Özdemir İnce

Deniz Fenerleri ve Müslüman Kardeşler

20 Eylül 2008
AKP’nin "seçimle gelip seçimle giden" bir parti olmadığı giderek anlaşılıyor: Deniz Fenerleri’nin de içinde yer aldığı özel yasalı gıda bankaları, özel okullar, özel medya, özel bankalar, özel sermaye grupları, imam hatiplere özel statü kazandırma inadı, Fethullah’ın yarattığı iktidar zinciri... Bütün bunlar, seçimle geldikten sonra gitmeme hesaplarının ipuçları.

SAYFA 5, SAYFA 7

Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Milli Görüş’ün tornasından çıkmış kadronun 1970’li yıllarda modeli Müslüman Kardeşler örgütü idi. Hepsi Seyyid Kutub’un, Mevdudi’nin kitaplarını hatmederek kendilerini yeniden İslamlaştırmışlardı. Bu birinci aşama idi. İkinci aşamada, laik toplum içinde kendi İslami cemaatlerini yaratacaklar, Seyyid Kutub’un dediği gibi "İslam’ın insanlığa önderlik alanındaki beklenen fonksiyonunu yeni baştan gerçekleştirmesi için, bu ümmetin varlığını yeniden sağlamak" (Yoldaki İşaretler, S.5) gerekmekteydi.

İslami diriliş hamlesi nasıl başlar?

"Bu hamleyi başlatmaya kesinlikle karar vermiş, bu yola koyulmuş olanların, yeryüzünün her köşesine çöreklenmiş olan cahiliye akımına karşı göğüs gerecek ve bu yolculuk esnasında çevresini kuşatmış olan cahiliye güçlerine karşı bir yandan belirli bir münasebet halinde olmayı ihmal etmeyen bir öncü cemaat teşkil etmeleri gerekir." (Yoldaki İşaretler, S.7).

HASAN EL-BENNA

Müslüman Kardeşler örgütünün kurucusu imam Hasan el-Benna da aynı hedefi işaret etmekteydi. Hasan el-Benna, Müslüman ulusların İslam ilkelerine dayanan birliğini savunuyordu. Ona göre Müslüman ulusların geri kalmasının nedeni, din yolundan uzaklaşılmış olmasıydı. Kurtuluş, İslam öğretilerine geri dönerek sağlanabilirdi. Devlet, İslam dini temelinde örgütlenmeli, İslam hukuku geçerli kılınmalıydı. Toplumun ahlakı ve eğitimi İslam ilkelerine göre yönlendirilmeli, toplumsal eşitsizlik ve adaletsizliklere son verilmeliydi. Müslüman Kardeşler örgütünün amacı da bu programı gerçekleştirmekti. Mısır’ın çeşitli yörelerinde kurduğu okullar, fabrikalar, hastaneler ve toplumsal hizmet kurumları aracılığıyla görüşlerini yaşama geçirmeye çalışan Hasan el-Benna’nın başlattığı hareket, Arap dünyasını büyük ölçüde etkilemiş tir.

3. EVRE HALLERİ

Milli Görüş ve Fethullah hareketlerinin Hasan el-Benna’ın yarattığı modeli örnek alıp uyguladıklarını anlamamak için ebleh olmak gerekir. İlkin, laik toplum içinde köprübaşı olacak bir İslami cemaat yaratmak; ikinci aşamada bu cemaati, zamanla, toplumun tamamını denetim altına alacak yetenek ve olanaklarla donatmak. Üçüncü aşamada tek parti olarak iktidarın üzerine oturmak.

Müslüman Kardeşler düzenini kurarken kendi soygun düzenini de kuran AKP’nin böyle bir fesadı gerçekleştirmesi mümkün mü? Soygun düzeni kurarak Müslüman Kardeşler idealine katkıda bulunan AKP, bu düzenin kendisine sağladığı maddi olanakları dağıtarak, neden Müslüman Kardeşler’den daha etkili olmasın?

Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi laiklik karşıtı odak olarak ilan etmesinden bu yana Başbakan’ın tanık olduğumuz halleri, üçüncü evrenin başlamış olduğu kuşkusunu güçlendiriyor.
Yazının Devamını Oku

CERN’deki deney ve Engin Arık

19 Eylül 2008
CERN’in (European Center for Nuclear Research-Avrupa Parçacık Fiziği Araştırma Merkezi) evrenin oluşumuyla ilgili olarak yapmaya başladığı deney Türkiye’yi birden bilim dünyasının göbeğine getirdi. Bütün televizyonlar CERN deneyi ile ilgili programlar yaptılar. Bunlar iyi kuşkusuz!

Yazılı basına geçmedi ama bir televizyonda bir hükümet üyesinin bu türden bilimsel çalışmalara atalarımıza yaraşır biçimde öncülük etmemiz gerektiğini söylediğini bile duydum.

İslami çevreler fırsat bu fırsat deyip, bilimi ve bilgiyi İslamileştirmek çabalarını yenilediler.

Diyanet İşleri Başkanı, CERN’deki deneyle ilgili olarak, "Bilim ile din ayrı ayrı alanların bilgisidir" diyecek yerde "Her bilimsel deney Allah’ın iradesi dahilindedir" (Akşam, 19.09.2008) dedi.

Bunları şimdilik bir yana bırakalım!

* * *

CERN’de yapılan deney aklıma Prof. Dr. Engin Arık’ı getirdi. CERN’in adını ilk kez 2002 yılı temmuz ayının ortalarında Prof. Dr. Engin Arık’tan duymuştum. Rahmetli Engin Arık’la o gün yaptığım söyleşi 28 Temmuz 2002 tarihinde Hürriyet Pazar’da yayınlanmıştı.

Engin Arık CERN’de bilimsel çalışmalara katılıyordu ama, Türkiye CERN’e üye değildi. Adnan Menderes hükümeti 1954 yılında üyelik için para yatırılması gerektiğini duyunca "Bizde bilim adamı yok ki üye olalım!" diyerek yan çizmişti. Elli yıldır gelip geçen bütün hükümetlerin de kafası değişmemişti. CERN’in çalışmalarını beğenen bakanın hükümeti katılım parasını ödeyerek Türkiye’yi CERN’e üye yaptıracak mı bakalım?



Temmuz 2002 ortalarında Engin Arık ile yaptığımız söyleşinin konusu şu anda yapılmakta olan deneyler değildi. Biz Toryum’u konuşuyorduk. Dünya toryum rezervlerinin yarıdan çok fazlası Türkiye’de bulunuyor. 800 bin ton! 21. yüzyılın radyoaktif olmayan en stratejik maddesi. Şu anda CERN’de üzerinde çalışmalar yapılan nükleer enerji santralı gerçekleşirse toryum bir numaralı element olacak. Çünkü 1993’te toryumun uranyumun yerine alabileceği kanıtlandı.

* * *

Prof. Dr. Engin Arık söyleşide CERN laboratuvarının toryum reaktörü konusunda yaptığı çalışmayla ilgili olarak şunları söylüyordu:

"Ön çalışmalar bitti. Avrupa’nın ilk prototip toryumlu nükleer santralı 2005 yılına kadar tamamlanacak. Ayrıca Japonya ve ABD de kendi santrallarını yapmaya çalışıyor.

Bunlar santralı bitirdikleri zaman bize satacaklar.

Araştırmanın içinde olursak biz kendimiz daha iyisini üretebiliriz. Prototipin geliştirilmesinde mutlaka aralarında bulunmamız gerek."

Yeryüzündeki toryumun yarıdan fazlası bizde ama biz CERN’in yapmakta olduğu toryum nükleer enerji santralı çalışmalarında yer almıyoruz!

* * *

Yediden yetmişe bilim dostu olduğumuz şu günlerden yararlanarak, Türkiye’nin dünya toryum rezervlerinin yarıdan fazlasına sahip olduğunu ve toryumun çağımızın en önemli enerji kaynağı olarak kullanılabileceğini hatırlatmak istedim.
Yazının Devamını Oku

Nerede kalmıştık

17 Eylül 2008
MERAK ediyorum: AKP ve kadrosu, Anayasa Mahkemesi’nin partiyi sabıkalı duruma düşüren kararından sonra çok boyutlu bir durum muhakemesi yaptı mı acaba? Yoksa, Cumhuriyet dönemi İslamcılığında gelenek olduğu üzere, sütre gerisine yatıp amacını gerçekleştirmeye uygun ortamı mı beklemeye başladı?

Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra birkaç sivriliğe karşı alınan önlem sürte gerisine yattığı izlenimi uyandırıyor.

EK KANIT OLUR

AKP’nin kendi bileceği iş, ama bütün sinsi inkárlarına karşın gerçekleştirmek için sabırsızlandığı amacının Türkiye’yi bir iç çatışmaya, dahası bölünmeye götüreceğini anlaması gerek artık.

AKP’nin akıl hocalarından A. İhsan Karahasanoğlu AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nin yapısını hemen ve yeniden düzenlemesi gerektiğini salık veriyordu. (Vakit, 31.07.08)

Ekim ayının ilk haftasında gerekçesi yayınlanacak olan Anayasa Mahkemesi kararından sonra bu türden girişimler kuşkusuz mümkün değil.

Çünkü laikliğe karşı odak oluşturmaktan sabıkalı bir partinin anayasa değişikliği yapmaya kalkışması gayrimeşru bir girişim olmanın yanında, öteki siyasal partilerden herhangi bir destek bulamaz.

AKP, Anayasa Mahkemesi kararından sonra, Anayasa’ya ilişmek şansını tamamen yitirmiştir. Ancak öteki partilerle eşit koşullarda uzlaşmak koşuluyla ancak ikinci dereceden metin düzeltmelerine katkıda bulunabilir.

Özellikle laikliği yeniden tartışma konusu yapması, "laiklik karşıtı odak olma" kararına ek bir kanıt olur. AKP’nin kendini bu bağlamda dizginleyeceğini düşünüyorum.

O FASIL KAPANDI

AKP artık anayasal kurulu düzenle herhangi bir sorunu olmadığını kanıtlamak zorunda. Bu nedenle ne türban sorununu yeniden kaşıyabilir, ne de imam-hatiplerin erişim alanlarını genişletmek girişiminde bulunabilir.

Bu fasıl kapanmış bulunuyor!

AKP ayrıca 6 yıldır sürdürmekte olduğu toplumu ve devlet kurumlarını İslamileştirme programından da vazgeçmek zorundadır.

Yerel seçimlerde ve onu izleyecek genel seçimlerde oyunu artırması da gizli programını uygulamasını sağlayamaz.

KESİNLİKLE VAZGEÇMELİ

AKP’nin önünde iki seçenek var: Ya demokrasi, ya da despotizm (mutlakiyet). Demokrasi ama kendine demokrasi değil, gerçek demokrasi! AKP ve AKP türünden partilerin iç barışı korumaları, demokrasi ve cumhuriyete kendilerini içtenlikle uyarlamalarına bağlı. Yani laik devlet ile, Anayasa ile eksiksiz uzlaşmalarına!

Türkiye yeni bir anayasa bunalımı, yeni bir Anayasa Mahkemesi serüvenini kesinlikle kaldıramaz! Bu nedenle AKP kayıt dışı, ruhsatsız, kaçak devletini kurma programından kesinlikle vazgeçmelidir!
Yazının Devamını Oku

Kapitalizm ve Hilton meydan savaşı

16 Eylül 2008
’HİLTON Meydan Savaşı’nı şaşkınlıkla izliyorum. Bu türden gıncıfırlı işlere karışmam ben. Bir yanda iktidar, bir yanda Doğan Medya Grubu... Ancak iktidarın ipe sapa gelmez ama benzersiz tehditleri; yazılı ve yazısız basının büyük bir bölümünün arsızlığı beni tahrik etti. Oktay Ekinci’nin 8 Eylül 2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan "Hilton Projesini ’sit’ durdurdu" yazısını okuduktan sonra elimi tutamaz oldum.

İKTİDAR LİNCİ

Türkiye Cumhuriyeti’nin Özelleştirme İdaresi, Başbakanlığın onayıyla Hilton arazisi denen taşınmazı satışa çıkartıyor.

