2 Mayıs 2011
GÜNEYDOĞU illerimiz uzun süredir gergin günler yaşıyor. Kentler alev alev... Gösteriler yapılıyor, güvenlik güçleri taşlanıyor, dükkânlar, otobüsler yakılıyor!Patlayan molotofkokteylleri, atılan taşlar, savrulan sopalar, yıkılan işyerleri, yakılan araçlar... Tüm bu olaylarda maşa olarak kullanılanlar çocuklar ve gençler!
Ne yazık ki Ankara, kargaşaya göz yumuyor, olaylara seyirci kalıyor!
* * *
Güneydoğu da görev yapan bir arkadaşım var... Güvenlik görevlisi... Devlet memuru olduğu için adını vermiyorum... Bir süre önce izinli olarak İstanbul’a gelmişti... Kadıköy Bostancı’daki bir lokantada yediğimiz akşam yemeği sırasında uzun uzun sohbet ettik. Yanımızda, gazeteci arkadaşım Coşkun Bel de vardı... İkimiz de, onun anlattıklarını ilgiyle dinledik.
Bölgenin sorunlarını, orada yaşayan bir insandan dinlemek ilginçti. Meselâ, polise taş ve Molotof kokteyli atan çocuklar... Onları yönlendiren kapkara yürekli, kötü ruhlu kışkırtıcılar!
Arkadaşım bir ara “Güneydoğu illerinde kadınlar çok doğurgan... Aileler ha bire çocuk yapıyor. Başka işleri yok zaten... Neden biliyor musunuz?” dedi.
“Neden?” diye sorduk. O devam etti:
“Devlet, her çocuk için ayda 150 lira para veriyor da ondan... Dört çocuğu olan, ayda 600 lira alıyor. Eğer çocuklarda sakatlık filan varsa bu para çocuk başına ayda 500 liraya kadar çıkıyor.
500 lira Doğu ve Güneydoğu’da iyi para... 3 çocuğu da kör olan bir kadın tanıyorum. Şimdi, 4’üncü çocuğuna hamile... Büyük bir ihtimalle o çocuk da sakat doğacak... Kürtaj yaptırmayı reddetti. Aile devletten her çocuk için 500 liradan toplam 1500 lira alıyor. Bu çocuk da sakat doğarsa alacakları para 2000 liraya çıkacak. Bu onlar için servet!
Çocuklar büyüdüğü vakit, devlet, annelerine de maaş verecek, böylece gelirleri iki katına çıkacak! Bu yüzden sakat-makat demeden, çocuk yapan yapana... Güneydoğu nüfusu hızla artıyor. Nüfus patlaması var. Çocuklar geçim kaynağı olmuş... Bir de onların eline taş verip, olay çıkarttırıyor, polislere, güvenlik kuvvetlerine taş attırıyorlar!”
* * *
Yukarıdaki sohbetten bir süre sonra e-postama bir mektup düştü... Yazı “Doğu’da görevli bir doktorun mektubu” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor:
“Buraya gelince insan önce bir şeyler başarmak istiyor ve bütün olanaklarını zorluyor. Ancak, bir süre sonra bütün şevkini kaybediyor.
Burada halk, aşırı şımartılmış. İnsanların işini halledemeyince, ya kaymakama gidiyor, ya da ‘Ben PKK’lıyım, seni vururum!” diye tehdit ediliyorum. Türkiyeli olmak istemiyor, Türkiye’yi bölmek istiyorlar! Can ve mal güvenliğimiz sıfır!
Kimse vergi vermiyor... Elektrik-su, vesaire... Hiçbir fatura ödenmiyor.
Her aileye çocuk başına ayda 150 lira çocuk parası, çocuk ultrasonda görüldüğü andan itibaren mama ve bez parası ödeniyor.
Okula giden her çocuğa devlet harçlık veriyor. Harçlık gecikince anneler okulu basıp çocukları okuldan almakta tehdit ediyor!
O çocuklar ne yapıyor peki? Ellerinde PKK bayrakları ile partilerinin mitingine gidiyor.
Herkese, toprağı eksin ya da ekmesin, toprak yardımı yapılıyor (ki zaten kimse ekmiyor.)
