12 Aralık 2011
21’inci yüzyılın ilk 11 yılını geride bıraktık. Yaşadığımız olumsuz olaylar yeni yüzyıla bağlanan ümitleri tırpanladı. Geride kalan 11 yılı, her zaman olduğu gibi siyasi kavgalarla, kısır çekişmelerle kaybettik.
Ülkemiz devamlı rota değiştiriyor.
“Pompei’nin son günleri” gibi, günlerini vur patlasın çal oynasın diye geçirenler var.
Kavga, gerginlik, suçlama, kamplaşma Türkiye için tehlikeyi haber veren alarm zilleri ama aldırış eden yok!
Biz bunları yazdığımız vakit, birçok kesimden tepkiler yağıyor.
“Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” misali, gerçekleri gözler önüne serdiğimiz için bizi suçlayan çevreler var.
Bunlar, burunlarının önünü görmeyen, takım tutar gibi siyasetçilere tapan, başlarında eli sopalı çoban isteyen, sürü psikolojisine sahip zümreler!
* * *
Bugün, ilginç bir yazardan alıntılar yapacağım.
Bu yazar, dindar kesimin en önemli yazarlarından biri.
Mehmet Şevket Eygi’den söz ediyorum.
Onun muhafazakâr yapısından ve dine bağlılığından kimse şüphe edemez.
Günümüzdeki halimizi öyle net anlatıyor ki, bundan ibret almak gerekir diye düşünüyorum.
Bu tür yazıları yazdığımız vakit bize sövgü ile saldıran tutucu kesim, Mehmet Şevket Eygi Hoca’nın (bizce doğru ve yerinde olan) uyarılarına bakalım ne diyecek?
Eygi Hoca bakınız (özetle) neler diyor?
* * *
“1911’de yaşamış olsaydım, İtalyanların Trablusgarp vilayetimize saldırıp bu İslâm topraklarını elimizden almaları faciasını yaşayacaktım...
1912-13’te yaşamış olsaydım,
Rumeli-i Şahane’nin elimizden pisi pisine gittiğini görmüş olacaktım.
1918’de yaşamış olsaydım, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisine ve Arap vilayetlerinin elden çıkışına şahit olacaktım.
Elveda Kudüs, Şam, Halep, Bağdat, Basra, Mekke, Medine, Sana, Beyrut...
Şu anda 2011... Türkiye’nin Doğu’daki ve Güneydoğu’daki bazı bölgelerinin elden gidişine şahitlik yapıyorum.
Toplum bunun farkında mı?
Birileri vur patlasın, çal oynasın, gel keyfim gel... Oh keka...
Birinci Dünya Harbi yıllarında (1914 -18) İttihatçıların iktidarı zamanında, çok yolsuzluk olmuş, askerler cephelerde kan dökerken birileri haram servetler ediniyormuş...
Şu anda ülkemizin bir kısmı kurtarılmış bölge haline gelmiş, medyanın pek umurunda değil... Memleket elden gidiyor, bir kesim, bu acı duruma yemek ve tatlı tarifleri kadar önem vermiyor!
* * *
Eski Roma’da gladyatör çarpışmaları...
Bizans’ta Mavilerle Yeşillerin yarışı...
İnternet gazetelerinden başlıklar:
Şok şok şok... Flaş flaş flaş!
Şamar gibi cevap... Tokat gibi soru...
Polemik kızışıyor!
En iyi ve taze lüferi hangi lokantada yiyebilirsiniz?
Külde pişmiş kremalı ve kekik ballı ayva tatlısı...
Kızına tecavüz eden baba...
Mars’ta tren yolu keşfedildi...
Memleketin bir kısmı kurtarılmış bölge olmuş, biz nelerle uğraşıyoruz?
Telekızlar skandalı büyüyor...
Bin masaj salonundan biri basılmış...
Seks seks seks...
Bir kısım medya Viagra gibi yayın yapıyor!
Güzel manken şişmanlamış...
Eski yıldızın hışırı çıkmış, etleri pörsümüş ve pırtlamış...
Flaş flaş flaş...
Meclis’te kavga çıktı...
Yaklaşan İstanbul depremi ile heyecan verici haberler...
Şok şok şok...
Futbolcu Falan, sevgilisi Feşmekan’dan beş ay sonra aniden ayrılıvermiş...
Telekızlarla otel odasında saç saça, baş başa kavgalar...
Geceliği bir servet olan lüks fahişeler...
En pahalı şarap hangisi?
Futbolcunun ve artistin otomobilleri birer milyona alınmış...
Şok şok şok... Flaş flaş flaş...
Zavallı Türkiyem... Zavallı vatan!
