Çevik’in belgelere dayanarak yazdığı kitap, Atatürk’ün hayatından çok özel bir kesiti, Trablusgarp Savaşı yıllarını anlatıyor. Osmanlı Devleti ile İtalya arasında 1911-1912 yıllarında gerçekleşen bu savaş büyük önderin katıldığı ilk savaş aslında. Yazar kitabından şöyle söz ediyor: “Genç Mustafa Kemal’in hem Doğu’yu hem Batı’yı iyi tanıyan bir Osmanlı paşası olduğunu unutmamak gerekiyor. Trablusgarp’ta çok zor günler geçirdi, mesela gözünden yaralandı ama gene de mücadeleyi bırakmadı.”
Ve kitapta Mustafa Kemal bir kez daha büyük bir asker, Akdeniz’in kaçınılmaz kaderine boyun eğmeyen kararlı bir irade olarak çıkıyor karşımıza. Özetle, “Çöldeki Bozkurt” yakın tarihimize ve Atatürk’e dair önemli bir yapıt.
Kahramanımız Şili’ye geri dönüyor
Tarih ve felsefe soslu gerilim romanlarıyla tanıdığımız Mehmet Mollaosmanoğlu, yeni romanı “Şili’de Alaturka” ile okurlarının karşısında.
Kiann ve ona eşlik eden Sırp çellist Ana Percevic’in sahnesi sevincimi artırdı, üzüntümü azalttı. İnsanın ruh halini böylesine değiştirebilen sanatçıların olması dünyayı güzelleştiriyor.
Kiann’ın farklı müzik türlerini bir araya getirmedeki orijinal yaklaşımının altını çizmek gerekiyor. Kiann’ın müziğini hep yanımda taşıyorum, notalarıyla dinleyicilerini iyileştirdiği için onu kutluyorum.
Çağlar ve boyutlar arası bir bilim kurgu
Ünver Alibey’in yazdığı “Işık Prensi”, genç kalan yetişkinler için yazılmış, merkezine imkânsız bir aşk ilişkisi yerleştirilmiş, çağlar ve boyutlar arası bir bilim kurgu macera romanı.
Konusu ise kısaca şöyle:
Üniversite eğitimi için İstanbul’a gelen Esin beklenmedik bir anda gizemli ve karizmatik bir yabancıyla karşılaşır. Emir, yıllar sonra yine İstanbul’dadır.
Yılmaz yeni polisiye romanında, çok sevdiği mesleğine küsmüş olan bir profesörün eşinin çabasıyla yeniden matematiğe dönmesinin öyküsünü anlatıyor.
Profesör matematiğe ve öğrencilerine yeniden dönerken, cinayete kurban giden karısının da intikamını almaya çalışıyor. Ve zaman içinde bir katile dönüşüyor. Bakalım Yılmaz’ın bu romanı, öncekiler gibi büyük ilgiyle karşılanacak mı? Okurlarının ve polisiye severlerin daha şimdiden benim gibi sabırsızlandığını tahmin edebiliyorum.
Bu arada geçen yıl Milliyet gazetesinde yayımlanan “Bodrum’da Mandalina Cinayetleri” adlı tefrikanın kitaplaşmasını, ben de polisiye okurları gibi merak ve heyecanla bekliyorum.
Aşk, tutku ve yurt özlemi
İş dünyasının yakından tanıdığı Cem Kozlu, dedesinin yaşamından kesitler sunan yeni bir kitaba imza attı: Bir Tıp şehidi/M. Salahattin Erk.
Röntgen profesörü Salahattin M. Erk’in bulunduğu kentlerden eşine yolladığı kartpostalları derleyen Kozlu, dedesinin radyoloji tutkusunu, tıp tarihindeki değerini ortaya çıkarıyor.
Salahattin Erk’in Avrupa kentlerinden ilginç gözlemlerine de tanıklık ediyoruz bu çalışmada. Savaş ve sonrasının dünyadaki çalkantıları içinde içtenlikle kaleme alınan bu anıları Remzi Kitabevi renkli olarak yayınladı.
“Sihirli Flüt”ün hikâyesi
◊ “Defne”yi nasıl konumlandırıyorsunuz? Otobiyografik bir roman mı yoksa bir veda güncesi mi?
