Kahramanmaraş depremleri sırasında afet bölgesinde görev yaparken yayın yönetmenimiz Ahmet Hakan sahadaki bütün habercilerden insanların en çok ihtiyaç duyduğu beş şeyi raporlamamızı istemişti. Ben bu 5 elzem şeyin arasına oyuncak ihtiyacını da koymuştum.
Çünkü ekmeğin, suyun, giyeceğin, çadırın yanı sıra oyuncağın da çok gerekli bir şey olduğunu görmüştüm. Aileler sokakta yaşıyordu. Yetişkinlerin ilgilenmeleri gereken birçok konu vardı. Depremzede çocuklar yıkıntıların arasında vakit geçiriyordu. Üstelik ha yıkıldı ha yıkılacak binalar, molozlar, çukurlar, keskin bina demirleri falan, her taraf çok tehlikeliydi çocuklar için. Bir travma yaşamışlardı ama ne olduğunu tam olarak onlar da bilmiyordu.
Okulları, sıraları, evleri, giysileri, sevdikleri eşyalar, kısacası hayatlarındaki her şey enkaz altında kalmıştı. Halbuki yaşanan büyük felakette en suçsuz onlardı. O çürük binaları onlar inşa etmemişti. Bütün uyarılara vurdumduymazlıkla onlar yaklaşmamıştı. Afetin ardından yardım karmaşasına onlar sebep olmamıştı.
Haberimizin ardından Mattel oyuncak firması bir TIR dolusu oyuncak yollama kararı aldı bölgeye. Sonra stadyumlar devreye girdi. “Bu Oyuncak Sana arkadaşım” gibi kampanyalarla binlerce, milyonlarca oyuncak toplanıp gönderildi bölgeye.
D&R’ın yaptığı bir çalışma sayesinde Hatay’daki çocuklardan iki mektup aldım. Belli ki bizim adımıza çocuklara kitap-kırtasiye yardımı yapmışlar. Çocuklar da o yardımı biz yaptık sanarak mektup yazmışlar.
Kendi el yazılarıyla. Altına da resimler çizmişler. Benim için yazılmış belki de en güzel mektuplar. Birinin adı Ayşe Soyak. Şöyle demiş:
“Zor günlerde bizi yalnız bırakmadığınız için çok teşekkür ederim. Sevgili arkadaşım Savaş Özbey, siz çok iyi bir insansınız ve çok yardımseversiniz. Seni çok sevdim. Ve seninle tanışmak çok istiyorum...”
İyi eğitimli:
Devlet konservatuvarı mezunu...
Mektepli:
Antalya Devlet Tiyatrosu terbiyeli...
Başarılı: SİYAD’dan en iyi yardımcı erkek oyuncu ödüllü...
İşinde gücünde:
Tiyatro oyunları, filmler, diziler...
Metrodan indik, AVM’ye gireceğiz ki Kanyon’un alt giriş katına gelmeden bir tünel karşıladı bizi.
Duvarlar, yerler ışıklandırmalı panellerle rengârenk olmuş, çiçek desenleri, bahar görüntüleriyle içiniz açılıyor.
Çocuklar hayatlarından nasıl memnun anlatamam.
Büyükler de öyle, o yoğun insan akışında bile herkes durup bir selfie çektirmenin derdinde.
Meğer yılın “Yumoş Zamanı”ndaymışız.
Serginin küratörü Galeri Nev’in kurucusu Haldun Dostoğlu’yla tanıştım. Şöyle ilginç bilgiler edindim:
Mesela binanın girişinde sağ tarafta yer alan Erol Akyavaş eseri 1989 İstanbul Bienali’nde sergilenmiş ve her bir tablet üç ayrı semavi dini temsil ediyormuş.
Resepsiyonun üzerindeki Canan Tolon eseri, sanatçının bugüne kadar yaptığı en büyük esermiş.
Nevin Aladağ’ın eserindeki forte üzerindeki top gülleleri Mozart’ın Türk Marşı’nın notalarıymış...
Gelelim önünde kilitlenip kaldığım tabloya:
Estetikle başka birine dönüşen Sertab Erener yapılan yorumlardan memnun kalmamış olacak ki önce yeni pozlarını paylaştı, o da yetmedi; eleştirenlere laf soktu: “Yardımcı olayım, tanıyamamış olabilirsiniz, ben Sertab...”
Ajda Pekkan’ın estetikleri için yapılan bir espri vardı:
“Yine gergin kalkmışsınız bu sabah Ajda Hanım!”
Hatta Cem Yılmaz’la birlikte çektikleri bir reklam filmine bile konu olmuştu.
Yani estetiğin Türkiye’deki ‘veteranı’ Süperstar’ın bu konuda en ufak bir kompleksi yok. Dalgasını geçip, mavrasını bile yapıyor.
Ama aynı şeyi Sertab Erener için söyleyemiyoruz işte.
