Sedat Ergin

Büyük güç çekişmesinin pilot bölgesi olarak Menbiç

7 Şubat 2019
GÜNE Menbiç’le başlıyor, Menbiç’le kapatıyoruz. Peki nedir Menbiç’i bu kadar önemli kılan?

Önce stratejik konumu. Çünkü Lazkiye’den başlayan, Halep üzerinden doğuya doğru uzanarak Fırat’ı aşıp Türkiye sınırına paralel bir şekilde Irak’a kadar uzanan M-4 otoyolu Menbiç’ten geçiyor. Menbiç’e hâkimiyet, batıdan doğuya uzanan bu hattın kontrolü anlamına geliyor. Fırat’ın hemen batı kıyısında olduğu için Menbiç’in kontrolü, nehrin doğusundaki coğrafyaya açılan stratejik bir kapının anahtarını elinde tutmakla eşdeğerde.

Suriye’deki iç savaşın seyrine baktığımızda Menbiç’in sahada çatışan aktörler arasında birkaç kez el değiştirdiğini görüyoruz. Arap ağırlıklı bir nüfusa sahip olan Menbiç Türk sınırının yaklaşık 30 km kadar güneyinde, Fırat Nehri’nin de 25 km kadar batısında bulunuyor. Menbiç şehri ve etrafındaki geniş kırsal bölgenin kontrolü, Suriye’de iç savaşın 2011 yılında patlak vermesinden bir yıl sonra rejimden Suriye muhalefetine geçti.

Ancak sonrasında DEAŞ’ın Irak’ta başlayan ve batıya Suriye’ye doğru yönelen genişlemesi içinde Menbiç de 2014 yılında bu örgütün egemenlik alanına girdi.

*

Menbiç’in bugünkü karmaşaya sahne olmasına yol açan süreç DEAŞ’tan kurtarılması sırasında tetiklendi. ABD’nin DEAŞ’a karşı PKK’nın Suriye’deki uzantısı YPG’yi sahaya sürmesinden sonra, bu askeri gücün Menbiç’e operasyon düzenlemesi kritik bir karar gerektiriyordu. Çünkü, YPG bu durumda Fırat’ın batısına geçerek, Arap nüfusun çoğunlukta olduğu bir coğrafyaya adım atmış olacaktı.

Bilinen, ABD’nin Menbiç hamlesinin 2016 yazında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile dönemin ABD Başkanı Barack Obama arasındaki hassas bir telefon konuşmasına konu olduğudur. Obama, bu görüşmede Erdoğan’a, DEAŞ tehdidi ortadan kaldırıldıktan sonra YPG’nin Menbiç’ten çıkarılıp yeniden Fırat’ın doğusuna çekileceği taahhüdünde bulunmuştur.

Menbiç, 12 Ağustos 2016 tarihinde DEAŞ’tan kurtarılmıştır. Gelgelelim sonraki süreçte YPG Menbiç’ten çıkmadığı gibi ABD de burasını kendisi için önemli bir askeri faaliyet alanı haline getirmiştir. Ankara’yı rahatsız eden bir diğer gelişme bölgenin güvenliğinden sorumlu Menbiç Askeri Konseyi’nde kontrolün YPG unsurlarına geçmesidir. Özetle, YPG Menbiç’i terk etmemiş, aksine bölgenin kontrolünü de ele geçirmiştir.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan ve Suriye ile ipleri kopartmamak meselesi

6 Şubat 2019
Öyle veya böyle, düşmanınız dahi olsa ipi tamamen kopartmayacaksınız” diye söze giriyor Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve ekliyor: “O ip size bir zaman lazım olabilir...”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen pazar akşamı TRT’ye mülakatında yaptığı bu açıklamada ipin diğer ucundaki ‘düşman’ Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’dan başkası değildir.