- “Defne” aslında kusurlu bir aşkın vedası. Bunu söylerken öyle süslü kelimelerle anlatayım diye değil, samimiyetle belirttim. Her birimizin içindeki kusurlu, kabul edilemez ve kendimize bile itiraf ederken zorlandığımız hislerimizin romanıdır “Defne”. Zaten sabrın nasıl yorulduğunu okurken kendimize soracağız, ‘Ben nerede buna benzer bir şey yaşadım?’ diye. Yazar olarak bilmeden, görmeden, dinlemeden en önemlisi de hissetmeden zaten okuyucuya geçirmek çok zor olurdu sanırım. Her insan gibi ben de “Defne” ile örtüşüyorum. Kadınlar her ne olursa olsun bilmeseler de vazgeçmeyen ruhlardır. Yani bir kadını öyle kolay kolay alt edemezsiniz. Susmasıyla bile meydan okur, yeri gelir. Defne ağacı dökülse de hiç solmayan yapraklarıyla meydan okur kışa. Aynı bizler gibi... İşte o yüzden “Defne” her şeye rağmen sabrın sınandığı bir aşkın veda romanı.
◊ Bu ülkede kadın olmak, bu ülkede kadın yazmak konusunda neler söylersiniz?
- Keşke bu soruya sadece gülerek cevap verebilsem. Sorun şu ki bırakın yazmayı, kadın olarak hele ki tek başına mücadele eden kadın olmak başlı başına zor zaten. Boyun eğmenizi beklerler ama aynı zamanda ayaklarınızın üstünde durmalısınız. Susmanızı beklerler ama bir yandan da konuşmalısınız. Şiddete de maruz kalsanız, yaralanıp ölümle bile burun buruna gelseniz yutkunup yaşamalısınız. Gerçek hayat hikayeleri yazarken içimin nasıl acıdığını kitaplarıma döktüğüm satırlarda bulabilirsiniz. Bu konuda o kadar çok doluyum ki neresinden tutsam diye düşünürken yazmaya karar verdim zaten. Biz kadınlar eğitim ve ekonomik özgürlüğümüzde o kadar çok eksiğiz ki yani tamamlasak da toplum süzgecinde örf adet adı altında o kadar çok sınırlanmışız ki, duyduklarım ve izlediklerim karşısında çığlık atasım gelmiyor değil hani. Mental olarak her şeye göğüs geren kadınların gerek fiziksel gerekse psikolojik şiddete maruz kalmaları içimi gerçekten acıtıyor. İşte o yüzden kadın olmak ve kadınlar üzerine bu kadar çok yazıyorum. Çünkü yazdıklarım da, yaşanan yanlış ve adaletsiz gidişe karşı dur deme eylemim.
◊ Romanı tamamladıktan sonra neler hissettiniz?
- Daha önceki romanım “Yade”de yaptığımın aynısını. Derin bir nefes ve ardından buruk bir sevinçle karışan gözyaşları eşliğinde romanla vedalaştım. Çok melankolik gelebilir belki ama inanın o an neler hissettiğimi tarif edebilmek için kelimeler zorlanıyor. Düşünsenize, yaşanılan şiddeti doğru ve akıcı biçimde aktarmak zorundasınız. Ayrıca gerçekleri anlatma gibi bir sorumluluğunuz var ve elbette kitabın kahramanına ve derdimi anlatmaya çabaladığım okuyucularıma karşı olan sorumluluğum da cabası. Yanlış en ufak bir anlatım gerçeklerden uzaklaştırır. O yüzden en çok ona dikkat ederek oya işler gibi işlemelisiniz olayları. Üzerimden nasıl bir yük kalktığını anlatamam. Kitabı okuyucularıma emanet ettikten sonra artık tek duymak istediğim onların bana geri dönüşleri.
Kariyeri boyunca yapımcı, yönetmen ve oyuncu olarak 90 filme imza attı.
“Aramızdaki Düşman” (1964), “Kendi Düşen Ağlamaz” (1969) ve “Zalim” (1973) gibi macera, gerilim ve süper kahraman filmleriyle unutulmazlar arasında özel bir yer edinen Atasoy’un ölümü, sinema dünyasını derinden üzdü.
