22 Ağustos 2011
KISA bir süre önce “16 devletimizi batırdık. Ya 17’ncisi?” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Tarih boyunca, nice devletler, imparatorluklar kurulmuş, yaşamış ve batmıştı...
Biz Türkler olarak çağlar boyunca 17 büyük devlet kurmuş, bunların 16’sını batırmıştık.
Kurmak beceri, dirayet ve kuvvet ise, yıkmak beceriksizlik, dirayetsizlik ve güçsüzlüktü...
Batan 16 büyük devletimizin yıkılış sebebi hemen hemen aynıydı: İç çekişmeler, sen-ben kavgaları, bölünme ve çöküş!
Yazının Devamını Oku 15 Ağustos 2011
GÜNEYDOĞU ’da hemen her gün şehit veriyoruz. Önceki gün Şırnak’ta askeri araca yapılan kahpe saldırı ile bir yüzbaşı ve iki er şehit edildi.
Çatışmalarda yaralanıp sakat kalanların sayısı çok fazla!
Bugün, o kanlı çatışmaların dehşetini yaşayan bir gazimizin yolladığı uzun mektubu (yorum yapmadan özetleyerek) okurlarımla paylaşmak istiyorum:
* * *
“Hava o kadar sıcaktır ki, beyninizdeki sıvının buharlaşıp uçtuğunu düşünürsünüz.
Oluştuğu anda kuruyup giden ter damlacıklarından geriye kalan tuzlar yüzünüzün ve hatta elbisenizin her yanını kaplamıştır. Avucunuzun içindeki ter, elinizdeki tüfeğinizin metal kısmını kayganlaştırır, silah avucunuzun içinde vıcık vıcık oynar.
Önünüzde yürüyen adamın, ayağının kuru toprakla her temas edişinde çıkan toz, ağzınızın kupkuru olmasına ve zor nefes almanıza sebep olur.
Sırt çantanızın askı kayışlarının omuzlarınızda yarattığı ağrıları, ancak saatler sonra çantayı sırtınızdan çıkardığınızda fark edersiniz.
Yürüdüğünüz yerdeki her ağustosböceğinin sesini, dallardaki kuşları, yüzünüzün etrafında ürkütücü devriye uçuşları yapan arıların kanat seslerini, ağzınıza ve yüzünüze ya da küçük yaraların üzerine konmaya çalışan sineklerin vızıltılarını duyarsınız.
Sonra... Sonra birden tüm sesler kesilir, bıçağın dalı kestiği gibi... Kuşların sesleri, arıların ve sineklerin vızıltıları, hepsi bir anda biter. Gözlerinizi açtığınızda önünüzdeki arkadaşınızı değil, gökyüzünü görürsünüz, yere düşmüş olduğunuzu anlamanız birkaç saniye sürer. Tek hissettiğiniz kesif bir barut ve yanık et kokusudur.
Arkadaşlarınızın bağırarak koştuğunu görür ama kulağınızdaki çınlama ve uğultudan, seslerini duyamazsınız. Sesleri yavaş yavaş duymaya başladığınızda ayağa kalkmaya çalışırsınız ama başaramazsınız... Ayağınız yoktur çünkü...
* * *
Yine birkaç saniye sonra arkadaşlarınızın sesleri arasında ‘Mayın’ kelimesini ayırt eder ve kalkmaya çalıştığınızda ayağınızdaki yoğun acıyı fark edersiniz. Ayağınız yoktur ama yine de ağrıdığını hissedersiniz. Ne olduğunu anlamak için baktığınızda ise parçalanmış pantolonunuzun ve kopmuş ayağınızın farkına varırsınız. İşte her şey, o anda başlar!
Avazınız çıktığı kadar bağırırsınız. Sonra nefesiniz biter. Sonra yeniden nefes alırsınız ve yeniden bağırmaya başlarsınız. Sonra yine nefesiniz biter ve yeniden, yeniden ve yine...
Yanınıza ilk gelen arkadaşınız size, ‘Fazla bir şey yok, sadece küçük bir yara!’ der. Ama siz arkadaşınız konuşurken de, helikopterle hastaneye götürülürken de artık ayağınızın olmadığını biliyorsunuzdur. Hep bir soru çınlar kafanızın içinde ‘Neden ben, neden ben?’