Ah ah ah! Eyvah ki eyvah!”
* * *
Yazı özetle böyle...
Bir kere daha hatırlatıyorum. Bunları biz yazmıyoruz...
Biz yazdığımız zaman “münafık” diye suçlanıyoruz!
Oysa aynı şeyleri, sağduyu sahibi, önemli bir İslamcı yazar da yazıyor. Buna ne buyrulur?
Yazının Devamını Oku 5 Aralık 2011
ÜLKEMİZİN bin bir sorunu varken nelerle uğraşıyoruz? Geçim sıkıntısı, PKK terörü, soğuk kış şartlarında yaşam savaşı veren depremzedeler... Son günlerde hepsi ikinci plâna atıldı...
Ülkemizi yönetenler tarih sayfalarında dolaşıyor, eski yaraları kaşıyorlar!
Bunları yaparak ülkemizin birliğini, insanlarımızın kardeşliğini sağlayabilirler mi?
Sağlayamazlar!
Eski acı günleri gündeme getirerek halkın dertlerine çözüm getirebilirler mi?
Getiremezler!
O halde neden yapıyorlar bunları?
Ülkenin gündemini değiştirip dikkatleri başka tarafa çekiyorlar!
Sonuçta acılar derinleşiyor!
* * *
Bu faydasız tartışmalara Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç da çanak tuttu.
AKP’nin 2 numaralı ismi olan Sayın Arınç, Dersim olaylarından bahsederken ortaya İskilipli Atıf Hoca’nın ismini de attı. (İskilip, Çorum’un bir ilçesidir.)
1926 yılında vatana ihanetten idam edilen Atıf Hoca’nın, bugünkü adı Tunceli olan Dersim ’le hiçbir ilgisi yok ama Bülent Arınç, lafı evirip çevirip İskilipli Atıf Hoca ’ya getirerek şöyle dedi:
“... Ve Türkiye sadece Dersim’i değil, merhum İskilipli Atıf Hoca’yı da konuşmalıdır. İskilipli Atıf Hoca olayı, üzerinde durulması gereken bir konudur. Atıf Hoca’nın neyle suçlandığını, niçin idama mahkûm edildiğini ve ona yapılan zulmü Türkiye’nin artık konuşması lazım!”
Eee... Konuştuk diyelim...
1926 yılındaki bu olayın, 85 yıl sonra gündeme getirilmesinin ne anlamı var? Bunun ne faydası olacak?
Anlamak zor ama Sayın Arınç bunda bir fayda umuyor demek ki..
* * *
1875 yılında doğan ve 1926 yılında Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılanıp idam edilen İskilipli Atıf Hoca kim?
Ne ile suçlandı ve niçin idam edildi?
Tarih bize şöyle diyor:
Çalışma hayatına köy hocalığı ile başlayan İskilipli Mehmet Atıf Hoca 1902 yılında Fatih Camii’nde ders vermeye başladı, 1905 yılında İstanbul Kabataş Lisesi’nde Arapça öğretmeni oldu.
1919-1922 yılları arasında Padişah yanlısı davranarak Anadolu ’daki Kuvayı Milliye hareketi ile Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına karşı çıktı.
(Kuvayı Milliye , Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri ve Anadolu’da ilerlemeleri üzerine kurulan ve düşmana karşı savaşan ulusal direniş kuvvetlerine verilen isimdir.)
Atıf Hoca ’nın kurucularından olduğu “Teali-İslâm Cemiyeti” adına yazılan ve bastırılan bir bildiri, Yunan ordusunun uçakları tarafından Anadolu’ya atıldı.
Bildiride Türk ulusunun Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkılıyor, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları, padişaha başkaldıran asiler olarak niteleniyordu.
Bu olaylar İskilipli Atıf Hoca’nın acı sonunu hazırladı.
* * *
26 Aralık 1925 günü yakalanan Hoca, tutuklu olarak Ankara’ya gönderildi.
26 Ocak Salı günü Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı.
İddia edilen suç vatan hainliği idi...
Şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek, Atıf Hoca’yı anlattığı kitabında, Hoca’nın mahkemede savunma yapmadığını ve hazırladığı savunmasını yırttığını yazar.
Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya, sanığın “Vatana ihanet” suçundan idama mahkûm edildiğini açıkladı ve İskilipli Atıf Hoca bir hafta sonra Ankara Samanpazarı Meydanı’nda asıldı.
Ankara İstiklal Mahkemesi’nin zabıtlarına göre olay budur!