Bu yardımda, sadece beyana bakılıyor. Adam 5’i 50 yazdırabiliyor. Van’da dağıtılan paraya bakınca, göl bile tarım arazisi sayılsa az gelir! Her cuma kaymakamlık elden para dağıtıyor.
İşin özeti, devlet onları besliyor, onlar ise devleti yıkmaya çalışıyor!
İnsan, içinden de, dışından da her şeye lanet okuyor!”
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2011
ATATÜRK, bir konuşma sırasında “Kahramanı kadar haini de bol bir milletiz” demiştir. Bu tespitin doğru olduğu, günümüzde yaşanan olaylardan da belli oluyor.
“Hain” kavramı nedir, nasıl bir şeydir?
Hain, ihanet eden demektir. Doğrulukla hareket etmeyip, hile düzenini tercih eden, güveni kötüye kullanan, gördüğü iyiliğe karşı nankörlük yapan demektir.
Hainin davranışı, kendi ulusuna ihanet, haksızlık, kötülüktür!
Tarihe bir göz attığımızda, sayısız kahramanlıkların yanı sıra, sayısız hainlikler de görürüz.
“Hain” ve “kahraman” kavramları, kullanılan yere ve kişilere göre değişiyor.
Mesela, darbe yapılan bir ülkede, darbeyi yapanlar başarılı olurlarsa “kahraman”, başaramazlarsa “hain” oluveriyorlar!
Yıllarca kahraman kabul edilen biri, yıllar sonra şartlar değişince “hain” sınıfına giriyor.
Erdoğan Tokmakçıoğlu, hikâye, roman ve araştırmalarıyla ünlenen bir meslektaşımızdır.
Hayatını kitap yazmaya adayan Tokmakçıoğlu, iyi bir dostumdur. Basılan son kitabını imzalayarak bana yollamış. Kitabın adını çok dikkat çekici buldum: “Ünlü Türk Hainleri!”
Doğrusu, merak uyandırıcı, ilginç bir kitap adı...
Atatürk ne demişti?
“Kahramanı kadar, haini de bol bir milletiz!”
Erdoğan Tokmakçıoğlu, Atatürk’ün bu sözlerinden ilham alsa gerek, üşenmemiş, bir bir araştırarak 150 ünlü Türk Haini’nin seceresini çıkartmış.
Tokmakçıoğlu “Aslında o kadar çok hain var ki, bunların arasında bir seçme yapmaya çalıştım” diyor ve “Ünlü Türk Hainleri” kitabında 150 Türk hainini anlatıyor.
Ancak şunu da belirteyim:
Tokmakçıoğlu’nun anlattığı, günümüzdeki hainler değil, geçmiştekiler...
Aslında her toplumda yeterince “hain” ya da hainliğe hazır çok sayıda insan vardır. “Satılık” ya da “satın alınmaya hazır” kişiler de “hain” sınıfına girer.
Ünlü Türk hainleri arasında asker, gazeteci, bilim adamı, siyasetçi, her sınıftan insan var. Bunların içinde en ünlü Türk haini sanırım Ali Kemal...
Ali Kemal nasıl bir adamdır, ne yapmış ve akıbeti ne olmuştur?
18 Kasım 1922 günü İzmit tren istasyonunda büyük bir kargaşa vardı. Çileden çıkan öfkeli kalabalık “Vurun! Öldürün haini!” diye bağırarak 55 yaşındaki bir adamı jandarmaların arasından çekip alarak öldüresiye dövmeye başlamıştı.
On beş-yirmi dakika sonra her şey bitmiş, 55 yaşındaki, iyi giyimli adam, yumruk, tekme, taş ve sopa darbeleri arasında can vermişti.
Bu adam, bir zamanlar ülkenin İçişleri Bakanlığını da yapmış olan ünlü gazeteci ve siyaset adamı Ali Kemal idi.
Ali Kemal, mütareke yıllarında, İstanbul işgal altındayken, düşmanla işbirliği yapmış, Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkmış, sahibi olduğu Peyam-ı Sabah Gazetesi’nde Mustafa Kemal ve silah arkadaşları hakkında çok ağır yazılar kaleme almış, düşmanla çarpışan yurtseverleri, padişaha isyan eden hainler olarak nitelemişti.
Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra, vatana hıyanet gerekçesiyle yargılanmak üzere Ankara’ya götürülürken, İzmit tren istasyonunda, halkın saldırısına uğramış, bölgenin komutanı olan Sakallı Nurettin Paşa’nın göz yumması, hatta halkı teşvik etmesi sonucu, linç edilmişti.
Erdoğan Tokmakçıoğlu’nun “Ünlü Türk Hainleri” kitabı bilimsel bir tarih yapıtı değil ama tarihsel gerçeklerden ayrılmamaya titizlikle özen gösterilen bir eser. (İsim Yayınları: 0 312 433 77 17)
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2011
GEÇEN hafta bu sütunda “Türkiye’de kadın olmak zor” başlıklı bir yazı vardı. O yazıda, bir profesörün karısına yaptığı eziyetlerden de bahsediyordum.
Kadına şiddet, eğitimli kişiler arasında bile çok yaygın.
Yüksekokul bitirmiş, işyerlerinde müdür düzeyine yükselmiş, iyi meslek sahibi kadınlar bile, maddi güçleri olmasına rağmen, kocalarından dayak yiyor fakat çevresine rezil olmamak, mesleğinde zarara uğramamak için, gördüğü şiddeti saklıyor.
İstatistikler, eğitimli kadınların büyük bir bölümünün eşlerinden dayak yediğini, fakat “Yuvam yıkılmasın, çocuklarım üzülmesin” düşüncesiyle sessiz kaldığını gösteriyor.
Eğitimsiz kadınların hemen hemen tamamına yakını ise ‘Kocamdır, sever de döver de” anlayışıyla şiddete katlanıyor.
Kadınlara şiddet, toplumların gelişmişliğine göre azalıyor ya da çoğalıyor.
Ülkemizde son 8 yılda öldürülen kadınların sayısı 5 bine yükseldi.
Özgürlüklerin ve demokrasinin geliştiğinin iddia edildiği bu dönemde kadına yönelik şiddetin büyük artış göstermesi bir rastlantı mı yoksa yaşadığımız dönemin bir özelliği mi?
Gazetelerde “Profesör koca 6 yıl boyunca karısını dövdü” şeklinde bir haber vardı.
O profesörün 38 yaşındaki karısının, 6’ncı yılın sonunda kocasından boşandıktan sonra gazetecilere anlattıklarından bir bölümü nakletmek istiyorum. Genç kadın şöyle diyor:
“Hiçbir kadın ‘Ben dayak yemem’ demesin. Ben de evliliğimin ilk aylarında öyle diyordum ama daha sonra gördüğüm şiddeti anlatmaya kelimeler yetmez.
Kadın her zaman şiddet mağduru olabilir. Bunun eğitimle, yaptığı işle veya kariyeriyle hiçbir ilgisi yok. Erkeklerin cahili de, tahsillisi de kadın dövüyor.
Benim kocam bir profesördü. Evliliğimizin üçüncü ayında şiddet başladı.
Bir gece sabaha kadar dövüldüm. Kapılar kilitlendi, anahtarlar alındı, telefon kabloları söküldü, cep telefonları kırıldı, ağzım yüzüm paramparça oldu. Tokatla değil yumrukla vuruyordu. 9 saate yakın, eşimden şiddet gördüm. Saçlarım yolunmuş, ağzım yüzüm paramparça olmuştu.
Bunun ardından şoka girdim. Kış dönemiydi. Sabah ayağa kalkamadığımı fark eden kocam, dışarıdan kar getirdi, küveti karla doldurup, olası bir iç kanaması geçiriyorsam, iç kanamam dursun diye beni küvete soktu.
Bir-iki ay evden dışarı çıkamadım. Şikâyet etmek istedim ama aileme zarar vereceği tehdidinde bulununca, şikâyet edemedim. Bir de bana sürekli ‘Profesöre mi inanırlar, sana mı inanırlar? Şikâyet etmeye kalkma, sen kaybedersin’ diyerek beni hep vazgeçiriyordu.
İlk şiddetten sonra değişeceğini söyleyip, araya ailesini de koyarak beni ikna etti. Kadın maalesef hep yuvayı koruma içgüdüsüyle hareket ediyor.
