25 Şubat 2005
Çocukluğumuzda kahraman listesinin ilk sıralarındaydı Peter Pan. Unutamadığımız çocuk klasikleri arasında muhakkak yer almıştır, Olmayan Ülke’de yaşayan, iyi şeyler düşündüğümüzde biraz da peri tozuyla uçmamızı sağlayan ve hiç büyümeyen çocuk kahramanımız. Düşler Ülkesi (Finding Neverland) adlı filmde bu sefer Peter Pan değil, Peter Pan’ın babası J.M. Barrie anlatılıyor. Johnny Depp (J.M. Barrie), Kate Winslet, Dustin Hoffman gibi isimlerin yer aldığı filmin konusu kısaca şöyle:
Aslında başarılı ve iyi bir oyun yazarı olan Barrie, son oyunuyla tam bir hayalkırıklığı yaratır, kendisi de istediği oyunu bir türlü yazamamaktan şikayetçidir. Çalışmak için parka gittiği bir gün, dört çocuklu dul bir kadınla tanışır ve hayatını değiştirecek oyunun temelleri atılmış olur. Bu temeli atan, çocuklardan biri olan Peter’dır.
Gerçek olaylardan esinlenilerek çekilen filmde, çocukluğunu yaşayamamış Barrie’nin hayata her zaman bir hayal perdesinin ardından bakması pek çok sahnede gösteriliyor ve bu sahnelerdeki canlandırmalar filmin Peter Pan masalı gibi masalsı olmasını sağlıyor. Film ilerledikçe, Peter Pan’daki pek çok unsuru Barrie’nin nereden esinlenerek oluşturduğunu da görünce yeni bir keşfe çıkmış oluyorsunuz.
Peter Pan’ı sevenlerden biriyimdir, hálá ayrı bir yeri vardır bende, güzel şeylerin düşünüldüğü, insanların yaşlanmadığı bir dünyayı anlatan masalda alttan alta bir hüzün her zaman bende yer etmiştir. Filmde de bu hüzne tanıklık ediyorsunuz ve masalın harcına katılan her unsuru tek tek görebiliyorsunuz. Her ne kadar sona doğru hüznün katsayısı dramatizasyona çıksa da...
Oscar’ın sürpriz adaylarından bir film, özellikle Depp ustaca sergilediği aksanlı konuşması sayesinde ve alışılmışın dışındaki rolüyle iddialı duruma geliyor. Oscar bir yana, hiç yaşlanmayacağınız Düşler Ülkesi’ne tek gidişlik bir bilet almak yerinde olacaktır.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2005
<B>GÖKLERİN HAKİMİ </B>(The Aviator), gerçek bir maceraperest olan <B>Howard Hughes’</B>un gelgitlerle dolu yaşamını anlatıyor. Zirveden en dibe kadar inebilen, keskin tarafları olan yaşamı içinde maraziye varan tutkularının peşinde olan Hughes aslında roman karakteri olacak birisi izlenimi uyandırıyor.
Sinemaya, uçmaya, başarıya, mükemmele olan bağlılığı, belki filmi ilgi çekici kılan özelliği. Leonardo DiCaprio’nun da çoğunlukla başarılı oyunu ve mimiklerdeki detayı bile verebilmesi artıları içinde başı çekiyor.
Hughes’un en büyük tutkusu havacılık ve bu uğurda, hayatından bile vazgeçmeye hazır bir insan, çocukluğunda annesinin etkisiyle ortaya çıkan titizlik hastalığı ise karakterindeki maraziliği en iyi açıklayan unsur gibi geliyor.
Amerikan havacılık tarihinde önemli bir yeri olan Hughes’un hayatının yanında anlatılan havacılık tarihi ve dönen dolaplar da filmde işlenen unsurlar içinde. Martin Scursese bunu New York Çeteleri filminde de alttan alta işlemişti ancak anlayamadığım bu kadar süre içinde böyle mesajları neden çok kısa bir zamana sıkıştırıp, diğer konularda da tempoyu monotona vardıracak kadar tekrara gitmesi. Zira senatörün aslında bir özel şirket uşağı olduğu anlaşılıyor ama o kadar.