Sonra uzun, ıstıraplı hastane günleri... Takma bacaklar... Artık yarım insansınız ama...
Vatan sağ olsun yeter!
* * *
Acı olan daha sonra gördüklerinizdir... Televizyonlarda ‘Açılımları’ dinler, işbirlikçilere, Ali Kemallere tanık olursunuz, Türk bayraklarının yakıldığını görürsünüz.
Başına çuvallar geçirilip aşağılanarak elleri arkadan bağlanan Türk askerlerini görünce yüreğiniz burkulur. Bu da yetmez, Türk askerlerinin kendi mahkemeleriniz tarafından çete diye suçlandığını, yargılandığını görürsünüz. Bu da yetmez, binlerce kişiyi katleden eli kanlı teröristlerin ‘Ben bir şey yapmadım’ demeleri esas kabul edilir, salıverilirler.
Siz yeniden vurulur, yeniden ölürsünüz her defasında...
Sizi sakat bırakan ya da öldüren mayınları yerleştiren ellerin, ülkeye ihanet eden hainlerin serbest bırakıldığını görmek sizi derinden yaralar! Acılarınızı içinize akıtır yine de ‘Vatan sağ olsun yeter!’ dersiniz ama... Vurulduğunuz vakit gövdenizden toprağa akan kanlar bu defa yüreğinizin derinliklerine akar!”
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2011
HATAYLI aziz arkadaşım Lâtif Karaali’den bir mektup aldım. Başarılı bir işadamı olan Lâtif, görevi gereği gittiği Atina’da tanıdığı Malkoçoğlu’nun torununu anlatıyordu. Malkoçoğulları, Fatih Sultan Mehmet zamanında büyük ün yapan bir akıncı ailesidir ve özbeöz Türk’tür. Fakat... Karaali’nin anlattığı Malkoçoğlu bir Rum’du... Ve hikâyesi ilginçti.
* * *
Türk-Yunan ilişkilerinde, her iki ülke insanı, geçmişte büyük acılar yaşadı. Bugün biraz yakınlaşma var. İnsanlar mutlu ve umutlu... Lazaros da umutlu.
Lazaros’un anılarında Türkiye’nin, hele İstanbul’un, hele hele Kadıköy’ün önemli yeri var.
Türkiye’den Yunanistan’a gitmek zorunda kalan bütün Rum vatandaşlarımız gibi, hiç unutmamışlar! Mahallelerini... Okullarını... Çocukluk arkadaşlarını... İşlerini... Ve aşklarını!
Hasret kavurmuş yüreklerini... Vatan hasreti!
* * *
Televizyonlarda izlediğimiz “Yabancı Damat” dizisini unutmuş değiliz. Gaziantepli bir Türk kızı ile Atinalı bir Rum gencinin aşkını işleyen ilginç bir diziydi.
Böyle bir aşkı, Kadıköy’deki gençliğinde Lazaros da yaşamış. Sözü Lazaros’a bırakalım.
Gözleri dalıyor, yıllar öncesini bir kere daha yaşıyor Lazaros:
“İlk kez âşık olmuştum. ‘Sevgi’ adında Kadıköylü bir Türk kızıydı. Aynı sokakta, karşı karşıya oturuyorduk. Ailesi, özellikle de babası, benim Rum olduğumu öğrenince, görüşmemize karşı çıkarak ilişkimizi bitirmemize neden olmuştu. Evini bizim evin karşısından taşıyarak onu benden uzaklaştırmıştı. Sevgi benim ilk aşkımdı. Unutamadım! Sonra bir Rum’la evlendim. Karım Eva. Üsküdar’da tanıştık, Atina’da evlendik. Fakat anlaşamadık!”
* * *
Televizyonda seyrettiğimiz “Yabancı Damat” dizisinde olduğu gibi “mutlu son” olmamış Lazaros’un aşkı... Yaşadığı olaylara paralel “aşk acısı”nı da tatmış Kadıköylü Lazaros...