Lvbel C5’in şarkısı gibi: “N’oluyo kızım sana ‘Öl’ demeler / Yaptın Insta’dan bana göndermeler...” Halbuki ne gerek var insanlarla böyle didişmeye?
Kocadon soyadını duymuşsunuzdur. Mehmet Kocadon Bodrum’un belediye başkanıydı. Civarın en köklü ailelerinden biri. Bodrum merkezde bulunan eski aile konaklarını onarıp butik bir otel haline getirdiler: Kocadon Museum Hotel.
Aynı zamanda bir müze çünkü aile geçmişinden kalma el işi objeler, giysiler, kaftanlar, mutfak gereçleri, fincanlar, tabaklar sergileniyor her yanda.
Kapısından içeri adım attığınızda kendinizi 100 yıl öncesinin bu “aşk yuvası”na ışınlanmış hissediyorsunuz. Evet, aşk yuvası.
Burayı dede Kocadon evlendiği kıymetli eşiyle bir ömür boyu mesut yaşamak için yaptırmış. O zamanlar girişinde bu aşkın nişanesi olarak bir gül bahçesi de varmış.
Fakat saadetleri uzun sürmemiş. 1. Dünya Savaşı sırasında bir Fransız gemisinden atılan top konağa isabet edip binayı yerle bir etmiş. Konağı tamir ettirme imkânları varmış tabii ama bu uğursuz olaydan sonra bir daha burada oturmak istememişler. Neyse ki saldırıda ölen olmamış ama konak uzun yıllar metruk kalmış.
Mustafa Kemal’in bir karar vermesi gerekiyordu. Ya Gelibolu’ya çıkarma yapan düşmana karşı derhal harekete geçecekti ya da olduğu yerde kalıp Alman general Liman von Sanders’ten emir gelmesini bekleyecekti. Divan-ı Harp’te yargılanabileceği bir karar aldı Mustafa Kemal. Düşmanın karada tutunmasına izin vermemek için emri beklemeden komutasındaki 19’uncu tümenle Anafartalar yönüne harekete geçti.
İşte bu yol, 109 yıl önce 1915’te, 24 Nisan’ı 25 Nisan’a bağlayan gece, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle şehadete doğru ilerleyen ana kuzularının yürüdüğü yoldur. Düşmanla çatışmaya girip de mühimmatları azalınca bu kez şu emir gelecekti Mustafa Kemal’den: “Ben size taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve başka komutanlar geçebilir...”
ŞARAPNEL VE EL BOMBASI
Biz hep göğsündeki saate denk geldiği için Atatürk’ü öldüremeyen şarapnel parçasını biliriz. Oysa 289 gün boyunca kaldığı Çanakkale’de birçok kez ölüm tehlikesi atlattı. Bir keresinde Mustafa Kemal’in rütbeli bir Osmanlı subayı olduğunu fark eden düşman uçağından üzerine el bombası atılmış, kendini yana savurarak son anda kurtulmuştu. Peki Mustafa Kemal ve askerleri ölünceye kadar geçecek zaman neden bu kadar önemliydi?
Birinci Dünya Savaşı’nda bizim yanımızda Almanya, karşı taraftaysa İngiltere, Fransa, Rusya gibi büyük devletler vardı. Rusya zor durumdaydı. Ülkede Bolşevik İhtilali olmak üzereydi. Eğer böyle bir şey olursa savaştan çekilecek, düşman cephesi zayıflayacaktı.
İngiltere ve Fransa o zamana kadar görülmüş en büyük donanmayı hazırlayarak Çanakkale’ye saldırdı. Amaç, Çanakkale’yi geçip İstanbul’u işgal etmek, böylece hem Osmanlı’yı savaşta saf dışı bırakmak hem de müttefikleri Rusya’ya yardım ulaştırmaktı.
Kendilerinden o kadar emindiler ki, İstanbul’u işgal ettikten sonra askerlerinin burada harcayacakları paraları bile hazırlamışlardı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu muazzam donanma Çanakkale’yi geçemediği gibi çok büyük de zayiat verdi.
Bir Uzakdoğu restoranına gittiğinizde tahta çubukları kullanabiliyor musunuz? Ben kullanamıyorum. Öğrenmeye çalışmadım diye değil. Denedim ama beceremiyorum. Benim açımdan çok şaşırtıcı değil. Araba da kullanamıyorum mesela. Yarım asır böyle idare eden gerisini de götürür.
Fakaaat... Siz anasından elinde çubukla doğmuş gibi chopstick kullanabilenlere bazı kötü haberlerim var.
Hem de bu işin Japonya’da eğitimli, burslu, efendilerin yanında çekirgelik yapmış bir adamından: Sinan Damgacıoğlu.
Sinan ilginç bir portre.
Ona geleceğiz ama önce, bir Japon lokantasına gittiğimizde bilmemiz gereken temel bilgi ve görgü kurallarını belleyelim.
Çünkü bu mutfak sadece dünyada değil, Türkiye’de de acayip yükselişte...