Osman Giritli

Kiralık katiller evlenirse

1 Temmuz 2005
<B>Mr. & Mrs.Smith, </B>sevdiğim iki oyuncuyu kadrosunda bulundurduğu için koşarak sinemaya gittim. İlk karede Bay ve Bayan Smith’i bir psikoloğun sorularına cevap verirken görüyoruz. Ardından geçmişlerini anlatırken, şimdiki zamanda da olayları yaşıyorlar.

İkili Bogota’da tanışıyor ve birbirlerine meslekleri ve geçmişleri konusunda yalan söylüyorlar. Oysa ikisi de meslektaştır, işini iyi yapan iki kiralık katil. Ancak birbirleriyle aşk hayatı yaşamaya başlarlar, sonunda ikisine de aynı hedefin verilmesiyle işler karışır. Zira karı-koca, hem birbirlerinin gerçek kimliğini öğrenmişler hem de artık birbirlerinin hedefi oluvermişlerdir. Ortadan kaldırmanız gereken kişi, altı yıllık bir ilişkiyi yürüttüğünüz eşiniz olunca işler değişir tabii ki.

Böyle bir konunun temposu yüksek olacaktır, dediğinizi duyar gibiyim. Ne yazık ki umduğunuz kadar değil. Angeline Jolie ve özellikle Brad Pitt’in artık oyunculukta iyi oldukları su götürmez bir gerçekken, yönetmen onların sadece vitrininden yararlanmış bu da ortaya biraz sakat bir durum çıkarmış. Yazık hem Brad Pitt, hem de Angelina Jolie harcanmış desem yanlış olmayacaktır.

Otoyoldaki araba kovalamaca sahneleri türün vazgeçilmezlerindendir; doğal olarak bu filmde de yer alıyor, ancak o da en yüksek tempoya sahip değil. Bir iki hareket ve Bay Smith’in yaptığı espriler var o kadar.

Yönetmenin işlemeye çalıştığı şey ikilinin kiralık katil olması mı, bu durumun garip bir şekilde ortaya çıkması mı, yoksa evlilik kurumu mu pek anlayamadım. Yönetmen de karar verememiş olacak ki biraz havada kalıyor.

Daha sorulacak pek çok soru var, neden aynı hedefe yöneltildiler, neden birdenbire hedef unutulup ikili arasındaki bir gerilime döndü olay ve neden özel birimler ikiliyi ortadan kaldırmaya çalışıyor? Bu liste uzayabiliyor.

Bir açıdan baktığımda doğrusu mizah unsuru da ağır geldi. Yaz günlerinin sıkıntısını giderecek bir film değil, ancak ikiliyi -ilgilenir misiniz bilmem ama, yuva yıkan bir film olması sebebiyle- aynı sahnelerde görmek için gidilebilir.
Yazının Devamını Oku

Gençliğim feda olsun

24 Haziran 2005
<B>YERLi</B> ve yabancı festivallerde filmleriyle adından söz ettiren yönetmen <B>Kim Ki-Duk</B>’un <B>Fedakar Kız </B>(Samaritan Girl) adlı filminde, Avrupa’ya gitme hayalleri kuran iki kızın hikáyesi anlatılıyor. Bu hayalin peşine düşen kızların yaşadığı dram -trajedi de denilebilir- hem tanıdık, hem de farklı geliyor.

Ortaokulda okuyan iki kız arkadaş, Avrupa’ya gitmek için para biriktirirler. Ancak bu sadece harçlıklarıyla olacak gibi değildir ve erkeklerle para karşılığı seks yaparak gerekli parayı denkleştirmeye çalışırlar. Yojin aracılık yaparken, Jae-young erkeklerle yatar. Jae-young zamanla yaptığı işten keyif almaya başlar ve kendisini efsanevi bir Hintli fahişeye benzetmeye başlar. Yojin ile Jae-young arasındaki ilişki de her geçen gün yakınlaşmaya başlar. Bir gün Jae-young’un olduğu odaya polis baskın düzenler ve paniğe kapılan Jae-young kendisini pencereden atarak ölür. Arkadaşı Yojin, bu olaydan sonra arkadaşı Jae-young’un yattığı müşterilerle tekrar yatar ve onlardan aldıkları parayı onlara geri vererek, hem vicdan azabını dindirmeye çalışır hem de ‘kart zamparalara’ bir şekilde ders vermeye uğraşır.