Lazaros bizden biri... Malkoçoğlu’nun torunu olmakla övünüyor. Dedesi, Kayserili... Talas İlçesi’nden... Soyadı Malkoçoğlu... Lazaros, yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Dedem, Malkoçoğulları sülalesinden geldiğini söylerdi. Soyadı Malkoçoğlu idi... Rumca konuşmasını bile bilmiyordu. Kayseri’den İstanbul’a geldik. Evde hep Türkçe konuşuyorduk. Yemeklerimiz hep Türk yemeğiydi... Ben Rumcayı çok sonra öğrendim.
Türkiye’den kovulup Yunanistan’a gelince bana kucak açacaklarını sanıyordum. Ne kucak açması! ‘Türk tohumu’ diyorlardı, ‘Ne işiniz var burada?’ diyorlardı. İlk yıl öyle zorluklar çektim ki sürekli ağlıyordum...
Vasiyet bıraktım. ‘Öldüğüm zaman beni babamın yanına gömsünler’ diye... Çünkü her şeyimi Kadıköy’de yaşadım. Kadıköy’de doğdum büyüdüm, orada okudum, orada bir kızı sevdim. Babam Kadıköy Hasanpaşa’da yatıyor. Ben de öldüğümde onun yanında huzur bulmak istiyorum. Vasiyetim var, babamın yanında, vatanımın koynunda yatacağım.”
Malkoçoğlu Lazaros böyle anlatırken yüreği “Vatanım” dediği Türkiye için çarpıyor.
* * *
Yıllar önce ben de eşim Emel ile birlikte bir süre Atina’da kalmıştım. Türkiye’den göç eden Rumlarla hep İstanbul’u konuştuk, hep Türkiye’den bahsettik. Onlardan büyük bir dostluk görmüştük ama...
Siyaset adamları öyle değil! Hele gazeteler! Aman Allah! Atina gazetelerinin hemen hepsinde, Türkiye aleyhinde haber çıkmayan gün yoktu... Sürekli “Türk korkusu, Türk düşmanlığı” yaratıyorlar, bize sövüp sayıyorlardı!
Oysa sokaktaki insanlar çok sevecen, çok dost... Malkoçoğlu Lazaros gibi...
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2011
BUGÜN, Genelkurmay Başkanı ile Kuvvet Komutanları geç de olsa istifa etmiş durumda! Neden? İç çekişmelerden ve birlik içinde olmamamız yüzünden... Uzun süredir düşman kamplara bölündük! Hep birbirimizi yiyip duruyoruz!
Kurtuluş Savaşı’nı niçin yaptık? “Tek dişi kalmış canavara” teslim olmamak, emperyalizmin kölesi haline gelmemek için değil mi?
Atatürk ve silah arkadaşlarının önderliğinde birlik ve beraberliği sağlayıp ulusal onurumuzu ve bağımsızlığımızı kurtardık. Uygarlık yolunda büyük devrimler yaptık, fakat...
Bugün geldiğimiz nokta ne? Ülkemizin insanları ne yazık ki, karşıt kutuplara ayrılmış durumda!
Boş yere kendimizi kandırmayalım.
Dünya egemenleri Sevr’de dayattıkları gibi sınırlarımız içinde yine bir Kürdistan ve bir Ermenistan devleti kurulmasını istiyor. Bunu açık açık söylemeye cesaretleri yetmese de, belli ki bu istek yüreklerinde, beyinlerinde yatıyor. Olayların gösterdiği gerçek böyle...
Kanlı PKK terörünün rezilce desteklenmesi, Ermeni soykırımı hikâyesinin pişirilip pişirilip önümüze sürülmesi bu çirkin oyunun bir parçası...
Topraklarımızın üzerine kanımızın son damlasını akıtacak olsak bile, bu alçakça dayatmaya boyun eğmeyeceğiz elbette... Fakat...
Ülkemizi, ulusumuzu bölmek, milli birliğimizi parçalamak isteyenler ve onlarla gaflet içinde işbirliği yapanlar, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yüzlerce yıl geriye götürmeye, eski Osmanlılık anlayışına sürüklemeye çalışıyor.
Ulusumuzun, din, dil ve mezhep gibi nedenlerle bölünmesini engelleyecek tek seçenek Atatürk ilkelerine sarılmak olmalıdır. Peki, sarılıyor muyuz? Hayır!