6 yıl süren evliliğim boyunca sadece fiziksel değil sözsel şiddete de uğradım. Üç kere boşanma davası açtım, ikisinde beni vazgeçirdiler. Üçüncü davadan sonra evliliğimi bitirdim. Bu arada 3 yaşındaki kızım da babasının şiddete maruz kaldı, korkudan dili tutuldu.
Eşimden gördüğüm şiddet nedeniyle mesleğimi yapamaz hale geldim, mesleki kariyerim bitti. Perişanım. Türkiye’de benim durumumda o kadar çok kadın var ki...”
Evet... Kadına şiddet Türkiye’nin gerçeği... Bazı toplumlarda uygarlık geliştikçe kadına dayak olayının azaldığı görülüyor. Bizde ise tam tersi. Uygarlığa doğru ilerlediğimizi sandıkça geriliyoruz. Son yıllarda bu tür olayların artması endişe vericidir.
Oysa kadın, erkek hayatının incisidir. Bir erkeğin yaşamında elde ettiği en büyük ödül, iyi bir kadına sahip olmasıdır. “Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır” sözü boşuna söylenmemiştir.
Son söz: Kadın döven erkek, erkek değildir!
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2011
KANALTÜRK’te, iki hanım meslektaşımız Müge Dağıstanlı ve Gülşen Yüksel’in sunduğu “2. Sayfa” programında izlediğim sahneler beni dehşete düşürdü...
Adamın biri (daha doğrusu insan kılığındaki hayvanın biri), genç bir kadını sille tokat döverek otomobile sokmak istiyor, kadın çığlıklar atarak direniyordu...
Kadın kum torbası gibi yumruklanıyor, tokat ve tekmeler peş peşe kafasına, gözüne iniyordu... Beni dehşete düşüren, bu müthiş dayağı elleri cebinde sakin sakin seyreden erkekler (!) oldu.
Herif kadını dövüyor, adam sanılan bir sürü yaratık da, bu vahşeti bir tiyatro oyunuymuş gibi seyrediyordu...
Başarılı iki hanım sunucu Müge Dağıstanlı ve Gülşen Yüksel dehşet içinde kalarak “Bunlar erkek mi?” diye soruyordu.
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2011
MAŞALLAH! Milletvekili aday adayından bol bir şey yok... 5 bin aday AKP’de...
4 bin aday CHP’de...
3 bin aday MHP’de...
...Ve binlerce milletvekili aday adayı toplamı yirmiyi geçen diğer partilere başvurmuş durumda.
Elini sallasan, aday adayına değecek!
Toplamı 15 bini geçen milletvekili aday adaylarından sadece 550’sinin milletvekili seçilip Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne gireceğini belirtelim. 14 bin 500 küsur aday adayı açıkta kalacak.
12 Haziran Genel Seçimi’ne 69 gün kaldı.
Ülkemizin yakın gelecekteki kaderi 9 hafta sonra belli olacak.
Milletvekili adaylarının listesi en geç 11 Nisan Pazartesi günü saat 17.00’ye kadar Yüksel Seçim Kurulu’na verilmek zorunda...
* * *
Siyasete bu kadar yoğun bir talep olması iyi... Fakat aday adaylarının kalitesi, çapı, bilgisi, görgüsü, becerisi ne?
Meclis’e, kıyak milletvekili maaşını ve ballı yollukları kapmak için mi girmek istiyorlar? Yoksa kişilikli bir durum sergileyerek, gerçekten vekili oldukları milleti mi temsil edecekler?
Ulus için, halk için, yurt ve vatan için çalışacaklarsa helal olsun. Yok eğer liderlerinin gözüne girmek için her teklife “Evet!” diyerek el kaldıran kurşun askerler olacaklarsa lanet olsun!
Vatan, millet, hak, hukuk... Bunlara boş verip liderlerinin kuklası olan sözde milletvekillerinin ya da tilkilerin oluşturacağı parlamento sorunları çözemeyeceği gibi, ülkeyi daha da kötüye götürür, içinden çıkılmaz bir bataklığın içine saplar.
Kümesin bekçiliği tilkiye bırakılmaz... Fakat...
Aday adaylarının aralarında çok değerli, nitelikli kişiler ve gerçek yurtseverler de var... Var da... Her şey parti liderlerinin iki dudağı arasında... Liderler, düzgün kişileri seçip, onları gerektiği gibi değerlendirebilecekler mi? İşte bütün sorun burada!