Erdoğan, bu benzetmeye Türkiye ile Suriye arasında istihbarat örgütleri üzerinden alt düzeyde temasların sürdüğünü açıklarken başvuruyor. Öncesinde de aynen şunları söylüyor:

“Şu anda tabii Suriye ile bizim aramızda alt düzeyde bu dış politika yürütülüyor. Yani bu birçok yerde diyelim ki, istihbarat örgütleri bu noktada illa yani Liderler ne yapıyorsa biz de onu yaparız havasında olamaz. Liderler kendileri birçok yerde devreden çıkar ama ne yapar? Kendi istihbarat örgütünü bu noktada ilişkileri, münasebetleri sürdürmesi bakımından bunu kullanır, değerlendirir.”

Bu ifadesinden sonra “Niye” diye sorup girişte aktardığımız ‘ip’ benzetmesini yapıyor Cumhurbaşkanı, hemen ardından “bu olaya Türkiye’nin siyasi tarihi açısından bu geleneği değerlendirerek baktıklarını” söylüyor.

Konunun Türkiye’nin tartışma alanına girmesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen ay sonunda gerçekleştirdiği Moskova gezisinin muhtelif sonuçlarından biridir. Rusya lideri Vladimir Putin’in Ankara’yı ‘Adana Mutabakatı’ üzerinden Esad rejimi ile diyaloğa girmeye teşvik eden bir tutum alması ve Türk tarafının da mutabakatı sahiplenmesi, kaçınılmaz olarak uygulama için Esad rejimi ile temas kurma gerekliliğini beraberinde getirecektir.

İlk esneklik işareti de Erdoğan’dan Moskova’dan dönerken uçakta yaptığı bir açıklamada geldi. Cumhurbaşkanı’nın “Bizim, bir milyona yakın insanın ölümüne sebep olmuş, milyonları göçe zorlamış biriyle üst düzey temasımız olmaz” şeklindeki sözleri, ilk bakışta her ne kadar sert görünse de “üst düzey temas”ın altındaki temaslara kapıyı aralayan bir esneklik taşıyordu.

Erdoğan, geçen pazar akşamı TRT’de bir adım daha attı ve bu kez istihbarat örgütlerinin zaten görüşmekte olduklarını duyurdu.

Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerinden, Türk ve Suriye gizli servislerinin 2011’de iç savaş patlayıp Türkiye’nin

Yazının Devamını Oku

El Kaide’yi destekleyen Batılı ülkeler hangileri?

5 Şubat 2019
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın DEAŞ hakkındaki söyleminin önemli bir yönü, bu örgütün bazı odakların Suriye’de uygulamaya çalıştıkları planları için mazeret olarak kullandıkları bir proje olduğu yolundaki görüşüdür.

Erdoğan’ın “Bölgedeki DEAŞ unsurlarının kimler tarafından beslendiğini, eğitildiğini, ihtiyaç duyulduğunda kullanılmak üzere hazır halde tutulduğunu gayet iyi biliyoruz” şeklindeki sözleri bu bakışının açık bir yansımasıdır. (12 Aralık 2018)

Erdoğan’a göre, DEAŞ, “Dünyayı korkutmak için sürekli şişirilen, büyütülen, dev aynasında gösterilen bir proje”dir. (27 Kasım 2018)

Cumhurbaşkanı, aynı konuşmasında DEAŞ’ı “balon” olarak nitelendirip, Türkiye’nin ‘Fırat Kalkanı’ harekâtı ile bu “balonu patlattığını” da söylemiştir.

*

Cumhurbaşkanı’nın bu yöndeki beyanlarına yakın zamandan birçok örnek verilebilir. Burada önem taşıyan nokta, Erdoğan’ın hiçbir zaman DEAŞ’ı kullanan odak ya da odakların ismini vermemesi, hiçbir ülkenin adını geçirmemesi, isimlendirmeyi bir anlamda kamuoyunun takdirine bırakmasıdır. Sonuçta Erdoğan’ın DEAŞ tahlili, Batılı ülkelerin bu terör örgütüne dönük tehdit değerlendirmesinden önemli ölçüde ayrılmaktadır.

*

Cumhurbaşkanı’nın DEAŞ’a bakışının bir benzeri, bu kez Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun yaptığı bir açıklamada ancak DEAŞ değil, El Kaide’nin uzantısı olan İdlib’deki Heyet Tahrir Üş Şam (HTŞ) bağlamında karşımıza çıktı.

