacak anayasa organının.
Dörtlü zirvenin ABD’yi ilgilendiren bir başka ilginç yönü daha vardı. Toplantı, aynı zamanda ‘Fırat’ın doğusu’ ile ilgili ucu ABD’ye dokunan hassas bir mesajın kayda geçirilmesine de sahne oldu.
*
Bu mesajı geçen cumartesi günü zirvenin bitiminden sonra yayımlanan bildirideki
kritik bir paragrafın içinde buluyoruz. Bildirinin beşinci paragrafında, “Cumhurbaşkanları ve Şansölye’nin, Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile komşu ülkelerin ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan ayrılıkçı gündemleri reddetme kararlılıklarını vurguladıkları” belirtiliyor.
Aktardığımız cümlenin altında imzaları bulunan cumhurbaşkanları Recep Tayyip Erdoğan, Vladimir Putin ve Emmanuel Macron, şansölye ise Angela Merkel’dir.
Peki burada kastedilen hem Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğüne hem de komşu ülkelerin (Türkiye) ulusal güvenliğine zarar vermeyi amaçlayan “ayrılıkçı gündem” kime aittir?
*
Aslında Astana formatı altında bir araya gelen Türkiye, Rusya ve İran açısından izlenen bu ayrılıkçı gündemin sorumlusu bellidir. Son dönemde bu üç ülke arasındaki en önemli ortak paydalardan birini, ABD’nin Fırat’ın doğusuna, yani Suriye’nin kuzeydoğusuna dönük niyetlerine koydukları teşhis oluşturuyor.
Herkesin bir şekilde kazançlı çıktığı bir uluslararası diplomasi egzersizinden söz ediyoruz.
En başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kazançlı çıkmıştır. Türkiye, bu inisiyatifi üstlenerek, zirveye ev sahipliği yaparak, bütün dünyanın önünde kendisini Suriye sorununun çözümünde söz sahibi başat aktörlerden biri olarak tescil ettirmiştir.
Rusya lideri Vladimir Putin de kazançlıdır. Rusya, Suriye savaşına bizzat müdahale edip Beşar Esad’ın sahada kazanmasını sağladıktan sonra, şimdi Batı dünyasıyla işbirliği içinde diplomasi alanında ‘sorun çözücü’ ülke kimliğine geçiş yapmakta, ancak ipleri yine elinde tutabileceği bir zeminde yürümektedir.
Türkiye ile Rusya, bugün Suriye’deki çözüm çabalarında belirleyici konumdalar. Rusya belirleyici, çünkü İran’la birlikte Esad rejimi üzerinde kuvvetli kaldıraçlara sahip. Çatışmanın diğer tarafı olan Suriye muhalefetine geldiğimizde, özellikle silahlı muhalefet cephesi üzerinde nüfuza sahip ülke, Türkiye’den başkası değil.
Almanya Şansölyesi Angela Merkel kazançlı bir diğer oyuncudur. Çünkü Almanya, 700 bin kadar mülteciyi sınırlarından içeri alarak Suriye savaşının mülteciler anlamında külfetini üstlenen ülkelerden biri durumuna gelmiştir. Almanya, elini taşın altına koyması gerektiğini anlamasının ardından, ilk kez Suriye denklemine dahil olacağı bir alan bulabilmiştir kendisine İstanbul zirvesinde.
Emmanuel Macron’un cumhurbaşkanlığına gelişinden sonra Fransa’nın Ortadoğu’da aktif bir politikaya yönelmesiyle birlikte, Suriye bu politikanın öncelikle hissedildiği coğrafya oldu. Bu çerçevede Suriye ile ilgili 7 ülkenin toplandığı ‘Küçük Grup’ adlı oluşumun başını çeken Macron, dörtlü zirveye de katılarak, Suriye üzerinde rol oynama iddiasını bir eşik yukarı çıkarmıştır.
Muhtelif konuşmalarından hareket edersek, Erdoğan’ın bakışında, adalet her şeyden önce “Allah’ın bir emridir”. Dolayısıyla, dinin inananlara yüklediği önemli sorumluluklardan biri, adaletli davranmaktır.
Cumhurbaşkanı’nın medeniyet ve tarih anlayışının doğal bir parçasıdır adalet. Kendisine yol gösterici olarak gördüğü, sürekli referans aldığı tarihi şahsiyetlerin, düşünürlerin adaletle ilgili sözlerine her vesileyle atıflar yapar. Örneğin, Mevlânâ’nın “hukuku adalet denizinde bir katre” olarak gören sözlerini bu çerçevede hatırlatabiliriz.
Yalnızca ülkemizin değil, Doğu felsefesinin özünde de adalet vardır Cumhurbaşkanı’na göre. Batı dünyasına bakıldığında da, özgürlük ve demokrasi arayışlarının, devrimlerin, kanlı sosyal dönüşümlerin hepsinin çıkış noktasının adalet temelli olduğunu belirtir.
Okul kitaplarında yer alan bir şiiri okuduğu için demir parmaklıklar arkasına girmiş biri olarak adaletsizliğin mağduru olduğunu sıkça vurgulayan Erdoğan açısından “Adalet, önceliklerin de en başlarındaki konulardan biridir”. Partisinin kimliğini tanımlayan iki kavramdan birinin adalet seçilmesi de “Milletin adalete duyduğu hasretin bir sonucudur”.
Ve günümüzde bir ülkenin gelişmişliğinin veya geri kalmışlığının en önemli ölçülerinden biri hukuk sistemlerinin iyi çalışıp çalışmadığıdır Erdoğan’a göre. Bunu açarken yine işi adalete getiriyor Cumhurbaşkanı, “Yani adalet mekanizmasının işleyip işlemediğidir” diyor.