Aydın Doğan adlı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, girdiği açık artırmayı kazanarak bu taşınmazı satın alıyor. Neden satın alıyor acaba? Satın aldığı taşınmazı dönüştürüp değer kazandırarak bir yatırdığı maldan 10 ya da 100 kazanmak için!

Aydın Doğan’ın amacı ve yöntemi Türkiye Cumhuriyeti yasalarına, kapitalizmin ruhuna, paleo ve neo liberalizmin amaçlarına uygun mu, değil mi? Elbette uygun!

Aydın Doğan, Hilton arazisine yeni binalar yapıp satacakmış, tonlarca para kazanacakmış! Peki Türkiye vergi rekortmeni vatandaşımız, yasalara uygun olarak satın aldığı araziyi otopark olarak ya da hurda deposu olarak mı kullanacaktı, öyle mi sanılıyordu?

Hem bir an önce kapitalist olalım deyip her yıl onlarca dolar milyarderi yaratacaksınız ve bununla övüneceksiniz; AKP iktidarı döneminde birkaç yıl içinde şipşak dolar milyonerleri yaratmak için yarışa gireceksiniz, ama biri kapitalizmin biçim ve özüne uygun olarak bir koyup on kazanmak isteyecek, iktidar önderliğinde adamı linç edeceksiniz. Şaşkınlık verici bir durum.

SATIŞTAKİ VAİT

Oktay Ekinci, Başbakan Erdoğan’ın iddialarının gerçekleri yansıtmadığını yazıyor:

"Başbakan Erdoğan’ın, Almanya’daki Deniz Feneri Derneği’nin yolsuzluk haberinden ötürü suçladığı Aydın Doğan’a ait İstanbul Hilton Oteli’yle ilgili ’imar değişikliği’ talebinin ’kendisi’ tarafından çevrildiği açıklaması, konuyu izleyen uzman çevrelerde şaşkınlık yarattı.

Çünkü Başbakan’ın da onayıyla Hilton’u satan Özelleştirme İdaresi, aynı arsada ek binalar yapılabileceğini, ancak bunun için gerekli imar değişikliğinin araziyi satın alacaklar tarafından talep edilmesinin uygun görüldüğünü açıklamıştı."

İşin püf noktasını Oktay Ekinci yazıyor: Hilton arazisinin satışının içinde bir vait var. Bu araziyi satın alan kimse gerekli imar değişikliği talebinde bulunabilir diyor. Demek ki imar değişikliği konusunda bir engel yok. Aydın Doğan da buna güvenerek taşınmazı satın almış. Almış da sonunda satıcının oyununa gelmiş. İçine düşürüldüğü tuzaktan kurtulmak istiyor.

İKİ YÜZÜ KARA!

Hangi oyun, hangi tuzak? İstanbul II. Numaralı Koruma Kurulu, söz konusu taşınmazı ve arazisinin içinde yer aldığı bölgeyi 11 Nisan 2008 tarihinde sit alanı ilan ediyor. Bundan sonrası ne olur bilemem, ama öğrendiğim şu: Başbakan sineğin yağını çıkartmak için iki taraflı şantaj yapıyor. 1. Yasal bir alışveriş yapmış vatandaşı baskı altında tutuyor, ona gözdağı veriyor; 2. Deniz Feneri davasını gözden kaçırmak istiyor.

Sonuç olarak bir Türk atasözü: İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara!
Yazının Devamını Oku

Sevgili İlhan Berk

30 Ağustos 2008
SEVGİLİ İlhan Berk, İlhan!Sen cenaze törenlerini hiç sevmedin. Haklıydın. Ben de senin anlayacağın nedenlerden dolayı toprakla buluşma törenine katılamıyorum.

Bağışla.

Gençliğimiz, Salim Amca, Nezim, ötekiler, hepsi, her şey; Adakale Sokağı, pazar buluşmaları...

Penceremde yeni çıkan bir kitabın...

Her zaman güzel bir hayat yaşadın; hayatı ve bizim hayatımızı güzelleştirdin.