* * *
Şimdi Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı Bülent Arınç, İskilipli Atıf Hoca’yı zulme uğrayan bir din adamı olarak açıklıyor ve “İskilipli Atıf Hoca olayı üzerinde durmalı ve Türkiye ona yöneltilen zulmü konuşmalı” diyor.
Bir faydası olacaksa konuşalım ama... Bunun, ortamı germekten ve kafa bulandırmaktan başka ne faydası olabilir ki?
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, ülkemiz sürekli olarak, Atatürk devrimleri ile din istismarcılarının kavgasına sahne oldu.
Kavga, günümüzde de devam ediyor.
Dersim İsyanı’nın idam edilen elebaşısı Seyit Rıza gibi bunlara da sahip çıkanlar var.
Ulusumuza hiçbir faydası olmayan çekişmeler ülkemize büyük zarar veriyor.
Leyleğin ömrü gibi bizim de ömrümüz laklakla geçiyor.
Yazık değil mi bu millete?
Yazının Devamını Oku 28 Kasım 2011
BİR süredir bazı sapıtmış gruplar Atatürk’e “Diktatör” diyor. Yani despot ve zorba! Bu vicdansızca iftira karşısında insanın tüyleri diken diken oluyor!
Atatürk, uygarlık tutkunuydu...
Bağımsız bir karakteri vardı.
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek, bilimi yol ışığı olarak gösteriyordu.
Büyük yurtsever ve büyük sanatseverdi.
Spora da çok önem verir “Ben sporcunun, zeki, çevik ve dürüst olanını severim” derdi.
Tevazu sahibiydi... Büyük zaferden sonra “Bunu ben başarmadım, Türk milleti başardı, milletim başardı” dedi.
Küçük-büyük demeden herkesle konuşur, herkesin derdini dinler, düşüncelerini sorardı.
Atatürk, padişahlığı ve halifeliği kaldırarak bir devri kapattı.
Düşündü: “Peki, şimdi ne olacak, ne yapacaktı?”
Başa geçip kendisi mi padişah olacaktı? Kendi hanedanını mı kuracaktı?
Çevresindekiler ona bunu tavsiye ediyorlardı.
Fakat Atatürk padişahlığı reddetti, Cumhuriyet idaresini tercih etti. Halk idaresine dayalı Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.
Geleceği Türk gençliğine emanet etti.
Ulusuna güvendi, “Benim naçiz vücudum elbette bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” dedi.
Diktatör olsa bunları yapar mıydı?
Atatürk, çağdaş bir ülke, çağdaş bir toplum yaratmak için neler yapmadı ki?
Ondan rahatsız olanlara sormak lazım:
Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasa mıydı?
İşgalcileri yurdumuzdan atıp bağımsız bir devlet kurmasa mıydı?
İngiliz ya da Amerikan mandasını kabul edip Türk ulusunu bir çeşit esarete mi sürükleseydi? (Bilindiği gibi manda Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti’nin kullandığı bir yönetim sistemidir. Manda, büyük ve güçlü bir devletin, küçük ve zayıf bir devleti yönetmesi anlamına geliyor.)
Atatürk, manda yönetimine razı mı olsaydı?
Cumhuriyeti ilan etmese miydi?
Arap harflerini kaldırıp, Yeni Türk Alfabesi’ni yapmasa ve Türk ulusunu cahilliğe mi mahkûm etseydi?
Atatürk, devrimleri yapmasa, Türk kadınını çarşaftan çıkarmasa mıydı?
Kadınlar, erkeklerin birkaç adım gerisinden yürümeye devam mı etseydi?
O güne kadar itilip kakılan, ikinci sınıf insan olarak görülen Türk kadınına, erkeklerle eşit haklar vermese miydi?
Erkeğin yapacağı her işi kadınların da yapabileceğini söyleyip onlara doktor, avukat, mühendis, bilim insanı, pilot olma imkânı sağlamasa mıydı?
Eskiden olduğu gibi kız çocuklar okula gitmese, kadınlar çarşafa girse, mahkemelerde iki kadının şahitliği bir erkeğe eşit olsa, kız çocukları mirastan yarım hisse alsa, bugün toplum olarak uygarlığın neresinde olurduk?
Atatürk sanayi hamleleri yapmasa, bankaları kurmasa, kültür ve sanatı geliştirmese, Osmanlı döneminde olduğu gibi operayı, baleyi, resmi ve birçok sanatı günah saysa daha mı iyi olurdu?
Bunlar mı rahatsız ediyor birtakım karanlık entelleri?
Atatürk’ü küçültmeye çalışanlar, onun kazandığı askeri ve siyasi zaferlerinden, uluslararası başarılarından da mı utanmıyor?
Atatürk, ümmeti millet yaptı.