Filmin bundan sonrası daha da ilginçleşiyor, zira kızının durumunu tesadüf eseri öğrenen babası, ne yapacağını şaşırıyor ve çocuk yaşta kızlarla ilişkiye giren adamlara dersini verirken, kızıyla da ilişkisini düzene sokmaya çalışıyor. Sonra verdiği karar ile kızını uzun bir süre yalnız bırakır, zira polise teslim olur.

Bu konuyla ve oldukça ağır bir tempoda ilerleyen film, bana bir zamanların Yeşilçam filmlerini hatırlattı. Yojin’in babasının durumu öğrendikten sonra sergilediği tutum da dikkat çekici. Töre cinayetlerinin yaşandığı ülkemiz için oldukça sıradışı bir tutum sanırım.

Kim Ki-Duk, Uzakdoğu ülkelerinde önüne geçilemez bir duruma gelen seks batağına biraz farklı bir açıdan bakarken, bize dair sorular da sorduruyor aslında. Ağır tempoya rağmen izlenilmeli.
Yazının Devamını Oku

X Large James Bond

17 Haziran 2005
<B>JAMES BOND </B>etikisinden kurtulmak galiba mümkün değil. Ya onun taklitlerini seyrediyoruz, ya da onunla dalga geçenlerin yaptıklarını. Yani parodisini. xXx 2’yi seyrederken, konusundan işleme tarzına kadar ne bir yenilik bulabildim ne de özgünlük desem çok zalimlik etmiş olmam sanırım.

Konu öylesine bildik ki...

Derin devlet içinde yer alan ve faşist ruhlu eski general, yeni başkanlık sekreteri, 4. Dünya Savaşı’nı çıkarmak istiyor. Gizlice yürüttüğü planları sonrası, başkanı öldürecek ve yerine geçecek. Onun bütün bu planlarının farkına varan ekibimiz (Ice Cube, Samuel L. Jackson, Scott Speedman), generalin adamlarını teker teker öldürerek, planını bozuyorlar.

İşte iki derin devlet grubunun birbiriyle çatışması. Gerçi hangisi daha derin anlayamadım.

Bu general çeşitli işbirlikçilerle kumpas kurup, başkanı öldürecek, yerine başkan olacak. Çünkü başkan barış taraftarı, böylece şahin güvercini öldürecek.

İşte burada yıllardır hapiste olan bir suçlu çıkarılıyor ve bütün işleri başarıyor, başkanı da ölümden kurtarıyor. Bu sefer bu görev Ice Cube’a veriliyor. Filmin başında da xXx’in neden değiştiğini açıklayıveriyorlar. O öldü. Sonundaki, filmin devamı olacağının sinyali ise, ‘yeni yüzler ve yeni yetenekler lazım, birkaç tane var bile’ şeklinde.

Başta da belirtmiştim Bond filmerinin, ajan-aksiyon filmlerinde hissedilir bir ağırlığı var. Bazı filmlerde önyargılı mıyım diye sorsam da, bazılarını izledikten sonra bir Bond tekrarı daha deyiveririm.

xXx 2’yi değerlendirmek gerekirse, XL ebatlarında bir James Bond olmuş, biraz da siyahi. Birbirine çok benzeyen, en gelişmiş teknolojik donanımlar, hızlı otomobiller, bol patlamalı, hızlı kovalama sahneleri olan bir film. Türün bilindik örneği.

James Bond filmlerindeki ‘Bond kızları’ her zaman izleyicilerin dikkatini önemli ölçüde çeker. Bu filmde de bir iki tane olsa da ne yazık ki Bond kızları kadar değil.

Filmdeki belki de en özgün hava, alttan alta kendini hissettiren, ‘Rap’ durumu. Zira yeni ajanımıza, büyüdüğü sokaklardan çeteler de yardımda bulunuyor.

İlk filmin devamını görmek isteyenlere, türü sevenlere tavsiye edebilirim.
Yazının Devamını Oku

Doğu mu Batı mı bu İstanbul

10 Haziran 2005
<B>FATİH AKIN’</B>ın <B>İstanbul Hatırası-Crossing the Bridge </B>filmini önyargılardan arınıp seyredin. Çünkü İstanbul’da yaşayan biri, buranın müziği bu mu diyebilir, sokak çalgıcılarından başka birisi yok mu diye isyan edebilir, bu şehirde başkaları yaşamıyor mu soruları kafanızda dolaşıp durabilir.