Sağol ve güle güle.
Yazının Devamını Oku

Mustafa nazardır nazar

29 Ağustos 2008
ÇOCUKLUĞUMDA dinlediğim köy kökenli masallarda kaçgöç ve ayıp yoktur. İnsan organları sözcük adlarıyla anılır. Ne yazık ki tamamını anımsayamadığım bu masallardan aklımda sadece birkaç edepsiz cümle kalmış.

Örneğin, köylülerle savaşa giren bir boz ayı, onların kazdığı bir tuzak kuyuya düşer. Bakar ki kurtuluş yok, o zaman şöyle yakınır:

"Pat daşşaam pat patlamazsan da pambık at!"

Anlamı ne? Anlamı ne ise yukarıdaki cümlenin içinde.

RENKLER VE ZEVKLER

İkinci masal cümlesi şu: Köyün kahramanı olmaya karar veren Mustafa adlı bir Keloğlan, elindeki çamaşır tokacını camız pisliği üzerinde toplanmış sineklerin üzerine patlatır. Camızın dünyaya sunduğu armağan tazedir ama hiç önemi yoktur bunun, Mustafa binlerce binlerce sinek öldürmüştür.

Gurur içinde bir demirciye gider, kendisine pahalı bir kılıç ısmarlar. Ve kılıcın üzerine şu cümleyi yazmasını tembih eder.

"Mustafa nazardır nazar, bir vurmada binbir can ezer!"

Bu cümlenin kıssadan hissesi, birincisine nazaran çok daha açık.

Peki iyi de neden bal değil de camız pisliği? Bilemem!

Köy masalcısının zihniyetine göre bazı nesneler kimileri için daha çekici olur.

Renkler ve zevkler tartışılmaz değil mi?

KÖYLÜ ZİHİNSEL YAPISI

Yazıya bu girişi yapmak için hasta yatağımdan kalktım. Amacım 15 Ekim 2006 tarihinden bu yana beynime çakılan aşağıdaki cümle ile kozumu paylaşmak. Ama heyhat!

Umberto Eco’nun, Fransızcası "A Recoulons, comme une ecrevisse" adıyla yayınlanan "A paso di gambero" adlı kitabında yer alan "Kurt ile Kuzu" başlıklı konferans metninde çarpıcı bir cümle vardır:

"Çoğunluğun her zaman haklı olduğu düşüncesine ironiyle karşı çıkan ’aklınız varsa ... yersiniz, milyonlarca sinek yanılıyor olamaz’ diyen hayali reklamı belki de hepiniz biliyorsunuzdur."

* * *

Ben ne halt edeceğim?

"Pat daşşaam pat, patlamazsan pambık at!"

"Mustafa nazardır nazar, bir vurmada binbir can ezer!"

"Aklınız varsa ... yersiniz, milyonlarca sinek yanılmış olamaz!"

İlk iki cümlenin köylü zihinsel yapısının ürünü olduğunu yazmıştım. Üçüncü son cümle de öyle.

OLAĞANÜSTÜ METİNLER

17 Ağustos tarihli Hürriyet’te Bekir Coşkun’un "Denizdeki Adam?", Yılmaz Özdil’in "Citius altius fortius falan" başlıklı olağanüstü metinlerini okuyunca kendimden utandım.

Benim bir türlü beceremediğim yazıyı, Pekin olimpiyat oyunlarında 100 metre dünya ve olimpiyat rekorlarını dalga geçerek kıran Usain Bold gibi neşeli bir doğallık içinde sözcüklere döküyorlar. Tane tane, tıkır tıkır!
Yazının Devamını Oku

Demokrasinin önündeki en büyük engel: Tarikatlar (2006)

27 Ağustos 2008
ÜSTAT Abdülbaki Gölpınarlı, ilk basımı 1969 yılında yapılan "100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler" (Gerçek Yayınevi) kitabını şöyle bitiriyordu: "Tarikatler kalkmıştır; fakat gene de yer yer, tarikatlerin bulunduğunu, tarikatçilerin faaliyetlerini duyuyor, öğreniyoruz. Bunu bir irfan yahut bir bilgi, bir inceleme ve eleştirme yapanların, bunu bir zevk ve neşe halinde yaşayan ve yaşatanların toplumumuza zararları değil, faydaları dokunur. Fakat şeyhliği, bir gericilik vesilesi, bir sömürme, bir nüfuz sağlayış aracı olarak yürütmek, inananları rüsuma, şekle bağlamak, onları ayrı bir sınıf haline getirip bağnazlaştırmak, şüphe yok ki zararlı bir şeydir."