Şu dönemde çektiğimiz her sıkıntının, her sorunun çözümünü Atatürk ilkelerinde bulacağız. Bugün ona ahlaksızca küfredenler var ama bize Türkiye Cumhuriyeti’ni armağan eden o muhteşem insan, ebediyete kadar nur içinde yatsın. Kurtuluşumuzun yolu yine O’dur.
Lafa gelince bizden büyüğü yok ama Atatürk ilkelerinden koptuk, hapı yuttuk.
Lafla dağları deliyor, lafla gemileri yürütüyor, lafla insanlarımıza cennetler yaratıyoruz.
Hepsi bir hayal, bir rüya... Üretmeden tüketiyor, sürekli olarak borçla yaşıyoruz.
500 milyar doları aşan iç ve dış borç stokumuz bizi boynu bükük, benzi soluk, namerde muhtaç bir toplum haline getiriyor.
1922 yılından beri büyük savaş görmemiş bir ulusuz. Zengin kaynaklarımız var. Bugünkü halimizden en az yedi-sekiz kat daha iyi durumda olmalıydık. Oysa hâlâ fakir bir ülkeyiz. Neden?
Az üretiyor, çok tüketiyoruz ve sürekli borçla yaşıyoruz da ondan...
Dünyada çalışma disiplini olmayan toplumlardan biri durumundayız.
1950 yılında Türkiye’nin kişi başına milli geliri Japonya ve Kore’nin önünde, İtalya’nın ise 25 dolar gerisindeydi.
İkinci Dünya Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğrayan Japonya bugün kişi başına 45 bin dolar milli gelirle dünyanın (Amerika ve Çin’den sonra) üçüncü büyük ekonomik gücü durumunda...
1950’deki savaşta perişan olan Güney Kore’nin milli geliri bile bizi ikiye katlamış halde.
İkinci Dünya Savaşı’ndan yenik ve perişan çıkan İtalya, şimdi kişi başına 40 bin dolar milli gelir düzeyinde zengin bir ülke... Nedir bizim bu geri kalışımızın sebebi?
Bu durumun tek açıklaması vardır: Türkiye 60-70 yıldan beri dünyanın en kötü yönetilen ülkelerinden biridir. Bunun başka izahı yoktur.
Atatürk’ten sonra ülkemiz (kısa bazı dönemler hariç) hep kötü yönetilmiştir... Ve ne yazık ki hâlâ öyledir! Şöyle iyiyiz, böyle iyiyiz diye kendi kendimizi kandırıyoruz!
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2011
“Bu nasıl soru? Girmeye can attığımız Avrupa Birliği neden batacakmış?” diyebilirsiniz.
Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İspanya, İtalya zor durumda... Avrupa Birliği sallanıyor! Ama daha zaman var. Sovyetler Birliği bile bir anda değil, 73 yılda battı!
Artık eskimiş, miadı dolmuş yönetim biçimlerinin yerine daha yeni, daha mantıklı, daha adil ve sağlam temellere dayalı yönetim biçimleri uygulanması gerekiyor.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne giremeden AB dağılırsa, hiç şaşırmamalı!
Yazının Devamını Oku 18 Temmuz 2011
ÜLKEMİZDE müzminleşmiş bir sorundur: Belediyeler, çeşitli işler için yollarda çukurlar açarlar ancak vatandaşların zarar görmemesi için bu çukurların önüne ve arkasına hiçbir uyarı levhası koymazlar!
İnsanlar zaman zaman belediyelerin bu tuzaklarına düşer, kafalar-gözler yarılır, kollar-bacaklar kırılır! Avrupa ülkelerinde bu tür olaylarda mahkemeler belediyelere büyük tazminat cezaları ödetirler!
Ya Türkiye’de? Vatandaşın hayatı Allah’a emanettir! Saldım çayıra, Mevlam kayıra!
Son üzücü olay, turizmimizin gözde beldesi Bodrum’da meydana geldi.
Londra’da yaşayan ve tatil için ailesiyle Bodrum’a gelen meslektaşımız Bora Paran, belediyenin açtığı çukurlardan birine düştü, kafası zedelendi, yüzü-gözü kan içinde kaldı. Allah’tan, beyin kanaması tehlikesini atlattı.