Önce bir hatırlatmada bulunmalıyım. Fatih Akın’ın başka filmlerini görmediyseniz, onun Türkiye’ye hatta dünyaya bakışını bilmiyorsanız, Alman ve Türk kimliği içindeki gelgitler konusunda bilgi sahibi değilseniz filmi zor beğenirsiniz.

Belki okur şunu düşünebilir: Her film için bu kadar ön çalışma gerekirse kimse sinemaya gitmezdi. Ben meraklı seyirciyi uyarayım diye bunları yazdım. İstanbul Hatırası’nı eleştirirken, ölçütlerini bulabilsin istedim.

Beyoğlu’nun arka sokakları, sokak çalgıcıları, sokağa ve insana dair felsefe kırıntıları ilginizi çekerse, İstanbul’un bir de bu yanını öğreneyim derseniz, size ilgi çekici gelebilir.

Ne var ki, İstanbul’u sadece çökük yüzüyle, morarmaya başlamış gözaltlarıyla göstermenin eksikliği beni rahatsız etti doğrusu.

Müzik türleri İstanbul’un sesi mi? Çünkü soundtrack’in kapağında ayrıca İstanbul’un Sedası yazılmış.

Varoşlardaki bütün meyhanelerde çalınan müzik, İstanbul’un ses haritasının en büyük adası mı? Basında daha çok İstanbul’un müzikal haritası şeklinde anlatıldı. Hayır. İstanbul’un underground katmanlarındaki fon müziğini daha çok veriyor film. Yurtdışındakilerden farkı ise, bütün farklı türlerine rağmen hepsinin Türkçe yapılıyor olması. Burada insan İstanbul’un Doğu’da mı, Batı’da mı olduğunu kestiremiyor. Tam arası, gerçek bir köprü aslında.

Bir Alman basçıya, Keşan’daki bir düğün şaşırtıcı gelebilir.

İstanbul Hatırası’na biraz daha yumuşak mı yaklaşmalı? Birisi de böyle görmüş deyip geçmeli mi? Arkasında bir felsefe vardır deyip seyirciyi buraya mı yönlendirmeli?

Fatih Akın, önemli bir yönetmendir, üstelik bizim ülkemiz üzerine de düşünüyor. Bu gerekçe bile filmi seyretmemizi zorunlu kılıyor.
Yazının Devamını Oku

Büyük Birader içimizde

3 Haziran 2005
<B>GEORGE ORWELL</B>, Büyük Birader’in bizi gözetlediği saplantısını yaşamımıza çaktıktan sonra, artık her şey bizim için bir şüphe parantezinde yaşanıyor. Son Kurgu (Final Cut) bu denetlemenin, bir çip aracılığıyla nasıl her şeyimizi bilinir hale getirdiğini gösteren bir film.

Kafanızda bir çip varsa ne yapardınız? Bunun hayatınızın her anını kaydettiğini düşünürseniz, rahat biçimde gündelik hayatınızı sürdürebilir misiniz? Yaptıklarınızın hepsinin bir başkası tarafından izlendiğini, bilindiğini, kontrol bile edilebileceğini bilseniz ne yaparsınız?

Bu soruların yanıtını arıyor film.

Ölümden sonra, iyi bir insan olarak anılmayı kim istemez ki, ne var ki yaşam boyu yaptığımız hatalar, günahlar, kabahatler de hayatımızda, anılarımızda yer almalıdır.

Hesap verme duygusu çoğumuzu ürpertir, kötü anları anımsamak da öyle.

Filmi yazıp yöneten Omar Naim, kötü hatıralar ve günahlardan arınma üzerine epey düşünmüş olacak ki, bizlerin de düşünmesi için Son Kurgu’yu perdeye aktarmış. Belki altında günah çıkarma geleneğinin yattığı söylenebilir, ancak bana daha başka şeyleri hatırlattı. Kötü olaylar, başarısızlıklar hep hatırlanırken; başarılar, çoğu güzel şeyler unutulur denir, kısmen doğrudur bu, yoksa kahveye kırk yıl hatır yüklenmezdi.

Yüksek teknolojinin, bizi mutlu ettiği tezi her zaman geçerli midir? Her zaman bazı unutmamamızı engelleyen görüntüler, hayat kırıntıları da bunu engebeli bir yol durumuna sokabilir.