"Bizce tarikatler ve tasavvuf, bugün bir irfan zevkidir; devrini yaşamış, artık gönüllere mal olmuş, tarihe intikal etmiştir; son sözümüz ancak budur."

* * *

Bir tarikat ehli olması nedeniyle, üstat Abdülbaki Gölpınarlı’nın kitabının son paragrafında, içten olduğu kanısında değilim. Gölpınarlı düzeyinde birinin 1969 yılında tarikatların çalışmalarından habersiz olduğuna inanmak saflık olur.

Ama tarikatların tehlikelerini haber vermekten de geri durmuyor. Fazla uzatmadan şunu yazacağım: Cumhuriyet’ten yana, Cumhuriyetçi olan bir tek Sünni tarikat bulamazsınız. Gelenekleri ve misyoner ilişkileri dolayısıyla Cumhuriyet karşıtıdırlar.

Cumhuriyet, geçmişte arada bir askıya alınmış da olsa demokrasiyi kurmayı ve yaşatmayı amaçlamıştır. Oysa tarikatlar için demokrasi, bir küfürdür!

* * *

Nedense gizlenmek istenir, ama çok partili düzene geçtiğimizden bu yana cemaat ve tarikatların siyasetin göbeğinde yer aldığı biliniyor. 1950’den önce de CHP ve Cumhuriyet’e karşı muhalefet halindeydiler. Nakşibendiler, Nurcular, Süleymancılar ve Fethullahçılar, politikanın içinde olacaklar da ötekiler olmayacak, olur mu?

Günümüzde tarikat ve cemaatler artık sadece inanç toplulukları değiller, aynı zamanda holding nitelikli sermaye grupları halinde örgütleniyorlar. Amaçları, demokrasinin olanaklarından yararlanarak toplumu kendi İslamcı anlayışlarına göre yeniden inşa etmek. Müslüman Kardeşler gibi paramiliter alana kaymaları da her an mümkün.

* * *

Ancak inanç olarak bir şeyhe tamamen teslim olmuş bir müridin özgür iradesiyle politik yönelim göstermesi de beklenemez. Çünkü tarikat ve cemaatlerin kendi yapıları, demokrasiyi kabul etmeyen totaliter bir örgütlenme biçimi. Tarikat ve cemaatlerin kendi hiyerarşileri her türlü hiyerarşinin üzerinde. Bir devlet dairesinde evrak memuru olarak çalışan tarikat ileri geleninin görev yerindeki üstlerine, şeflerine, müdürlerine hükmettiği görülmemiş bir şey değil. Şeyhin başkan olduğu prototipi çağdaş demokrasi yıkamıyor.

Tarikat ve cemaatlerin egemen olduğu bir toplumda, siyasal yapı içinde gerçek demokrasinin yerleşmesi mümkün değil. Bu nedenle, sol partilerin cemaat ve tarikatlara karşın ve onlara karşı ve onlarla birlikte nasıl politika yapabileceklerini çok iyi düşünmeleri gerekiyor.

1978’den bu yana oy kullanmayan Alevilerin 16 Ağustos 2005’te yayınladıkları ortak deklarasyondan sonra önümüzdeki ilk seçimde oy kullanmaları bekleniyor. Aleviler kitle halinde oy kullanırlarsa Türkiye’de çok şey değişebilir.

Son olarak: İlk yazımda tarikatların Sivil Toplum Örgütleri’yle en küçük bir ilişkisi olmadığını yazmıştım. Önce dernekler yasasına uygun, seçime dayalı demokratik dernek olmaları gerekmiyor mu? Tarikatları bir şeye benzetmek gerekirse, mafyalara benzetebiliriz. (İlk yayın: 01.10.2008)
Yazının Devamını Oku

1950’den bu yana tarikatların intikamı (2006)

26 Ağustos 2008
14 Mayıs 1950’den sonrasının "Karşı Devrim Dönemi" olarak adlandırılmasına sağcı yazarlar ile II. Cumhuriyetçiler pek bozuluyorlar. Demokrat Parti iktidarı güya statükoya karşı çıkmış, demokrasiyi getirmiş. Demokrat Parti için söylediklerim, tuhaftır, bu parti için ciddi bir inceleme yazılmadığı için kimilerine abartılı geliyor.