* * *
Devlet hastanesinden rapor alan Bora Paran, şikâyet için gittiği belediyede ilgili kişinin ilgisiz tutumuyla karşılaşınca daha da üzüldü. Kazılardan sorumlu müdür umursamaz bir şekilde “Ne yapalım efendim, işçiler öğle yemeğine gitmişler” demez mi?
Adam belediyede görev yapıyor ama medeniyet nedir bilmiyor demek ki?
İşçiler yemek tatiline giderken, açtıkları çukura bir “uyarı levhası” koymazlar mı?
Bora Paran, bu ilgisizlik karşısında “Yargı önünde hesaplaşalım” diyerek raporuyla birlikte mahkemeye başvurdu. Belediyenin tuzağına bağımsız yargı karar verecek!
Çok sayıda olduğu belirtilen ve uyarı levhası konulmayan çukurlar hakkında bilgi almak için Bodrum Belediye Başkanı Mehmet Kocadon’u telefonla aradım; “O şimdi toplantıda” dediler.
Anlaşıldı! Demek ki, çook çalışıyor! Ona bol bol hayırlı toplantılar!
* * *
Bodrum, Türkiye’nin en gözde turizm merkezlerinden biri, belki de birincisi...
Ülkeye döviz kazandıran bu bölgeye devletin “gözünün içi” gibi bakması gerekir, değil mi? Mantık bunu gerektiriyor ama uygulama tam tersine!
Devlet, Bodrum’a üvey evlat muamelesi yapıyor. Sebep siyasi olmalı... Bodrum’un hayat anlayışı, yaşam tarzı, içki ve müzik, iktidar koltuğundakilerin hoşuna gitmiyor sanırım.
Bodrum Yarımadası’nda bir yol var. Çok canlı, çok işlek bir turizm yolu... Merkez belediyeye bağlı Torba semtini Göltürkbükü, Gündoğan ve Yalıkavak’a bağlayan uzunca bir yol bu...
Perişan haldeki yolun kimin sorumluluğunda olduğu bilinmiyor.
Önceki yıl yol boydan boya kazılmış ve su boruları döşenmiş... Köylere su getirmek önemli ama kazılan asfalt daha sonra neden onarılmamış? Tahrip edilen yerlerin üzeri toprak ve mıcırla üstünkörü örtülerek öylece bırakılmış.
* * *
Kaderine terk edilmiş bir yol bu... Hemen her tarafı bozuk. Bazı yerleri çok dar, tehlikeli...
Çeşitli kazılar nedeniyle asfaltın bir yanı tamamen yok olarak tehlikeli bir yol haline gelmiş... Ani fren yapmak zorunda kalan bir otomobil hapı yutar... Toprak ve mıcırda kızak gibi kayacak oto, şansı varsa denize değil, şarampole uçar!
Bu yola hiçbir belediye sahip çıkmıyor “Bizim görev alanımıza girmiyor. Bize ait olmayan bu yolu tamir edemeyiz” diyorlar. Karayolları da aynı şeyi söylüyor.
Peki, bu ilçenin kaymakamı ve bağlı olduğu Muğla ilinin valisi yok mu? Herkes neden topu birbirine atıyor? Kamu yöneticileri bir çözüm bulamıyorlar mı?
Yoksa, Bodrum CHP’ye boy verdi diye mi ilgilenmiyorlar? O yoldan AKP’ye oy verenler de geçmiyor mu? İktidarın yapmakla övündüğü duble yollar Bodrum’a uğramayacak mı?
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2011
“DAVA”nın konusu, kendisine özgü özellikleri bulunmayan, belirlenmemiş bir şehirde geçer. Zaman, yirminci yüzyılın ilk yarısıdır. Ancak, ayrıntının önemi yoktur. Olayın kahramanı J.K. otuz yaşındadır. İyi bir insan olarak tanınır. Yurtseverdir. Kiralık bir evde oturur. İçine kapanık biridir ve bekârdır.
Bir sabah, onun bu yeknesak hayatı parçalanır. İki sivil polis, çok erken saatlerde evine gelerek ona tutuklandığını söyler. J.K. herhangi bir suç işlediğini hatırlamaz.