Bir de sıkça “Geciken adalet adalet değildir” sözünü vurguluyor.
Altını çizdiği çok hassas bir nokta daha var
Bu girişi kuvvetli bir Türkiye’ye övgüsü izledi: “Türk ortaklarımıza teşekkür etmek istiyorum. Bunun üzerinde çalıştıklarını görüyoruz. Bu kolay değil, tam aksine her şey karmaşık. Ama taahhütlerini yerine getiriyorlar. Üzerinde mutabakata vardığımız üzere İdlib’de bir silahsızlandırma bölgesi oluşturuluyor. Bütün ağır silahlar henüz çekilmiş değil. Terör örgütleri IŞİD ile El Nusra’nın bütün unsurları da bu bölgeyi terk etmiş değil. Ancak Türk ortaklarımız yükümlülüklerini yerine getirmek için ellerinden gelen azami gayreti gösteriyorlar.”
“Tekrar ediyorum” dedi Putin: “Bu kolay değil, gözün gördüğünden çok daha fazlası var. (Türkler) bu bölgede askeri bir hastane bile kurdular. Çok sıkı hareket ediyorlar ve bu terörist gruplarla mücadelelerinde çok etkililer.”
*
Soçi’de 17 Eylül’de varılan Türkiye-Rusya mutabakatının temel noktası, İdlib’de muhalefet ile rejim bölgelerini ayıran sınır hattı boyunca 15-20 kilometre derinliğinde bir ‘silahsızlandırma bölgesi’nin oluşturulması.
Mutabakata göre, birinci aşamada 10 Ekim’e kadar hem rejim hem de muhalefete ait ağır silahlar silahsızlandırma bölgesinden çekilecekti. İkinci aşamada ise 15 Ekim’e kadar bu kez tüm radikal terörist gruplar bu bölgeden çıkarılacaktı.
Birinci hedefin üzerinden yaklaşık 15, ikincisinin üzerinden 10 gün geçmiş bulunuyor. Bu hedefler sahada ne kadar hayata geçirilebildi?
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar önceki gün AA’ya yaptığı açıklamada, mutabakatın ağır silahlar kısmı için “10 Ekim’e kadar ağır silahların çekilmesi büyük ölçüde tamamlandı. Tamamına yakını tamamlandı diyebiliriz” dedi. Bu başlıkta kayda değer bir sonuç elde edildiği anlaşılıyor.
Radikal terörist gruplara gelince...
Herhangi bir bölgenin değil, bütün Ortadoğu’nun jeopolitiğinden ve dünyanın ilk üç büyük petrol üreticisinden biri olarak iç istikrarı dünya ekonomisini de sarsma kapasitesine sahip bir ülkeden söz ediyoruz. Üstelik, ABD’deki Trump yönetiminin İran’ın kuşatılması başta olmak üzere bütün Ortadoğu politikalarının merkezine yerleştirdiği çok kilit bir ülke Suudi Arabistan.
Ve Türk polisi, bu ölçüde stratejik öneme sahip bir ülkenin İstanbul’daki başkonsolosluğunun bahçesindeki kuyunun içinde bir cinayetin izlerini aramaktadır. Kayıp bir ceset söz konusu. Polisin bulacağı izlerin değindiğimiz bu jeopolitik dengeler üzerinde kuvvetli bir basınç yaratması kaçınılmazdır.
*
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürütmekte olduğu soruşturmada herkesin dikkatini çeken bir dizi önemli nokta var. Bunlardan birincisi, cinayetin başkonsolosluğun içinde işlendiğini kanıtladığı öne sürülen ses kayıtlarının durumudur. İsmi belli olmayan “Türk yetkililer”e atfen bu kayıtların elde bulunduğu yazılmış, bu yönde çıkan haberler tekzip de edilmemiştir. Bunların istihbarat amacıyla elde edilmiş dinleme kayıtları olduğu tahmin ediliyor. Gelgelelim istihbarat kayıtlarının bir dava dosyasında delil olarak yer alabilmesi hukuken sorunludur.
İkinci nokta, şüphelilerle ilgilidir. Ankara kaynaklı haberler, çoğu cinayetin işlendiği 2 Ekim günü Suudi Arabistan’dan gelen 15 kişilik infaz ekibi ve bazı konsolosluk görevlileri hakkında İnterpol’den ‘kırmızı bülten’ kararı çıkartılması için hazırlıklara başlandığını gösteriyor. Ayrıca, Savcılığın yürüttüğü soruşturma sonucunda hazırlanacak iddianamede bu Suudi vatandaşlarının sanık olarak yer alması az çok kesin gibidir.
Haklarında soruşturma yürütülen bu Suudilerin hepsi cinayetten sonra 2 Ekim akşamı ve 3 Ekim sabah saatlerinde Türkiye’den çıkış yapmıştır. İlk çıkan 6 kişilik grubu taşıyan özel jet saat 18.30 sularında kalkmıştır. Bu grup çıkarken Kaşıkçı’nın kaybolduğu bilgisi polise henüz intikal etmiş olduğundan (Saat 17.33) o noktada bir şey yapılabilmesi kolay değildi. Buna karşılık, saat 22.30 sularında havalanan ikinci özel jetle uçan 7 kişiden pekâlâ şüphelenilmiş, uçağın içi aranmış, hatta Kaşıkçı’nın grubun içinde olup olmadığı da kontrol edilmiştir.
Heyetin kalan iki mensubu da 3 Ekim 01.30’da kalkan tarifeli uçakla Riyad’a gitmiştir. Cinayetin ardından 2 Ekim günü Kaşıkçı’nın elbiselerini giyip dışarı çıkan ‘dublör’ Muhammed Al Madani bu iki kişiden biridir.
*