Howard Hughes görkemli, her alanda birinci olmayı seven, bu uğurda yaşamı hiçe sayan biri. Daha çocukluğunda gelecek yolunu kendisi için çiziyor. Her şeyin ilkini ve en büyüğünü başarabilmek tutkusu. Hughes çocukluk hayalinin peşinden hayatı pahasına ilerleyip bunu gerçekleştiriyor, bakalım Scorsese peşinden koştuğu Oscar hayalini bu sefer gerçekleştirebilecek mi?
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2005
GÖKLERİN HAKİMİ (The Aviator), gerçek bir maceraperest olan Howard Hughes’un gelgitlerle dolu yaşamını anlatıyor.Zirveden en dibe kadar inebilen, keskin tarafları olan yaşamı içinde maraziye varan tutkularının peşinde olan Hughes aslında roman karakteri olacak birisi izlenimi uyandırıyor. Sinemaya, uçmaya, başarıya, mükemmele olan bağlılığı, belki filmi ilgi çekici kılan özelliği. Leonardo DiCaprio’nun da çoğunlukla başarılı oyunu ve mimiklerdeki detayı bile verebilmesi artıları içinde başı çekiyor.Hughes’un en büyük tutkusu havacılık ve bu uğurda, hayatından bile vazgeçmeye hazır bir insan, çocukluğunda annesinin etkisiyle ortaya çıkan titizlik hastalığı ise karakterindeki maraziliği en iyi açıklayan unsur gibi geliyor. Amerikan havacılık tarihinde önemli bir yeri olan Hughes’un hayatının yanında anlatılan havacılık tarihi ve dönen dolaplar da filmde işlenen unsurlar içinde. Martin Scursese bunu New York Çeteleri filminde de alttan alta işlemişti ancak anlayamadığım bu kadar süre içinde böyle mesajları neden çok kısa bir zamana sıkıştırıp, diğer konularda da tempoyu monotona vardıracak kadar tekrara gitmesi. Zira senatörün aslında bir özel şirket uşağı olduğu anlaşılıyor ama o kadar.Howard Hughes görkemli, her alanda birinci olmayı seven, bu uğurda yaşamı hiçe sayan biri. Daha çocukluğunda gelecek yolunu kendisi için çiziyor. Her şeyin ilkini ve en büyüğünü başarabilmek tutkusu. Hughes çocukluk hayalinin peşinden hayatı pahasına ilerleyip bunu gerçekleştiriyor, bakalım Scorsese peşinden koştuğu Oscar hayalini bu sefer gerçekleştirebilecek mi?
button
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2005
<B>OCEAN’S ELEVEN’</B>ı izlemiştim, Ocean’s Twelve muhakkak görülmesi gereken bir film oldu birdenbire. İlk filmdeki yıldızlar karmasına eklenen yeni yıldızlar, ilk filmdeki başarılı aksiyon ve insana adrenalin yüklemesi yapan sahneler hatrına görülmesi gereken bir film oldu Ocean’s Twelve.
Yeni film daha doğrusu yeni soygunlar Avrupa’da geçiyor. Avrupa’nın bütün polis birimlerini ayağa kaldıran, pek çok sanat eserini çalmış olan soylu hırsız ‘Gece Tilkisi’ ekibimize meydan okuyor ve aynı zamanda kumarhane sahibi Bennedict’e de tek tek yerlerini bildirerek 1. kuralı ihlal etmiş oluyor. Şimdi aynı eseri çalma yarışına giriyorlar ve ilk çalan en büyük hırsız olacak...