Çocukluktan büyüyünceye kadar, önemli anları, olayları ekrana getirdiğimizde uyumla uyumsuzluk arasında geçireceğimiz sarsıntı, bir daha bulunmamak üzere ruh, beyin, değerlendirme dengemizin kaybına sebep olabilir. Robin Williams, o bildiğimiz hangi rolü olursa olsun hakkını veren oyunculuğuyla temposu biraz düşük bir film olsa da, Son Kurgu’yu hatasız hale getiriyor.

Son Kurgu, teknoloji-insan ilişkileri üzerine düşünmemizi sağlıyor. Ayrıca sinemalarda yeterince aksiyon, polisiye, gerilim... varken biraz durup düşünmemizi sağlayacak bir film.
Yazının Devamını Oku

Büyük Birader içimizde

3 Haziran 2005
GEORGE ORWELL, Büyük Birader’in bizi gözetlediği saplantısını yaşamımıza çaktıktan sonra, artık her şey bizim için bir şüphe parantezinde yaşanıyor.Son Kurgu (Final Cut) bu denetlemenin, bir çip aracılığıyla nasıl her şeyimizi bilinir hale getirdiğini gösteren bir film.Kafanızda bir çip varsa ne yapardınız? Bunun hayatınızın her anını kaydettiğini düşünürseniz, rahat biçimde gündelik hayatınızı sürdürebilir misiniz? Yaptıklarınızın hepsinin bir başkası tarafından izlendiğini, bilindiğini, kontrol bile edilebileceğini bilseniz ne yaparsınız?Bu soruların yanıtını arıyor film.Ölümden sonra, iyi bir insan olarak anılmayı kim istemez ki, ne var ki yaşam boyu yaptığımız hatalar, günahlar, kabahatler de hayatımızda, anılarımızda yer almalıdır.Hesap verme duygusu çoğumuzu ürpertir, kötü anları anımsamak da öyle.Filmi yazıp yöneten Omar Naim, kötü hatıralar ve günahlardan arınma üzerine epey düşünmüş olacak ki, bizlerin de düşünmesi için Son Kurgu’yu perdeye aktarmış. Belki altında günah çıkarma geleneğinin yattığı söylenebilir, ancak bana daha başka şeyleri hatırlattı. Kötü olaylar, başarısızlıklar hep hatırlanırken; başarılar, çoğu güzel şeyler unutulur denir, kısmen doğrudur bu, yoksa kahveye kırk yıl hatır yüklenmezdi.Yüksek teknolojinin, bizi mutlu ettiği tezi her zaman geçerli midir? Her zaman bazı unutmamamızı engelleyen görüntüler, hayat kırıntıları da bunu engebeli bir yol durumuna sokabilir.Çocukluktan büyüyünceye kadar, önemli anları, olayları ekrana getirdiğimizde uyumla uyumsuzluk arasında geçireceğimiz sarsıntı, bir daha bulunmamak üzere ruh, beyin, değerlendirme dengemizin kaybına sebep olabilir. Robin Williams, o bildiğimiz hangi rolü olursa olsun hakkını veren oyunculuğuyla temposu biraz düşük bir film olsa da, Son Kurgu’yu hatasız hale getiriyor.Son Kurgu, teknoloji-insan ilişkileri üzerine düşünmemizi sağlıyor. Ayrıca sinemalarda yeterince aksiyon, polisiye, gerilim... varken biraz durup düşünmemizi sağlayacak bir film.
Yazının Devamını Oku

Güç sizinle olsun

20 Mayıs 2005
<B>GEORGE LUCAS</B>’ın yarattığı belki de yüzyılın efsanesi olarak adlandırabileceğimiz <B>Star Wars/Yıldız Savaşları</B> serisi, unvanına yakışır bir sonla noktalanıyor. Tabii bu son, çekim sırasına göre; yoksa 4-5-6. bölümlerini yıllar önce izlemiştik. Üçüncü Bölüm/ Sith’in İntikamı’nda artık bütün taşlar yerine oturuyor, Sith Lordu Darth Sidious’un kim olduğu, Anakin Skywalker’ın Darth Vader’a nasıl dönüştüğü, Padme Amidala’nın neden öldüğü, ileriki bölümlerde bahsedilen Jedi kıyımının nasıl olduğu ve daha niceleri bu bölümde anlatılıyor.

Seriyi daha önceden bilenler, izleyenler için filmin konusunu kısaca anlatmaya gerek yok sanırım. Hatta filmin hayranları filme öyle bağlılar ki, seriyi izlemeyenlere zaten defalarca anlattıkları için onları da konu hakkında bilgilendirmeye gerek yok. Ancak şunu söylemek gerekir ki, Lucas gerçekten harika bir iş çıkarmış. Zira herkes ne olacağını biliyordu, ancak yönetmenin bu ortak hayali nasıl perdeye aktaracağını merak ediyordu ve ancak bu kadar olurdu diye düşünüyorum.