Geçen çarşamba günü Demirören Medya Grubu’nun Ankara’daki merkezini ziyaret eden

Yazının Devamını Oku

Tam 40 yıl sonra Abdi İpekçi’yi hatırlamak

2 Şubat 2019
Abdi İpekçi’nin cenaze törenine katılmak üzere Türkiye Gazeteciler Sendikası Ankara Şubesi’nin kaldırdığı bir otobüsle başkentten gece yola çıktık. Sabah İstanbul’a varınca doğruca Milliyet Gazetesi’nin Cağaloğlu Nuruosmaniye Caddesi’ndeki merkezine gittik. Abdi Bey’in birinci kattaki odasına çıktığımızı çok iyi hatırlıyorum.

Tarih 4 Şubat 1979. O günden yine zihnime yerleşmiş zaman kesitleri... Maçka’dan Teşvikiye Camii’ne doğru giden uzun kortejde cenaze arabasının arkasındaki çelenkleri taşıyan gazetecilerden biri de bendim. O sırada sarı basın kartına henüz hak kazanmıştım.

Tam 40 yıl sonra dün Abdi İpekçi’yi anmak üzere Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki kabrinin önünde kızı Nükhet İpekçi’nin yanında toplanmıştık.

Türkiye’de ve Türk basınında Abdi İpekçi’siz bir 40 yıl geride kalmıştı.

Dünkü törenler işte bu 40 yılın muhasebesini yapmak, onun gazeteciliğini ve temsil ettiği değerleri hatırlamak, onların üzerine düşünmek için bir vesile oldu.

Milliyet Genel Yayın Yönetmeni Mete Belovacıklı ve arkadaşlarının 40. ölüm yıldönümünde İpekçi’yi anmak üzere hazırladıkları etkileyici sergiyi gezerken karşıma çıkan bir sürpriz, onun gazeteciliğini anlamak açısından her şeyi yerli yerine oturttu.

Duvarda asılı dev bir fotoğrafta Abdi İpekçi, İsmet İnönü’yle mülakat yaparken görülüyor. İsmet Paşa, bu fotoğrafı imzalayıp İpekçi’ye gönderirken “Darılmadan çekişmeğe alıştığımız Sevgili Apti İpekçi için, 1969” diye not düşmüş.

Bu ifadede İsmet Paşa’dan zarif bir dokundurma var.

Birden yıllar sonra 2005 yılında Milliyet Genel Yayın Yönetmeni olarak

Yazının Devamını Oku

Suriyeli mültecilerle ortak bir geleceğe doğru

1 Şubat 2019
Çarşamba günkü yazımızda Suriye’den Türkiye’ye doğru göçün sürmekte olduğuna, 2018 yılındaki yaklaşık 200 binlik artışla geçici koruma altındaki Suriyeli mültecilerin toplamının 3 milyon 636 bine ulaştığına dikkat çektik.

Dünkü yazımız ise mülteci durumundaki çocuk ve gençlerde Türkiye’ye aidiyet duygusunun güçlendiğini ve kendini artık Türkiyeli kabul eden bir Suriyeli kuşağının ortaya çıkmakta olduğunu anlatıyordu.

Şimdi bu yönelişlerin aynen sürmesi halinde Türkiye’yi ne gibi meselelerin beklediği ve aslında şimdiden su yüzüne çıkmakta olan bu sorunları göğüslemek için neler yapılabileceği, ne gibi temel politikaların izlenebileceği sorularına yanıt arayabiliriz.

Öncelikle, Suriyelilerin Türkiye’de kalışlarının en doğrudan sonuçlarından biri, bir bölümünün zaten Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı almaya başlamış olmasıdır. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 19 Ocak’ta yaptığı açıklamaya bakarsak, vatandaşlık kazanan Suriyelilerin sayısı 79 bin 820’dir ve bu gruptan 53 bin 99 kişi 31 Mart yerel seçiminde oy kullanacaktır.