Şahsen böyle bir devam konusu bulunabilmişken ve kadroya katılan yeni yıldızlar gibi iddialı bir malzemen varken işin eğlence tarafının daha çok önemsenmesi hayal kırıklığına uğrattı beni. Eğlence dediğime bakıp daha ne olsun demeyin, zira ekip çekim sırasında kendisi öyle eğlenmiş ki bu filmde de ortaya çıkıyor. Julia Roberts’ın kısa bir süre Julia Roberts’ı oynaması ve Bruce Willis’in aktör kimliğiyle perdede karşımıza çıkması ilk etapta eğlendiriyor ama senaryo içinde pek de gerekli görmüyorsunuz.
İlk filmdeki gerilimi en iyi sağlayan unsur, soygunun büyük kısmını beraber yaşamamızdı, oysa bu filmde pek çoğunu daha sonra anlatılanları dinlerken, hızlı çekim izliyoruz; aksiyonun ilk filme oranla düşük olmasının bence en önemli sebebi bu olmuş. Ülkemizde tartışılan konulardan biri olan, tanınmış kadroyla sağlanan gişe başarısına en iyi örneği bu film verecek gibi görünüyor.
İkinci filmde de ortaya çıkıyor ki, büyük soygunları yapan başarılı çetemizi harekete geçiren, özellikle mekan seçiminde etken faktör kadınlar. İlk filmdeki Tess aşkı bu kez Isebal aşkı şeklinde karşımıza çıkıyor. Artık üçüncü filmde kimin uğruna neresi soyulacak göreceğiz bakalım.
Kadro hatırına, ilk filmin hatırına ve bu sefer daha uzun görünen Brad Pitt hatırına izlenecek ve umarım eğleneceğiniz bir film, çünkü kadro eğlenmiş.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2005
BİRAZ geç kalsam da sonunda izleme fırsatı buldum Gönül Yarası’nı. Peşini de asla bırakmazdım zaten. Filmde Timuçin Esen’in canlandırdığı saplantılı karakterin sevdiği kadının peşini bırakmayışı gibi nerede gösterilse oraya mutlaka giderdim.
Her şeyden önce Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisinin benim nezdimde sonsuz kredisi vardır. Eşkıya’yı da sevmiştim ama asıl beni etkileyen çalışmaları Muhsin Bey olmuştu.
Hiç yüzümü kara çıkarmadılar şimdiye kadar.
Gönül Yarası da çektikleri çıtayı aşağıya indirmeyen bir film olmuş.
Doğu’da öğretmenlik yapan ve 15 yıl aradan sonra ancak emekli olunca İstanbul’a dönen Nazım (Şener Şen) ile pavyonlarda şarkıcılık yapan Dünya’nın (Meltem Cumbul) ‘vicdan’ kavşağında yollarının kesişmesinin hikayesi.
İdealist bir öğretmen Nazım. Bütün hayatını eğitimini üstlendiği çocuklara adamış ama bunu yaparken kendi çocuklarını ihmal etmiş. Bedel olarak da yalnızlık kalmış kendisine. Oğlunun adı Memet, kızınınki ise Piraye. İsimler bile onun dünyasının şifrelerini veriyor seyirciye.
Psikopat ve alkolik kocasından kaçan Dünya’ya yardım etmesi sadece bir acıma duygusu olabilir mi?
Filmin ilk yarısı ağır bir tempoda gitse de klasik Yeşilçam melodramlarına göndermelerle dolu ikinci yarı hayli sürükleyici.
En çok hoşuma giden sahne ise bir türkü barda Kürtçe türküye ağlayan Dünya’nın, Nazım’ın; ‘Kürtçe bilmiyorsun ki niye ağlıyorsun bu türküye’ sorusuna verdiği cevap oldu.
‘Bu türküye ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek yok ki.’