Ülkemizdeki demokrasi, halkın değil parti liderlerinin demokrasisi!
Aday ne kadar yetenekli olursa olsun, bölgesinde ne kadar sevilirse sevilsin, onların milletvekili olup olmayacağına Meclis’e giren 3 partinin lideri karar veriyor ve millet sadece onların seçtikleri kişileri, noter gibi onaylıyor. Bunun da adına demokrasi deniliyor!
Aday adaylarının bir kısmını biliyorum. Bunların arasında iyi tanıdığım, yurtseverliklerine ve dürüst kişiliklerine inandığım dört aday adayından bahsetmek istiyorum:
SÜMER ORAL: Eski yıllarda Sosyal Güvenlik, Maliye ve Gümrük Bakanlıkları yapan deneyimli bir siyaset adamı. Mazisi tertemiz. 9’uncu Cumhurbaşkanı Demirel’in yakın dostu. MHP’den Manisa milletvekilliği için aday adaylığını koyan Sümer Oral’ın bölgesinde çok sevildiğini belirtelim.
SECAETTİN GÜNEY: 3 dönem (15 yıl) Şile Belediye Başkanlığı’nı yapan temiz bir isim. Şile’yi Şile yapan adam. CHP’den İstanbul Birinci Bölge milletvekili aday adayı. Şile halkının çok sevdiği bir isim olan Secaettin Güney, bölgesinde CHP’ye çok şeyler kazandırabilir.
AYHAN KARA: Hatay’ın köklü ailelerden birine mensup. Yurtdışında büyük işler başardı ve 2006-2007 yıllarında Rusya’da “Turizm Taşımacılığının Lideri” seçildi. CHP’den aday adayı olan Ayhan Kara, İngilizce, Rusça, Arapça, İspanyolca biliyor.
HİKMET ALTINKAYNAK: Edebiyatçı aday adayı... CHP’den İstanbul 2’nci Bölge aday adayı. Sanat ve edebiyatta önde gelen kişilerden olan Hikmet Altınkaynak’ın çok sayıda basılı eseri var. Meclis’e girebilirse, kültürüyle, dürüst ve çalışkan kişiliğiyle ülkemize faydalı olacağı kesin.
Aday adaylarının kaderi haftaya pazartesi günü belli olacak ve asıl mücadele o günden sonra başlayacak. Bu seçim, ülkemiz için hayati bir önem taşıyor.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2011
TV’de Kanuni Sultan Süleyman ile “Şeytan kadın” Hürrem Sultan aşkı “Muhteşem Yüzyıl” adıyla devam ediyor. Batılı ülkelerin “Muhteşem” sıfatını verdiği Kanuni zamanında Osmanlı İmparatorluğu gerçekten görkemli bir dönem yaşadı ama devletin çöküş tohumları da o dönemde, bizzat Kanuni Sultan Süleyman tarafından atıldı.
Batılılara kapitülasyon haklarını veren Kanuni, Avrupa mallarının Türkiye’ye vergisiz denilecek kadar düşük bir gümrük resmiyle girmesine sebep olduğu için, yüzyıllar boyunca Türk sanayisi hiç gelişmedi, atölyeler, üretim merkezleri kapandı ve ileriki yıllarda ordunun silahları bile Avrupa’dan satın alınır hale geldi.
Osmanlı Devleti’nin battığı 1922 yılında koca Türkiye’de bir “topluiğne” bile yapılamıyordu.
* * *
Kanuni Sultan Süleyman’ın günahlarından biri de, çok yetenekli oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem Sultan’ın dalaverelerine kanarak öldürtmesiydi. Bunu geçen haftaki yazımda anlatmıştım.
Kanuni daha sonra Şehzade Bayezid’i ve onun 5 çocuğunu da boğdurtarak “Sarı” ve “Sarhoş” lakaplarıyla ünlü Şehzade Selim’in imparatorlukta “tek vâris” olarak kalmasını sağladı.
Hürrem Sultan’ın oğlu olan “Sarı Selim” 30 Eylül 1566’da tahta çıktı. Devlet işlerini hiç sevmiyordu. İçki ve eğlence âlemine düşkündü.