Hayatımda da yeri ayrıydı.
İrfan Abi ile yıllar önce Gazeteci Erol Dernek Sokak’taki bir kafede tanışmıştım.
Kendisinden defalarca oyunculuğun özel tarihini dinlemiştim.
Hiç unutmam, Altın Koza Film Festivali’nde “yaşam boyu onur ödülü” almıştı.
Adana’da geçirdiğimiz bir festivalde de anılarını dinleme fırsatı bulmuştum.
Maria, işini iyi yapan, yemeğe ruhunu ve lezzetini katan bir gastronom.
Geçenlerde Etiler’deki Maria’nın Bahçesi’ne uğradım ve kendisiyle uzun uzun sohbet etme fırsatı buldum. Yeni kitabının konusu beni heyecanlandırdı.
Bir Rum kızının hayat hikayesini okumak ilginç olacak.
Otobiyografik özellikler taşıyan bu roman, Kandilli’de bir doğumla başlıyor. Kitapta kahramanımızın Mısır çöllerindeki maceraları, aşkları da var.
1973 öncesi İstanbul’un çilingir sofralarının da bu kitapta olması şahane.
Kitapta yer alan Selanik’ten İstanbul’a yapılan tekne yolculuğu da heyecan dolu. Bakalım bu kitabı hangi yayınevi yayımlayacak.
Şunu da söylemeden edemeyeceğim, edebiyat sohbetimize eşlik eden levrek pirzolasıyla, beğendili kalamar dolması beni kalbimden vurdu!
Sanat ve medya dünyası, kapsamlı içeriğiyle dikkat çeken yeni bir dergiye kavuşuyor. Yapımcı, yayıncı, yazar, yönetmen Sami Dündar’ın başında bulunduğu Dark İstanbul Medya A.Ş. bünyesinde hazırlanan Dark İstanbul Dergi, üç ayda bir yayımlanacak ve ilk sayısı haziran ayında raflarda olacak.
İstanbul odaklı dergide polisiye, fantazya, korku ve bilimkurgu edebiyatı hakkında dosya konuları, söyleşiler ve yazıların yanında İstanbul tarihi, sinema, müzik, gastronomi, çizgi roman, öykü gibi başlıklar da bulunacak. Derginin yayın yönetmenliği görevini ise deneyimli kültür-sanat gazetecisi ve yazar Özlem Ertan üstlendi.
Robert Kolej ve tarihi
Robert Kolej tarihine dair çok kapsamlı, genel okur kitlesine hitap eden bir çalışma Önder Kaya kalemiyle okurlarla buluşacak. Kaya, kolejin tarihi yapısından günümüze, farklı görüşlerden eğitim sistemine kadar pek çok detayla bu köklü yapının bir tarihçesini bizlere sunacak.
Biyografi ve tarih severler için
Diplomat Şair-Yahya Kemal’in Elçilik Yılları 1926-1949”,
Tarihçi Murat Bardakçı, yeni kitabında bir ilke imza atıyor. “Atatürk’ün Mutfağı”, Çankaya Köşkü mutfağının bitmek bilmeyen kuruluş, yani tamir, inşaat ve tedarik öyküsüyle açılıyor.
Sürekli bozulan ve defalarca yeniden yaptırılan kuzine yani mutfak sobasından kimi zaman İstanbul’dan kimi zaman Çekoslovakya gibi ülkelerden getirtilen ve yıllar içinde sayısız kez kaybolup yenilenen tabak çanak takımlarına kadar ayrıntılı olarak verilen bu kuruluş öyküsünden sonra sıra aşçılardan bulaşıkçılara, çeşnicilere mutfağın çalışanlarına geliyor.
Yiyecek içecek maddelerinin harcama listeleri ise tedarikçilere gönderilen telgraflardan, satıcıların hazırladığı faturalardan öğreniyoruz.
Bamya, enginar gibi sebze yemekleri de pişirilmiş ama Bardakçı’ya göre temelde “bir bekar evi” olan Çankaya Köşkü’nde sofraya çoğunlukla balık, havyar, tarama gibi yiyecekler gelmiş.