Atatürk’ün ışığıyla Türk insanı karanlıktan çıkıp, aydınlığa kavuştu.
O ışık hiçbir zaman sönmeyecek!
Yazının Devamını Oku 21 Kasım 2011
TARİHİMİZDE sırf görevlerini yaptıkları için cezalandırılan, idam edilen, haksızlığa uğrayarak hapse atılan yüzlerce, binlerce kahraman vardır. Kıymeti bilinmeyen ve sırf görevini yaptığı için cezalandırılan Mustafa Muğlalı Paşa da bunlardan biridir.
Hiç evirip çevirmeye, mazeret beyan etmeye gerek yok.
Van’ın Özalp İlçesi’ndeki askeri kışladan “Orgeneral Mustafa Muğlalı” adının kaldırıldığını, bir süre önce, önemsiz bir haber gibi gazetelerin iç sayfalarında okumuşunuzdur.
Kim ne derse desin bu, daha ziyade bölücü grupları ve yobaz çevreleri memnun eden bir karardır!
Orgeneral Muğlalı’nın 33 köylüyü kurşuna dizdirdiğini, kışlanın Mustafa Muğlalı adını taşımasının bölge halkının sinirlerini bozduğunu iddia eden Kürtçü gruplar bu ismin oradan kaldırılmasını istiyor, gerici gruplar da hararetle onları destekliyordu...
* * *
Orgeneral Muğlalı adı, Genelkurmay Başkanlığı’nın kararıyla Van’ın Özalp İlçesi’ndeki 2. Hudut Tabur Komutanlığı kışlasından bu ayın başında kaldırıldı.
Kışlaya Şehit Astsubay Başçavuş Erkan Durukan’ın adı verildi.
60 yıl önce ölen Orgeneral Mustafa Muğlalı’ya, bunca yıl sonra bile, ülkemizdeki bazı gruplar neden kızıyordu? Hedef aynı fakat düşmanlığın nedenleri ayrıydı.
* * *
1882-1951 yılları arasında yaşayan Mustafa Muğlalı’nın hayatı savaşlarla ve Güneydoğu’da eşkıya, kaçakçı ve isyancılarla boğuşmakla geçmişti.
1912-1913 yıllarında Balkan Savaşı’na katıldı.
1914-1918 yıllarında Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştı.
1919-1922 yıllarında Kurtuluş Savaşımızın kahraman subaylarındandı.
1930 yılında İzmir’in Menemen İlçesi’nde ayaklanan gericiler, yedek subay olarak görev yapan öğretmen Kubilay’ın kafasını kestiler. Menemen olayı sonrası kurulan Divanı Harp Mahkemesi’nin Başkanı olan Mustafa Muğlalı Paşa, isyancı yobazların elebaşlarını idama mahkûm etti ve onları astırdı. Bu yüzden gericiler yıllardır ona Muğlalı’ya kin besleyip durur!
Orgeneral Muğlalı, Cumhuriyet dönemimde general olarak Doğu’da ve Güneydoğu’da görev yaptığı bölgelerde büyük ölçüde düzeni sağladı.
* * *
33 kişinin öldürülmesi olayı İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1943 yılında geçer.
Bölgede sıkıyönetim vardır. Mustafa Muğlalı Paşa 3’üncü Ordu Komutanı’dır.
Asayişsizliğin hâkim olduğu Van çevresinde eşkıyalar, kaçakçılar ve çeteler terör estirmektedir. Bir gün İran sınırında 33 kaçakçı kıstırılıyor.
Askeri raporlara göre çatışmada öldürülüyorlar.
Fakat yöre halkı, kaçakçıların çatışmada ölmediğini, yakalanıp kurşuna dizilerek öldürüldüklerini iddia ediyor. Hükümet bu iddiaları doğru bulmuyor ve olay kapanıyor.
1947 yılında emekli olarak köşesine çekilen Muğlalı Paşa, 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti’deki Kürtçü ve gerici milletvekillerinin baskısıyla mahkemeye verilip yargılanıyor. Önce idam cezası veriliyor, daha sonra yaşının ileri olması nedeniyle ceza 20 yıla indiriliyor. Ancak Askerî Yargıtay kararı bozuyor.
70 yaşındaki Muğlalı Paşa, 1951 yılında, ikinci yargılama başlamadan, cezaevinde kahrından ölüyor.
* * *
Muğlalı Paşa’ya ölümünden 36 yıl sonra itibarı iade edildi ve naaşı törenle Devlet Mezarlığı’na taşındı. 1997’de Harp Akademileri Komutanlığı’nın bahçesine büstü dikildi.