* * *
Kanuni Sultan Süleyman’ın, oğlu Şehzade Bayezid’i ve onun 5 çocuğunu boğdurtması, tam bir trajedidir. Kanuni’nin en değerli oğulları, entrikalara kurban edilerek birer birer yaşam sahnesinden silinip gittiler. 8 oğlu olan Kanuni’nin 1558 yılına gelindiğinde hayatta iki oğlu kalmıştı.
Sarı Selim 34, Bayezid ise 32 yaşındaydı. İkisi de Hürrem Sultan’dan doğmuştu.
Amasya Valisi olan Bayezid dedesi Yavuz Sultan Selim gibi ateşli bir yaradılışa sahipti. Sağlam, güvenilir karakteri ve enerjik davranışları nedeniyle askerler tarafından seviliyordu.
46 yıl saltanat süren Kanuni, o sırada saltanatının 39’uncu yılındaydı. Ölümüne 7 yıl kalmıştı.
Konya Valisi olan Şehzade Selim, babasına “Kardeşim Bayezid, askerleriyle üzerime yürüyüp hâdise çıkararak. Beni yok etmek istiyor” diye mektup yazdı.
Kanuni, kardeşler arasındaki geçimsizliğe son vereceği yerde Selim’in tarafını tuttu.
* * *
Şehzade Bayezid, çoğu Türkmen aşiretlerinden olmak üzere 15-20 bin kişilik bir kuvvet toplayıp Konya istikametine, ağabeyi Selim’in üzerine yürüdü.
Şehzade Selim’i tutan Kanuni ise en güvendiği komutanlarını ve askerlerini onun emrine verdi.
29 Mayıs 1559 günü iki kardeşin orduları karşı karşıya geldi. Şafakla birlikte başlayan kanlı çarpışmalar iki gün sürdü. Kanuni Sultan Süleyman’ın desteklediği Şehzade Selim savaşı kazandı. Yenilen Şehzade Bayezid İran’a kaçarak Şah Tahmasb’a sığındı.
Bu kaçış boşunaydı. Babası Kanuni Sultan Süleyman, oğlunun peşini bırakmadı. İran Şahı’na mektup yazıp tehditler savurarak onu korkuttu, Bayezid ve çocuklarının Osmanlı kuvvetlerine iade edilmelerini sağladı. İran Şahı’na bunun için 400 bin altın gönderdi.
* * *
Bayezid ve yanındaki 4 oğlu hemen yay kirişleri boyunlarına dolanarak boğuldular. Şehzade’nin Amasya’da bıraktığı 3 yaşındaki oğlu Osman da annesinin kucağından alınarak çoktan katledilmişti.
Artık Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra 11’inci Padişah olarak Osmanlı tahtına oturacak Sarhoş Selim’den başka bir aday kalmamıştı. Bu kanlı olaylardan 5 yıl sonra Kanuni de öldü.
Feci infazların ardından meydan tamamen, içkiyi, eğlence hayatını çok seven, hamamda cariyeleri kovalayan, kadınlara düşkün “Sarı” ve “Sarhoş” adlarıyla anılan Şehzade Selim’e kaldı.
Bu, sonun başlangıcı idi.
Kanuni Sultan Süleyman yetenekli evlatlarını öldürtüp, devleti en yeteneksiz oğluna teslim edince işler tersine döndü. Gerileme devri ve çöküş, 1922 yılına kadar 356 yıl sürdü. Sonuç malûm.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2011
ÇARŞAMBA akşamları televizyonda izlediğimiz “Muhteşem Yüzyıl” adlı tarihi dizide, elinde tahta kılıçla savaş oyunları yapan küçük bir çocuk var: Talihsiz Şehzade Mustafa bu... Kanuni Sultan Süleyman, ilk oğlu olan Şehzade Mustafa’yı çok seviyor, onu öpüp kokluyor. Baba-evlat arasında büyük bir sevgi var.
Peki, aynı Kanuni Sultan Süleyman’ın, en çok sevdiği bu oğlunu, 38 yaşına geldiği vakit “Tahtımı elimden alacak” vehmiyle cellatlara boğdurtacağını düşünebilir misiniz?
Yalnız Şehzade Mustafa mı?