Suçsuzdur ve buna güvenmektedir. Fakat...
Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra, kaderinin normal bir sivil mahkeme elinde değil, özel bir mahkeme elinde olduğunu görür.
* * *
Muhakeme işlemleri berbat yerlerde yürütülür.
Yargılama muğlaktır. Hiç kimse, hatta mahkeme görevlileri bile işin içyüzünü anlayamaz. Mahkemenin, küçük rütbeli görevlileri her türlü haksızlığı yaparlar! J.K. gibi birçok sanık vardır ve yargılama yıllarca sürmesine rağmen kimse beraat etmez.
J.K. kendisini temize çıkartmak veya hiç olmazsa kendisine yüklenilen suçun ne olduğunu anlamak için uğraşır ama bir sonuca ulaşamaz.
Zavallı adam “Benim suçum ne? Bana suçumu söyleyin” diye inler durur. Yargının, sanıklara kendilerini adil savunma hakkını verdiği de kuşkuludur.
Hukukçular J.K’ya davanın üç ihtimalden biriyle sonuçlanacağını söylerler:
1) Kesinlikle beraat, ki aslında buna imkân yoktur.
2) Şartlı beraat, ki herhangi bir anda tekrar tutuklanabilir.
3) Süresiz erteleme, ki ne beraat demektir, ne mahkûmiyet.
Gerçek o ki, J.K. ümitsiz bir durumdadır.
* * *
Hapishanenin din adamı, J.K.’ya bir hikâye anlatır. Bir adam adil bir hukukçu olmak için yetkililere yalvarır. Kapıda bir bekçi vardır. Adama o anda hukuk kapısından içeri giremeyeceği anlatılır. Adam yıllarca kapıda bekler, bekçiye rüşvet verir. Bekçi parayı alır fakat yine de kapıdan içeri sokmaz. Adam bekleye bekleye yaşlanır ve nihayet bir gün ölür. Ölüm döşeğinde bekçiye “Hukukçu olmak isteyen çok kişi olmasına rağmen, bütün bu yıllar boyunca niye kimsenin başvurmadığını” sorar. Bekçi der ki: “Bu kapıdan, sizden başkası geçemez. Bu kapı, sadece sizin için yapılmıştır. Çünkü burada hukuk yoktur!”
J.K. gerçek sorunun niteliğini ve bu hikâyenin kendisiyle olan ilişkisini, anlayamaz.
* * *
Arada çok uzun süre geçmiştir ama zavallı genç adam suçunu hâlâ bilmemekte “Suçum ne, suçum ne?” diye inlemektedir.
Derken bir gün, siyah takım elbiseli, şapkalı iki adam J.K’ya gelir ve hiçbir direniş göstermeyen adamı alıp götürür.
J.K. onların cellât olabileceğini düşünür. Fakat artık mücadele azmini tamamen kaybetmiştir. Kimseden yardım istemez. Son anda, civardaki bir evin penceresinin açıldığını, belki kendisine sempati duyan birinin yardım etmek istediğini göstermek üzere, ellerini dışarı uzattığını görür. J.K. bu hareketin neyi anlatmak istediğini anlayamaz. İki adamdan biri J.K.’nın boynunu tutarken, diğeri infazı gerçekleştirir!
* * *
Kimse başka türlü yorumlamasın!
Yukarıdaki satırlar, 1883-1924 yılları arasında yaşayan ünlü Çek yazar Franz Kafka’nın “Dava” adlı eserinin kısa özetidir. Dünya edebiyat klasikleri arasında yer alan bu kitap, yüz yıl önce yazılmıştır. Günümüz Türkiye’si ile hiçbir ilgisi yoktur. Eğer bir benzerlik varsa, bu tamamen tesadüften ibarettir.
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2011
BİRÇOK doktor arkadaşım var. Bunlarla sık sık, tıptaki yenilikleri konuşuruz. Bilim adamları sürekli araştırma içindeler.
Birçoğu, genetik mühendisliğinin, geleceği yönlendirecek en büyük buluş olacağı kehanetinde bulunuyor. İnsan genetiğinin haritasını çıkarmanın, bilimde yapılacak en büyük atılım olacağı iddiaları her geçen gün kuvvet kazanıyor.