2004’te Muğlalı’nın adı Van’ın Özalp İlçesi’ndeki 2’nci Hudut Tabur Komutanlığı Kışlası’na verildi. 7 yıl sonra (bu ayın başında) Muğlalı adı kışladan silindi.
Orgeneral Mustafa Muğlalı’ya, hem bölgedeki bölücüler, hem de Kubilay’ı şehit ederek kafasını kesen yobazları idama mahkûm ettiği için şeriatçı gruplar kin duyuyordu!
Muğlalı Paşa’nın Harp Akademileri Komutanlığı’nın bahçesindeki büstünü de kaldırırlar mı acaba?
“Olmaz olmaz” dememeli... Devir böyle bir devir!
Bu şekilde bölücüler de, gericiler de daha çok mutlu olur!
Yazının Devamını Oku 14 Kasım 2011
ATATÜRK’ün 19 Mayıs günü Samsun’a çıktığında, onu tutuklayıp İstanbul’a yollamakla görevli olan, fakat tutuklayacağı yerde Atatürk’ün bakışları karşısında donup kalarak, taburuyla birlikte teslim olan İngiliz subayı Binbaşı Salter’i geçen hafta nakletmiştim. Mr. Salter, olayın devamını şöyle anlatıyor:
“Mustafa Kemal Paşa benim yanıma, o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişilerden birini vererek kendi makam otomobilimle ve kendi şoförümle birlikte, misafir edileceğimi söyledikleri Ankara’ya gönderdi.
Taburumun tutuklu erlerinin de, Çorum, Çankırı ve Kastamonu’da kurulan esir kamplarına yerleştirildiğini öğrendim.
Türklerin Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar Ankara’da, Hacıbayram Camii’nin önündeki cadde üzerinde bulunan iki katlı ahşap evde kaldım.
Hizmetimi göreceğini söyledikleri, fakat aslında gardiyanım olan ve sıksa suyumu çıkaracak kuvvetteki bir kadınla dört seneye yakın bu evde oturdum. Savaşın sonunda imzalanan anlaşma gereğince ben ve taburum, Malta’daki Türk esirlerle değiştirildik.
* * *
İngiltere’ye döner dönmez tutuklandım ve vatana ihanet suçundan divanı harbe verildim. Hakkımda ağır hapis isteniyordu!
Ben askeri hapishanede tutuklu iken ziyaretime gelen ailem ve ebeveynim, savunmamı yapabilmem için bana birçok gazete ve kitap getirmişlerdi.
Onlardan yararlanarak, kısa fakat öz bir savunma hazırladım.
Bana isnat edilen suç, taburumu hiç direnmeden teslim edişim idi.
Savcı, teslimiyetimin vatana ihanetle eşdeğerde bir suç olduğunu iddia ediyor ve en ağır şekilde cezalandırılmamı istiyordu.
Yüksek Askeri Mahkeme’nin önüne çıktığımda savunmamı büyük bir soğukkanlılıkla okudum ve şu cümlelerle bitirdim:
* * *
‘Sayın hâkimler... Başbakanımız Lloyd George, Avam Kamarası’nda şöyle bir soruya muhatap olmuştur:
‘Yunanlıları silahlandırarak 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkarttık... Ve o tarihten bu yana milyarlarca sterlini bulan masraflar yaptık. Sonuç ne oldu? Yunanlılar İzmir’de denize döküldüler.
Ayrıca Anadolu’daki bütün Rumlar atıldılar veya göçe zorlandılar. Bu olayda bizim kazancımız nedir? Hiç... Bu akılsızca bir gaf, korkunç bir hata, büyük bir felaket değil midir?’
Bu sert ve suçlayıcı soruya karşılık Başbakanımız Lloyd George şu cevabı vermiştir:
‘Yüzyıllar bir veya iki dâhi yetiştirir. 20’nci yüzyılın dâhisinin Mustafa Kemal adıyla Türkiye’den çıkacağını ben nereden bilebilirdim?’
Görüyorsunuz sayın hâkimler... Karşınızdaki bu subay, Başbakanımızın bahsettiği 20’nci yüzyılın dâhisi ile hiç beklemediği bir anda karşı karşıya ve göz göze gelmişti. Ne yapabilirdi?
Eğer ben o gün başka türlü hareket edecek olsa idim, bugün benimle beraber bütün taburumun mezarlarını ziyarete gelecektiniz. Fakat şimdi, eceli ile ölmüş olan üç erimizin dışında hepimiz sağ salim yurdumuza dönmüş, ailelerimize kavuşmuş durumdayız. Karar yüksek adaletinizindir.’