Tarihin büyük olarak kabul ettiği, Batılıların “Muhteşem” sıfatını verdiği o güçlü padişah “koltuğunu korumak uğruna” yalnız Şehzade Mustafa’yı değil, Şehzade Bayezid’i ve 5 torununu da boğdurtmuştu. İktidar hırsı, ne baba, ne evlat, ne torun tanıyor!
* * *
Kanuni Sultan Süleyman’ın 8 erkek ve bir kız çocuğu dünyaya gelmişti.
Mahidevran Sultan’dan olan en büyük Şehzade Mustafa hariç, diğerleri Kanuni’nin büyük aşkı Hürrem Sultan’dan doğmuşlardı.
Şehzadelerin dördü küçük yaşta hastalanıp öldü. 1553 yılında hayatta dört şehzade vardı: Mustafa (38 yaşında), Selim (30 yaşında), Bayezid (28 yaşında) ve Cihangir (23 yaşında).
Konya Valisi olan Şehzade Mustafa mükemmel bir eğitim görmüştü. Sağlam karakteri, iyi yürekliliği, güler yüzlü oluşu, çalışkanlığı ve bilgisi ile büyük sevgi kazanmıştı.
Ancak müthiş bir zekâya ve sonsuz bir hırsa sahip bulunan Hürrem Sultan, babasından sonra tahta geçecek olan Şehzade Mustafa’nın karşısına şeytan gibi dikilmişti.
* * *
Hürrem Sultan, kendi çocuklarından birinin padişah olabilmesi için bin bir dalavere çevirdi, damadı olan Sadrazam Rüstem Paşa ile birlikte, Şehzade Mustafa’nın ağzından İran Şahı’na, babasını devirmek için yardım istediği şeklinde sahte mektuplar yazdırarak bu mektupların Kanuni’nin eline geçmesini sağladı.
Büyük denilen Padişah, uydurulan bu mektuplara safça inandı ve oğlu Şehzade Mustafa’yı ortadan kaldırmayı aklına koydu.
1553 yılının Ağustos ayında Kanuni Süleyman, ordusunun başına geçip İran seferine çıktı. Şehzade Mustafa’ya da, askerleriyle birlikte orduya katılması için emir yolladı.
Aslında bu bir tuzaktı. Şehzade’nin hazin sonu, adım adım yaklaşıyordu.
Konya yakınlarında, Şehzade Mustafa babasının elini öpmek için padişah çadırına girdiğinde, babasının orada olmadığını görüp şaşırdı.
Aynı anda 7 dilsiz cellat, üzerine atılıp onu boğmak istedi. Fakat çok güçlü olan Şehzade, cellatların birkaçını devirip ellerinden kurtuldu, tam dışarı çıkacakken (sonradan paşa yapılan) Zal Mahmut Ağa arkasından yetişip, önce kafasına vurarak devirdi, sonra yay kirişi ile onu boğdu. Şehzade Mustafa hayatı boyunca Zal Mahmut Ağa’ya hep yardım etmişti. Kadere bakın ki, yardım ettiği o kişi tarafından vahşice öldürüldü.
* * *
Şehzade’nin katledildiği haberi duyulunca Yeniçeriler galeyana geldi ve yer yer ayaklanmalar başladı. Ancak tarihin her döneminde olduğu gibi, bahşiş adı altında dağıtılan paralar, Yeniçerilerin öfkesini dindirdi. Parayı alıp, sustular!
Eğer yetenekli Şehzade Mustafa öldürülmeseydi, Osmanlı tarihinin gidişatı değişecek ve belki de imparatorluğun duraklama ve gerileme dönemine girilmeyecekti.
Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Mustafa’dan sonra Şehzade Bayezid’i de boğdurtarak (yetenekli iki oğlunu öldürtüp) Osmanlı devletinin çöküş sürecini bizzat başlatmış oldu.
TV’de devam eden “Muhteşem Yüzyıl” dizisi bize tarihin bu hazin sayfalarını hatırlattı. Fakat dizide bunlar yok tabii... Sadece Hürrem’le Kanuni Süleyman’ın aşkları var! Yetenekli Şehzade Bayezid’in dramı haftaya pazartesi günü...