Bir de vatandaşlığa geçmemekle birlikte ikamet izni alarak geçici koruma statüsünün dışına çıkan resmi rakama göre 99 bin 352 kişilik bir kitle var. Vatandaşlığa geçenlerle, ikamet izni alanları geçici koruma altındaki mültecilere eklediğimizde Türkiye’deki Suriyelilerin toplamı 3 milyon 815 bin gibi bir sayıya ulaşıyor. Sayıları sınırlı olduğu anlaşılan kayıt dışı Suriyeliler bu toplamın dışındadır.

Karşımızdaki en önemli bilinmez, halen Türkiye’de misafir durumunda olan Suriyelilerin ileride ne kadarının ülkelerine döneceği sorusudur. Bu sorunun yanıtı, büyük ölçüde Suriye krizine siyasi çözümün ne zaman bulunacağı ve bunun nasıl bir çözüm olacağıyla yakından ilişkilidir. Türk hükümetinin mültecilerin en azından bir bölümünü sınırın Suriye tarafında kurulacak güvenli bölgeye yerleştirme niyetinin ne ölçüde hayata geçirilebileceği de zamanla görülecektir.

Siyasi çözüm bulunsa bile Beşar Esad’ın işbaşında kalabileceği bir senaryoda muhalif çizgideki mülteciler dönmek konusunda isteksiz davranacaktır. Ayrıca, Türkiye’de bir şekilde tutunabilmiş olanların savaştan çıkmış bir ülkenin belirsizliği içinde Suriye’de yeni bir hayata başlamaktansa, burada kalmayı tercih etmeleri zayıf bir ihtimal değildir.

Suriyeli mülteciler üzerinde çalışmakta olan Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi’nden Doç. Şebnem Köşer Akçapar’ın Hürriyet’ten arkadaşımız İpek Özbeye geçenlerde verdiği mülakatta paylaştığı tespitler bu bakımdan bir hayli çarpıcıdır. Doç. Akçapar, İstanbul ve Gaziantep’te yürüttükleri saha çalışmalarına dayanarak, mültecilerin yüzde 80’ininin “Biz Türkiye’de yaşamaktan mutluyuz” diyerek kalma eğiliminde olduğuna dikkat çekiyor.

Sonuçta, 4 milyona yaklaşan Suriyelinin sayıca azımsanmayacak bir bölümünün Türkiye’de kalacağını varsaymak gerçekçi olur. O zaman bir ‘Suriyeli azınlık’ olgusunun Türkiye’nin geleceğinin bir parçası olacağı realitesi ile şimdiden barışık hale gelmemiz gerekiyor.

Yazının Devamını Oku

Kendini Türkiyeli gören Suriyeliler kuşağı geliyor

31 Ocak 2019
İÇİŞLERİ Bakanlığı Göç İşleri Genel Müdürlüğü’nün Suriyeli mültecilerle ilgili verilerindeki en çarpıcı tablolardan birini Türkiye’de geçici koruma altındaki Suriyeli nüfusun yaş grupları itibarıyla yapısı oluşturuyor.

Bakanlığın verilerine göre, 2011’de başlayan iç savaşla birlikte Türkiye’ye gelmeye başlayan Suriyeli mültecilerin sayısı geçen hafta perşembe günü itibarıyla 3 milyon 636 bine çıkmıştı. Bu toplamda en kalabalık kümeyi 549 bin kişiyle 19-24 yaş aralığındaki mülteciler oluşturuyor. Bunu 5-9 yaş aralığındaki 506 bin mülteci izliyor.

Altını çizmemiz gereken bir nokta, çoğunluğunun Türkiye’de doğduğunu tahmin edebileceğimiz 0-4 yaş arasındaki çocukların 482 binle yarım milyon eşiğinin biraz altında kalmasıdır.