* * *
“Beraat ettim ve terhise tabi tutuldum. Ailemle birlikte Türkiye’ye gidip Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Paşa beni muhteşem nezaketiyle karşıladı. Tekrar görevli olarak İngiltere’ye çağırılmasaydım, Türkiye’de kalacaktım...
İngiltere’ye döndüğümde beni, Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne aldılar ve...
İstihbarat Başkanlığı’nda önemli bir görev verdiler.
Türkiye ile İngiltere arasında irtibatı sağlayan grupta görev yapıyorum.”
* * *
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe anılarında Binbaşı Salter için “İki yıldan fazla bir süre birlikte olduk. Bu süre içinde her zaman bizleri savundu ve kendisini daima bizden biri saydı. Büyük bir Atatürk hayranıydı” diyor.
Yazının Devamını Oku 7 Kasım 2011
ÜÇ gün sonra, büyük Ata’mızı 73’üncü ölüm yıldönümünde hasretle anacağız. Onunla ilgili birçok anı vardır. Bugün bunlardan birini nakledeceğim...
Emekli Hava Albayı Kemal İntepe, hatıralarında anlatıyor:
“1941 yılında İngiltere’ye uçuş eğitimi için gitmiştik. Londra’ya vardığımızda, yaşlı bir İngiliz hava binbaşısı, irtibat subayı olarak görevlendirilmişti
Adı Mr. Salter olan bu subay Türkçe’yi bizlerden daha iyi konuşuyordu.
Mr. Salter’i birkaç defa eşi ile birlikte ikindi çayına davet ettim. O da beni akşam yemeklerine evine çağırıyordu. Emekli Binbaşı Salter bir akşam bana şunları anlattı:
* * *
“1919 yılında Piyade Binbaşı Salter olarak Samsun’daki İngiliz İşgal Tabur Komutanı idim. 18 Mayıs 1919 günü İstanbul’daki İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’ndan şifreli bir telsiz telgrafı aldım. Bu telgraf, ‘16 Mayıs 1919 günü, Mustafa Kemal adında bir Türk generalinin, Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrıldığını, eğer Samsun’a inecek olursa tutuklanarak İstanbul’a gönderilmesini’ istemekte idi.
Gerekli emirleri verdikten sonra Samsun’a indim. Şehir her zamankinden daha kalabalıktı. Bu kalabalık pazar kalabalığından farklı görünüyordu. Siyah çizmeli, külot pantolonlu ve siyah kalpaklı, sert bakışlı kimselerin çokluğu dikkatimi çekti. Sonradan bunların Türk subayları olduğunu öğrendim. Durum çok nazikti. Dört gün önce Yunanlılar İzmir’i işgal etmişler, Türkler buna çok sert bir tepki göstermişlerdi. Rum tercümanım çok korkuyordu. Bütün gece hiç uyuyamadım.”
* * *
“19 Mayıs günü sabah erkenden iskeleye gittim. Sabah namazından çıkan herkes sahile inmişti. Kurtarıcılarını bekliyorlardı. Askerlerimle çevreyi kordon altına aldım.
Denizde, batı tarafında bir duman göründü. Sahildeki kalabalık heyecanlıydı. Bir de baktım ki, her askerimin arkasında siyah çizmeli, kara kalpaklı bir Türk subayı duruyor. Hepsinin silahlı olduğu muhakkak.
Vapur iyice göründü. Görevimi iskele üzerinde yapamayacağımı düşünerek motoruma atlayıp vapura doğru hareket ettim. Mustafa Kemal Paşa’yı orada tutuklayacaktım.
Vapura ilk varan benim motorum oldu. Beraberimde getirdiğim iki erimi motorda bırakarak, tercümanımla birlikte vapurun iskelesine tırmandım. Güvertede beni selamlayan iki tayfaya: ‘Vapurdaki generali görmek istiyorum’ dedim.
Bir tanesi önümüze düşerek bizi salonun kapısına kadar götürdü. Kapıdaki görevli, durumu içeriye bildirdi ve geriye dönüp bizi salona aldı... Herkes ayakta idi...”
* * *
“Ortada, mavi gözlü, sert bakışlı kişi ile göz göze gelince ne söyleyeceğimi şaşırdım. Sert bir asker selamı verirken ağzımdan şu sözler döküldü: ‘Taburum emrinizdedir!’
Bunu nasıl söylemiştim? Daha önce hiç böyle bir şeyi aklımdan bile geçirmemiştim. Rum tercümanım şaşırdı, bir an durakladı. Ben kendisine dönüp bakınca hemen toparlandı ve Türkçe olarak generale iletti.
Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünde hafif bir tebessüm belirdi, teşekkür etti ve beni de yanına alarak dışarıya çıktı.
Sanıyorum, bakışlarından etkilenip bir anda teslim olma kararı vermiştim.
Gözlerinin, inanılmaz bir etkileyici gücü vardı.
Öteki sandallar da vapura ulaşmışlar, çevreyi doldurmuşlardı.
Mustafa Kemal Paşa, gemiye çıkan birkaç kişiyle tokalaştıktan sonra, vapurdan benim motorumla ayrıldık.
İskeleye vardığımızda muavinime, taburu safta toplayıp silah çattırmasını ve hepsinin Türk makamlarına teslim olmasını emrettim. Biraz durakladı, sonra asker selamı verip ayrıldı ve emrimi aynen yerine getirdi. Taburu o siyah çizmeli, kara kalpaklı kişiler teslim almıştı...
Bu yüzden, İngiltere’ye dönünce askeri mahkemede yargılandım. ‘Bir İngiliz subayı, nasıl olur da bir Türk generalin emrine girer? Bu vatan hainliğidir!’ diyorlardı.”
HAFTAYA: Mustafa Kemal’e teslim olan İngiliz subayın askeri mahkemedeki muhteşem savunması.
Yazının Devamını Oku 31 Ekim 2011
OSMANLILARIN muhteşem serüveni 13’ncü yüzyılın sonunda başladı. Küçük bir beylik, büyüdü, büyüdü, bir cihan imparatorluğu haline geldi.
16’ncı yüzyıla gelindiği vakit dünyanın en büyük devleti idi.
17’nci yüzyılda duraklama, daha sonra gerileme başladı. Batı ülkeleri güçlenip zenginleşirken, Osmanlı İmparatorluğu zayıfladı, yoksullaştı.
Sonra çöküş dönemi başladı.
Kitaba ve bilime düşman olan bir ülkenin gelişmesi mümkün değildi.
19’uncu yüzyılın sonunda ayakta duracak hali kalmayan Osmanlı Devleti, 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde, çöktü, battı, tarihin tozlu raflarına kaldırıldı..
Mustafa Kemal olmasaydı bize bu topraklar bile kalmayacaktı.
Atatürk’ün hedefi Batı uygarlığıydı.
Şimdiki kafalar ise bizi Doğu’ya sürüklemek istiyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan 88 yıl sonra bile hâlâ birbirimizi yiyoruz!
Osmanlı’yı bilim karşıtları ve kara cehalet bitirmişti.
Ülkemizde hâlâ yüzlerce yıllık cehaletin karanlık kuyusunda yaşamak isteyenlerin bulunması acıdır, üzücüdür.
Büyük devrimler yapan Atatürk’ü “din karşıtı” gibi göstermek isteyenlere Atatürk, hayattayken yaptığı konuşmalarla, söylevleriyle, bizzat cevap veriyor. Birkaç örnek:
“Türk milleti dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliğiyle dindar olmalıdır demek istiyorum. Bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Din, şuura muhalif, ilerlemeye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt: 3)
“Bizim dinimiz hiçbir vakit, kadınların erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah’ın emanet ettiği şeyi, kadın ve erkek beraber olarak ilim ve kültür edinmelidir.
Kadın ve erkek, bu ilim ve kültürü aramak ve nerede olursa oraya gitmek ve onunla dolu olmak zorundadır.
İslam ve Türk tarihi tetkik edilirse görülür ki, bugün kendimizi kayıtlara bağlı olduğumuzu zannettiğimiz şeyler yoktur.
Türk sosyal hayatında kadınlar ilim, kültür ve diğer hususlarda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileriye gitmişlerdir...
(...) Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin ahkâmını eşit olarak öğrenmeliyiz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da mekteptir.”
(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt 2)
“Bizi yanlış yola sevk eden habisler, büyük ölçüde din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı, hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz. Görürsünüz ki, milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melânetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırdılar.
Halbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız.
Artık bizim dinin icabını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında aldığımız dersler, bize dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidirler.”
(1923’te Adana Türk Ocağı’nda esnaf ve sanatkârlara yaptığı konuşmadan.)
“Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla alakası olmadığını bildiriyor.
Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, beyinledir. (1923 - Söylev ve Demeçler)
Yazının Devamını Oku 24 Ekim 2011
BU hafta sonu Cumhuriyetimizin kuruluşunun 88’inci yıldönümünü kutlayacağız. 20’nci yüzyılın başlarında, cumhuriyete giden yolda, çok zor engeller aştık.