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2011
BEKTAŞİ’nin biri, kafayı iyice çektikten sonra gece yarısı yalpalayarak sokağa çıkıp gür sesiyle “Eşşekler!” diye bağırmış. Gecenin sessizliğinde patlayan narayı duyan mahalle halkı:
“Ne var, ne oluyor?” diye merakla pencerelere fırlamış.
Sokağa uzanan meraklı başları gören Bektaşi kıkır kıkır gülerek:
“Vay canına” demiş. “Bu mahallede amma da çok eşek varmış yahu!”
* * *
Geçen haftaki yazımdan sonra gelen öfkeli mesajlar da buna benzedi.
“Eşekler alınmasın!” adlı mizahi bir hikâye, bir masal anlatmıştım.
Bazı internet sitelerinde ve goygoycu yayın organlarında hakaretler, tehditler gırla gitti...
Neden alındılar, neden kızdılar anlayamadım. Çünkü ben kimseyi kastetmemiştim. Sadece bir hikâyeydi bu...
Mizah şakadır. Güldürmek, neşelendirmek amacını taşır. Hem eğlendirir, hem düşündürür.
“Eşekler alınmasın!” yazısı, “fabl” türünde mizahi bir hikâyeydi.
“Fabl”lar içinde dersler bulunan eğlendirici masallardır.
Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır. Ama bu hayvanlar, insanlar gibi düşünür, konuşur ve tıpkı insanlar gibi davranır.
Hikâyelerdeki hayvanlar, insanlarda hangi özellikler varsa onlara sahiptir. İnsanlar gibi ahbaplık yapar, sever, nefret eder, birbirlerine tuzaklar kurarlar.
Dünyanın ilk ve en önemli fabl yazarı Milattan Önce 6’ncı yüzyılda Ege’de yaşayan Ezop’tur. Onun 2600 yıl önce anlattığı masalar günümüze kadar gelmiştir.
* * *
Mizah, insanlığın ortak zekâsının ürünüdür.
Genel anlamıyla mizah, hayatın güldürücü yanını ortaya çıkararak, bu arada toplumsal eleştiri yapan bir sanat türüdür. Bu nedenle insanı gülmeye ve gülerken de düşündürmeye yöneltir. Bir eliyle gıdıklar, bir eliyle tokatlar.
“Eşekler alınmasın” adlı “fabl” türündeki masala alınıp tehdit ve hakaret savuranlar, mizah duyguları yeterli düzeyde gelişmemiş, mizah kültüründen yoksun kimselerdir.
Mizahın doğasında eleştiri vardır. Oysa biz, toplum olarak eleştiriye tahammül edemiyor, hoşgörüden uzak, öfkeli bir topluluk haline geliyoruz. Küfürlü mektuplarının nedeni budur!
Bazı insanlarımızın, beslenme yetersizliği ve protein eksikliği nedeniyle zekâlarının ve mizah duygularının gerektiği kadar gelişmediği anlaşılıyor.
* * *
Ders alınacak başka bir eşek hikâyesi daha anlatalım:
Kasabada eşeklere “illallah” dedirten semerci ölmüş. Eşekler sevinç içinde “Ohh be! Kurtulduk! Kurtulduk!” diye bağırıp göbek atmışlar. Fakat...
“Gelen gideni aratır” derler ya... Yeni gelen semerci, eskisinden beter çıkmış. Yaptığı semerler o kadar kötüymüş ki, eşekler:
“Aaah! Off! Yandık! Tanrım bizi bu semerciden kurtar!” diye ağlaşmaya başlamışlar.
Gel zaman, git zaman, eşeklerin duası gerçekleşmiş, o semerci de ölmüş... Ölmüş ama yeni gelen semerci acemi mi acemi! Eşeklerin sırtı yaralar içinde kalmış. Yine semercinin ölmesi için duaya başlamışlar.
Yaşlı bir eşek, diğerlerinden daha akıllı çıkmış ve:
“Arkadaşlar, bu iş böyle olmaz. Semerci ölsün diye dua etmenin hiçbir anlamı yok. Yeni gelen de onun gibi olacak ve değişen bir şey olmayacak! diye düşüncesini açıklamış.
“Peki, ne yapalım?” diye sormuşlar. Yaşlı eşek şöyle demiş:
“Semercinin ölmesi için değil, bizi eşeklikten kurtarması için Tanrı’ya dua edelim!”
Yazının Devamını Oku