Mülteciler içinde 18 yaş ve altında ‘çocuk’ olarak değerlendirebileceğimiz bütün kümelerin toplamı 1 milyon 653 bindir. 24 yaş ve altındaki mültecilerin toplamı ise 2.2 milyona ulaşıyor. Bu yaş aralığındaki çocuk ve gençlerin toplam mülteci nüfusu içindeki oranı yüzde 60’tır. Özetle, bir hayli genç bir mülteci nüfusundan söz ediyoruz.

*

Arkadaşımız Gizem Coşkunarda’nın Hürriyet’in 20 Ocak tarihli Pazar ekinde yayımlanan “Artık Türkiyeli olan Suriyeli Çocuklar Anlatıyor” başlıklı araştırması, bu istatistiklerin rakamsal dünyasının dışına çıkarak, çocukların Türkiye’deki geleceklerini nasıl gördüklerini anlatan, meseleye onların gözünden bakan insani bir perspektif açıyordu.

Bu çocuklar arasında Suriye’yi hiç hatırlamayanlar olduğu gibi, savaşın korkutucu yüzüne bizzat tanıklık etmiş, bombardıman altında yaralanıp tedavi görmüş olanlar da var. Sorulara verdikleri yanıtların ortak paydası, neredeyse hepsinin söz birliği etmişçesine Türkiye’de kalma arzusunu belirtmiş olması.

Suriyeli çocukların ifadeleri yan yana konulduğunda, çoğunda Türkiye’ye bir aidiyet duygusunun şimdiden yerleşmiş olduğu anlaşılıyor. Kuşkusuz, aralarında Suriyeli oldukları için “

Yazının Devamını Oku

Suriyeli mültecilerin sayısındaki artış sürüyor

30 Ocak 2019
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın son dönemde sıkça tekrarladığı konulardan birini Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilerin sınırın Suriye tarafında kurulacak güvenli bölgeye yerleştirilmesi teması oluşturuyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, son olarak önceki gün İstanbul’da Kızılay ve Kızılhaç temsilcilerinin katıldığı bir uluslararası toplantıya hitap ederken yine bu temayı işledi ve İlk aşamada halen ülkemizde yaşayan yaklaşık 4 milyon Suriyeli sığınmacının, kendi evlerine dönebilecekleri güvenli bölgeler oluşturmayı hedefliyoruz” diye konuştu.

Türkiye’nin 2017 Şubat ayı sonu itibarıyla kontrolüne aldığı Fırat Kalkanı bölgesindeki Azez, El Bab ve Cerablus ile 2018 Mart ayı sonunda kontrolüne aldığı Afrin’de kurulan güvenli bölgelere dönen Suriyeli mültecilerin sayısı İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından 22 Aralık’ta 291 bin 790 olarak verilmişti. Erdoğan, önceki günkü konuşmasında bu sayıyı 300 bine yuvarlayarak, “Güney sınırımız boyunca tesis edeceğimiz güvenli bölge ile inşallah bu sayının milyonları geçeceğine inanıyorum” dedi.

*

Cumhurbaşkanı’nın, güvenli bölge müzakerelerinin bir taraftan ABD, diğer taraftan Rusya ile sürdüğü bir dönemde yaptığı bu açıklama, Türkiye’nin Fırat’ın doğusunda kurmak istediği bölgenin gerekçesinde yer alan terör boyutuna ikinci bir gerekçe ekliyor. Aslında resmi söylemde güvenli bölgelerin kurulması ihtiyacı ile mültecilerin Suriye’ye dönüşlerinin teşvik edilmesi geçmişte de doğrudan ilişkilendirilen bir konuydu. Fark, bu temanın son günlerde Erdoğan’ın söyleminde giderek artan bir vurgu almaya başlamasıdır.

Suriyeli mültecilerin Türkiye’de sayıca ulaştığı büyüklük ve bunun beraberinde getirdiği sorunların ağırlığı karşısında, güvenlik bölgesi üzerinden bu sorunların çözümü ya da en azından belli ölçülerde hafifletilmesi arayışının bu vurgunun gerisindeki saiklerden biri olduğunu düşünebiliriz.