30 Ağustos 1922’de Başkomutanlık Meydan Muharebesi (Dumlupınar) zaferi kazanıldı.
9 Eylül 1922’de İzmir kurtarıldı ve düşman denize döküldü,
1 Kasım 1922’de Halifelik saltanattan ayrıldı ve saltanat kaldırıldı.
17 Kasım 1922’de Son Padişah Vahdettin, bir İngiliz savaş gemisi ile Malta’ya kaçtı.
24 Temmuz 1922’de, uzun müzakerelerden sonra Lozan Barış Antlaşması imzalandı.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi.
Bu kısa kronolojiyi bugünlere kolay gelinmediğini anlatmak için naklettim.
* * *
Zaman zaman, Tanrı’nın Türk ulusuna yolladığı bir armağan olduğunu düşündüğüm Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurabilmek için bin bir badireden geçti.
O günlerde, dış düşmanlardan daha tehlikeli olan iç düşmanlardı.
23 Nisan 1923 tarihinde açılan Meclis’te Mustafa Kemal Atatürk’e çok sert muhalefet yapan ve onu yıkmaya çalışan 63 milletvekili vardı. Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Bey’in liderliğini yaptığı bu muhalif grup siyasi literatüre “İkinci Grup” adıyla geçti.
Meclis dışında da, Mustafa Kemal’i yıkmaya çalışan ve Türkiye’yi büyük bir devletin yönetmesini isteyen çok sayıda cemiyet kurulmuştu.
Mandacılar: Osmanlı devletinin Amerikan, İngiliz veya başka bir devletin “manda” sı altına girmesini istiyorlardı.
“Manda” Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Cemiyeti’nce kullanılan bir yönetim sistemidir. Güçlü bir devletin, zayıf bir devleti himayesi altına alıp yönetmesi anlamına geliyordu.
Wilson Prensipleri Cemiyeti: 4 Ocak 1919’da kurulmuştu. Osmanlı Devleti’nin Amerika Birleşik Devleti’nin mandası altına girmesi yönünde çalışıyordu.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti: 20 Mayıs 1919’da kurulmuştu. Kurtuluş çaresini İngiliz mandası altına girmemizde görüyorlardı.
Yeşil Orducular: Batılı mandacılara karşı idiler ama onlar da Rus desteğini arkamıza almanın daha doğru olacağı tezini savunuyorlardı.
Ülkede yabancı devletlere ve yanlış düşüncelere hizmet eden, bu arada kişisel çıkarlar peşinde koşanlar kadar Kuvayı Milliye hareketlerini kösteklemeye çalışan, Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın güdümünde kurulan birçok hain örgüt vardı.
Bu hain örgüleri say say bitmez...
* * *
İstanbul’da Fener Rum Patriği işgalci düşmanların da yardımı ile Mavri Mira (Kara Kader) örgütünü kurdu. Amacı İstanbul başta olmak üzere Rumların hak iddia ettikleri diğer şehirlerin Yunanistan’a bağlanmasını sağlamaktı.
Patrik, bunun için Rum milislerden çeteler oluşturdu. Yunanistan’dan getirilen silah ve cephaneleri Rum kiliselerine doldurarak buraları silah deposu haline getirdi.
Pontuslular Trabzon’dan Zonguldak’a kadar Karadeniz bölgesinin Rum toprağı olduğu iddiasıyla milis örgütleri kurdular ve Rum Devleti ilan etmek için isyan başlattılar.
Doğu Anadolu, Adana ve Çukurova’da Bağımsız Ermenistan Devleti kurmak sevdasıyla harekete geçen Ermeniler, Fransızların da desteğiyle Hınçak ve Taşnaksütyun örgütleriyle hainliklerini azgınlaştırdılar.
* * *
Ermeni ve Rumlar gibi Kürtler de, İngilizlerin de kışkırtmasıyla, çoğunlukta oldukları bölgelerde bağımsız bir devlet kurmak amacıyla birçok dernek kurdular.
Rum ve Ermeni azınlıklarıyla Kürtlerin bu bölücü davranışlarından çok bizi yaralayan, hıyanet içindeki bir kısım Türklerin kötülükleri oldu!
Ağacın kurdu içinde olur, derler. Bizim de mikroplar ve hainler içimizdeydi!
Mustafa Kemal, tüm bunların üstesinden gelerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu.
Gazeteci-yazar dostumuz Yalçın Toker, ilginç bir çalışma yaparak tüm bunları anlatan bir kitap yazdı: “Atatürk Muhaliflerinden Portreler”
Konuyla ilgilenen ve Cumhuriyet tarihine meraklı olan herkese tavsiye ederim.
(TOKER Yayınları: 0 212 601 00 35 - 0 535 319 93 49)
Yazının Devamını Oku