Tıptaki yenilikler insanları nereye götürecek?
Günümüzde zenginlerin birçoğu “gençlik tedavisi” görüyor.
* * *
Kleopatra’nın sırf genç kalmak için süt banyosu yaptığını hepimiz biliyoruz. Ne yazık ki, işe yarayıp yaramadığını anlayacak kadar uzun yaşayamadı. Öldüğünde 33 yaşındaydı.
Günümüzde, gençlik ve güzellik uğruna “çamur banyosu, botoks, hormon yenileme ve estetik cerrahi” gibi yöntemlerden de yararlanılıyor.
Tıp, sonsuz gençliği yakalama hırsı içinde...
Yüz gerdirme, meme ameliyatları, saç ektirme yöntemleri ve yağ aldırma olanca hızıyla devam ediyor, binlerce krem ve losyon reklamıyla beyinler yıkanıyor.
* * *
Dişlere kaplama, dişsiz ağızlara implant (çivi çaktırma), yeni bir yüz yaptırma...
Genelde kadınların, seksi ve güzel görünmek baskısını ruhlarında daha yoğun hissettikleri kesin. Bunların çoğu kocalarını ya da sevgililerini daha genç bir rakibe kaptırmaktan korkuyorlar!
Erkekler, revaçta kalmak istedikleri için estetik cerrahiye başvuruyor. Yaşlanmanın izlerini yok ederlerse, gönül işlerinin daha iyi gideceğini umuyorlar.
Bazı insanlar üç ya da dört kez aynı ameliyatı oluyor. Bu tür ameliyatlar en çok 8 yıl etkisini koruyor.
Buna karşılık bölgesel yüz felci, enfeksiyon, emboli, deri kaybı ve görünebilir yara izleri gibi birçok riski var. Ayrıca ameliyat sonrası kesinlikle normal görünmüyorlar artık... İtici bir görünüşleri oluyor...
* * *
İleride, genetik hatalarımızı saptamak ve düzeltmek olanağına kavuşacağımız belirtiliyor.
İnsan genetiğinin haritasını çıkarmanın, bilimde yapılacak en büyük buluş olacağı, bilim devriminin ilk yapıtaşlarını oluşturacağı söyleniyor.
Yeni ilaçlar da öyle olacak ki, sadece belirli genlere etki edecekler. Böylece büyük hastalıklar tarihten silinmiş olacak. Bütün bunlar kulağa hoş geliyor ama ne yazık ki, tıp alanındaki devrimler bir gecede yapılamaz...
Tıbbın gelişimiyle birlikte dinsel ve töresel sorunlar da ortaya çıkacak, ahlaki değerler tartışılacak. Birçok insan, yapılan deneylerin Tanrı’nın isteğine karşı geldiği düşüncesinde...
Bazı bilim adamları, bu yüzyılın sonunda insanlığın klonlama ya da daha başka yöntemlerle ölümsüzlüğe kavuşacağını iddia ediyor.
“Ölümsüzlük” düşüncesinin hoşuma gitmediğini ve bana oldukça gerçekdışı geldiğini söylemeliyim. Bence ölümsüzlük yerine, yaşam süresinin 110 ya da 120’li yaşlara kadar çıkabileceğine inanmak daha akla yakın.
* * *
Peki, 110 yaşına kadar yaşamak ister miyim? Belki herkes ister. Bana gelince, eğer yaşamımı sürdürecek kuvvete, ayakta kalacak güce sahip olacaksam elbette isterim. Fakat sağlıksız ve sürünerek yaşayacaksam, istemem! Ölüm, bir yerde kurtuluştur!
Uzun ömürlü olmak bence yeterli değil. Önemli olan sağlıklı geçirebileceğimiz yıllardır.
Hayatım boyunca, ömrünü tekerlekli sandalyede geçirmeye mahkûm olmuş ya da Alzheimer hastalığının felaketini yaşayan insanlara o kadar çok rastladım ki... Böyle bir talihsizliğin, yalnız kendimin değil, düşmanımın başına bile gelmesini istemem. Sağlık, hayatta en büyük zenginliktir.
Yazının Devamını Oku