Mülteciler meselesinin özellikle yoğun göç alan illerde yerel düzeyde hassasiyetlere sahne olabilmesi, zaman zaman bazı olayların patlak verebilmesi konunun göz ardı edilmemesi gereken bir boyutudur. Buna ek olarak, Suriyeli mültecilerin iç politikada bir tartışma konusu haline dönüşmeye başlaması da bu faktörler arasında sıralanabilir. 

Bu çerçevede MHP Lideri

Yazının Devamını Oku

Hangisi, Adana Mutabakatı mı, ikili terör anlaşması mı

29 Ocak 2019
Biri hâlâ görevde, diğeri değil. Türkiye ile Suriye arasında ‘Terör ve Terör Örgütlerine Karşı Ortak İşbirliği Anlaşması’na 21 Aralık 2010 tarihinde Türk tarafından imza koyan siyasi dönemin dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu. Anlaşmaya Suriye hükümeti adına da halen dışişleri bakanlığı koltuğunda oturmaya devam eden Velid Muallem imza atmış.

Ardından dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, anlaşmanın onaylanmasına ilişkin kanun tasarısını 9 Şubat 2011 tarihinde TBMM Başkanlığı’na göndermiş. Anlaşmanın TBMM’de onaylandıktan sonra Resmi Gazete’de yayımlandığı tarih 26 Nisan 2011.

Bu ikili anlaşma, 20 Ekim 1998 tarihinde imzalanan ve Suriye’nin PKK’yı desteklememe taahhüdünü üstlendiği ‘Adana Mutabakatı’nda terörle mücadele konusunda girilen işbirliğinin daha da geliştirilmesini öngörüyor.

Bu noktada iki metin arasındaki bir farka dikkat çekelim. Dönemin Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Uğur Ziyal ile Suriye Siyasi Güvenlik (İstihbarat) Başkanı Tümgeneral Adnan Badr el-Hasan’ın imza attıkları ‘Adana Mutabakatı’, hukuki bağlayıcılığı açısından TBMM’de onaylanıp yürürlüğe giren bir anlaşma kategorisinde değil. Bu, yalnızca 1998 yılı sonbaharında Türk ve Suriye hükümetlerinin ortaklaşa yaptıkları bir irade beyanını içeren bir mutabakat metni. Sonrasında bir onay işleminden geçmemiş. Buna karşılık uygulamaya geçildiğinde, o dönemde işbirliği anlamında çok etkili olmuş bir mutabakat.

Ancak yine de 2010 tarihli ikili anlaşma, hukuken Adana Mutabakatı’nın üstünde olan bir metin. 

Ayrıca, bu metinlerin yürürlük durumlarına baktığımızda şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor. Bir kere, Adana Mutabakatı ucu açık bir şekilde düzenlenmiş. Süresiyle ilgili hiçbir hüküm içermiyor. Otomatik olarak uzayıp uzamayacağına ilişkin bir hüküm de yok. 

Buna karşılık, 2011’de yürürlüğe giren terör anlaşmasına baktığımızda durum farklı. Çünkü, metnin 23’üncü maddesi, anlaşmanın üç yıl yürürlükte kalacağını belirtiyor ve
-taraflardan herhangi biri aksi yönde bir bildirim yapmazsa-  her üç yılda bir otomatik üçer yıllığına uzayacağını kayda bağlıyor. Dışişleri Bakanlığı’ndan dün öğrendiğime göre, bu yönde bir bildirim yapılmadığı için anlaşma 2014 ve 2017 yıllarında iki kez kendiliğinden uzamış. Yani, terör anlaşması 2020 ilkbaharına kadar yürürlükte.

Tam bu noktada olayların akışındaki zamanlamada tesadüfi örtüşme de ilginç. İkili anlaşmanın Resmi Gazete’de yayımlanması (26 Nisan 2011) ve ardından yürürlüğe girmesi Suriye’de iç savaşın başladığını gösteren ilk olayların aynı yılın mart ayında patlak vermesinin hemen ertesine rastlıyor. Özellikle 2011 Nisan ayı ve sonrasında Suriye’de muhaliflerin gösterileri dalga dalga büyüyor.

Yazının Devamını Oku