Avukat dostum Şevket Çizmeli’nin incelemeleri yayınlandığı zaman, Demokrat Parti ve Adnan Menderes konusunda yazılmış bütün haciyografi kitaplarının ipliği pazara çıkacak.

* * *

30 Ekim 1925 tarih ve 677 sayılı yasanın günümüz Türkçesi ile metni şöyle:

"Türkiye Cumhuriyeti içinde, gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhin yönetimi altında, gerek başka şekillerde kurulmuş bulunan tüm tekke ve zaviyeler; sahiplerinin, diğer şekillerde haklarını kullanarak sahiplenmeleri devam etmek üzere tamamı kapatılmıştır. Bunlardan; yasal düzenlemelere uygun olarak, cami veya mescit şeklinde kullanılanların faaliyeti sürer."

"Genel olarak tarikatlarla, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, naiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve bilinmeyenden haber verme ve isteğine kavuşturmak amacı ile nishacılık (muskacılık) gibi unvan ve sıfatların kullanılması ile bu unvan ve sıfatlara hizmet görmek ve/veya kıyafeti giymek yasaktır."

"Türkiye Cumhuriyeti içinde, padişahlara ait ya da bir tarikata veyahut çıkar sağlamaya yönelik olanlarla tüm sair türbeler kapatılmış, türbedarlıklar kaldırılmıştır. Kapatılmış olan tekke ve zaviyeleri ya da türbeleri açanlar veyahut bunları yeniden kuranlar veya tarikat ayini yapmak için geçici bile olsa yer verenler ve yukarıdaki unvanları taşıyanlar ya da bunlarla ilgili hizmetleri yapanlar veyahut kıyafetleri giyenler, üç aydan eksik olmamak üzere hapis ve elli liradan az olmamak üzere para cezası ile cezalandırılır."

İslamcıların, şeriatçıların ve daha genel olarak bütün sağcı partilerin "Dini yasakladılar, camileri kapattılar, dindarları taciz ettiler" safsatasıyla karşı çıktıkları yasayı okudunuz. Yasanın iddia ve yalanlarla herhangi bir ilişkisi var mı?

Yasa 1950’ye kadar titizlikle uygulandı. Günümüz İslamcı alimleri ile saf laik bilginlerinin yorumlarına göre bu yasaklamalar, tarikatların yeraltına girmesine yol açtı. Doğaldır, yasaklamalar bütün fesatların yeraltına inmesine yol açar.

Demek ki tarikatlar 1925-1950 arasında yeraltında yaşamışlar. İslamcılığın karanlık-aydınlık dönemi!

Ancak Demokrat Parti’nin kuruluş yılı olan 1946’dan itibaren Adnan Menderes ve arkadaşları, başta Nakşbendiyye (Nakşibendilik) tarikatı olmak üzere ileri gelen tarikat şeyhleriyle ilişki kurdular, vaatlerde bulundular.

İktidara gelir gelmez Arapça ezanı serbest bırakmalarının, 677 sayılı yasanın uygulamalarını rafa kaldırmalarının nedeni budur.

* * *

677 sayılı yasayı uygulattırmamalarının bedeli olarak, tarikatlar 1950’den bu yana muhafazakár ve İslamcı partilere oy vermekte ve böylece Cumhuriyet’ten intikam almaktadırlar. Yasaların uygulanmaları önemlidir. Şu anda 677 sayılı yasa fiilen "yok"tur. Bunun en büyük kanıtı ise İstanbul’daki Fatih/Çarşamba bataklığıdır.

Yüzde yirmi beşlik oy kitlesinin birkaç ay içinde yüzde ikiye düşebilmesinin nedenini hiç düşündünüz mü? Karpuz gibi bir kamyondan öteki kamyona göçmesini?.. (İlk yayın: 30.09.2006) (Devam edecek)
Yazının Devamını Oku