İlk bölümden itibaren tüm dünyada milyonlarca insanı kendisine hayran bırakan dizi, 4-5-6. bölümlerle iki nesli yetiştirmişti, 1-2 ile yenilerini ekledi ve son bölümle daha birkaç nesli daha büyütecek gibi geliyor.

Teknik yönleriyle, tam bir görsel şölen olarak değerlendirilebilecek Star Wars/Sith’in İntikamı diğer bölümlere oranlara daha karanlık sahnelere sahip, tüm galaksiyi etkileyecek büyük savaşın yaşandığı bölüm olduğu için daha ilk kareden itibaren heyecan seviyesi en üst noktayı buluyor. Filmin sevilmesinde en önemli unsurlardan olan ‘ışın kılıcı’ ile yapılan dövüş sahneleri ise bu bölümde yine izleyenlerin soluğunu kesecek özellikte. Hem serideki en zorlu, hem de en fazla sayıdaki dövüş sahnesini bu bölüm barındırıyor.

Film bittikten sonra içinizde büyük bir coşkunun yanında, garip bir hüzün oluyor şimdiden söyleyeyim. Zira başta da belirttiğim gibi, 20-21. yüzyılın efsanesi burada noktalanıyor ve bunun canlı tanığı olmak biraz üzücü oluyor.

Kesinlikle görülmesi gereken bir film olduğunu belirtmek gereksiz sanırım. ‘Güç sizinle olsun’.
Yazının Devamını Oku

‘Koro’nun trajik sesi

13 Mayıs 2005
<B>HAYATA </B>küsmüş, küstürülmüş, bu yüzden de insanlara ya korkuyla, ya intikam duygusuyla bakan, disiplinle sadizmin karıştırıldığı bir müdürün yönettiği, terk edilmiş çocuklar okulu. Kaderlerinin değişmeyeceğine inanmışlar.

Duydukları iki kelime: etki-tepki. Yani aksiyon-reaksiyon.

Gündüz sınıfta, gece yatakhanede veya sık sık kapatıldıkları hücrede kulaklarında bu iki kelime çınlıyor:

Etki-tepki.

Biliyorlar ki, işledikleri her kabahat şiddetle cezalandırılır.

Müdür, onların sırtından para kazanan, mevkiinin yükselmesini bekleyen, orta sınıf bile olamamış, küçük burjuvadan daha küçük biri.

Bu okula, bir gün bir müzik öğretmeni tayin edilir. Bu öğretmen de hayatta kaybedenler arasında başı çeken birisi. Yalnız daha ilk günden çocukların yaramaz davranışlarıyla karşılaşmasına rağmen, sorunun onlarda olmadığını anlayabilecek seviyede birisi. Çocuklara şarkı söylemeyi öğretir, onlara insan olduklarını, bir şey yapacaklarını, başaracaklarını kanıtlar. Önceleri öğretmenlerini bezdirirler, ama o yılmaz, bıkmaz ve onlara şarkı söylemeyi öğretir.

Ses cinslerine göre onları görevlendirir, her biri bir parti okuyacak ses sanatçısı gibidir. Öğretmen kendi bestelerini onlara öğretir, basittir ama içinde sevgi, vardır. Aslında anlaşılıyor ki çocuklarla beraber öğretmen de mutlu olmaya başlar.

Okullarla ilgili birçok film görmüşsünüzdür. Fransız sineması, sıralarda eriyip giden çocuklarla ilgilenir. Filmin duygusal yönünü bir kenara bıraktığınızda, okullarda çocuklara yöneltilen şiddete dair kuvvetli bir eleştiri ortaya çıkıyor. Tıpkı 400 Darbe’de olduğu gibi.

İlk etapta Ölü Ozanlar Derneği’nin müzikli hali gibi gelebilir size, ama hayır. Her zaman bir öğretmen çıkar, çocuklara insan olduklarını öğretir ama sonunda hep kazanan olmaz.

Çünkü katı kurallar, insanların içindeki komplekslerin eseridir, onu yumuşatacak cesaret yoktur onlarda.

Koro, herkesin görmesi gereken bir film. Ana-babaların, öğretmenlerin, herkesin.
Yazının Devamını Oku