Ben filmi izlediğim için mutlu ayrıldım salondan.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2005
Türk İşi Ekşın. Hırsız Var filminin yapımcılarının sloganıydı. Çok doğru olmuş. Filmin konusuna, kısa özetine gerek yok, ancak belirtmek gerekir ki filmin içindeki eleştiri okları tam yerlerine varıyor. Mafya dünyası, mankenler, sosyete camiası ve özellikle medya, memleketimizin güncel hadiseleri inceden alaya alınıyor. Filmde alaya alınmayan, bir tek izleyiciler oluyor. Çünkü gerçekten iyi bir film.
Türk filmlerini seyredenlerin bazen zalim eleştirilerine çok kızarım. Amerikan filmindeki ekşını, olaylar zincirini görüp heyecanlananlar, bizim filmlerde işin sadece gülünç yönünü görüp, yapmacıklıkla suçluyorlar. Bu film sayesinde bundan kurtulacağımızı ümit ediyorum.
Hırsız Var, bu türdeki Amerikan filmlerinden doğrusu aşağı kalmıyor, konu örgüsüyle de, oyuncuların başarısıyla da seyredilebilir bir film çıkmış ortaya. Otomobil sahneleri illa mukayese etmek gerekirse Amerikan sinemasını aratmayacak seviyede, ben çok beğendiğimi rahatlıkla söyleyeceğim. Arada ustaca işlenmiş komedi unsurları, basit parodi değil türün iyi bir örneğinde bulunacak türdendi.
Elbette Halûk Bilginer’in modacı, stilist rolündeki performansı övülmeye değer. Mehmet Ali Erbil ekranlardan tanıdığımızın aksine bir karakteri başarıyla çizmiş. Birol Ünel, Gamze Özçelik, Gülse Birsel, Dost Elver, Fatih Akın filmin başarısına katkıda bulunuyorlar.
Sosyetenin doğum günü partisini seyrederken doğrusu çok güldüm, magazin basınında gördüğüm fotoğrafları hatırladım, havuz partilerini düşündüm. Havuz partisindeki düşme daha sonrası atlama çılgınlığı, en ince ve sivri iğnelerden birisiydi sanırım.
Yönetmen Oğuzhan Tercan ‘ekşın’ gibi önemli bir yükün altına girmiş ve ne yalan söyleyeyim işin altından başarıyla kalkabilmiş. Gerek tekniğiyle, gerek oyuncu seçimiyle, gerekse kurgusuyla... Pek hoşlanmadığım tür içinde beğendiğim bir yerli örneği izlemek, ilerideki ‘usta işi ekşın’ için ilk adımın atıldığının bir göstergesi sanırım.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2005
DISNEY Stüdyoları Kayıp Balık Nemo’dan sonra yeni bir macerayla hem de her anlamıyla macerayla yine beyaz perdede. The Incredibles /İnanılmaz Aile bizi, süper güçleri ve göz alıcı kostümleriyle serüvenden serüvene koşturuyor.
Bob, Helen ve dostları Lucius bir dönem kahramanlıkları ve süper güçleri ile dünyayı çeşitli kötülüklerden korurlar, ancak daha sonra aleyhlerinde açılan davalar sonrası süper güçlerini kullanmamak zorunda bırakılırlar. Tabii geçen zamanda çoluk çocuğa karışıp mutlu bir aile olurlar. Çocukları Dash, Violet ve birkaç aylık bebekleri de süper güçlere sahiplerdir ancak onlar da bu yasağın içindedirler. Artık normal bir aile olmak zorundadırlar. Tabi asıl süper güçlerini bunun için kullanmak zorundalar. Zira kötülüklerle dolu dünyada süper olmadan yaşamak en zor iş olsa gerek.
Film daha doğrusu çizgi-animasyon, macera filmlerinin o olmazsa olmazına tamamen sadık kalıyor, macera başladıktan sonra film bitene kadar dinmeyen bir koşuşturma içine alıyor sizi. Kötü adamın gerçek bir ‘kötü’ olması da yine artılardan birisi. Özellikle ilk kötülerden ‘Ming’ (bkz. Flash Gordon) edasıyla söylediği, ‘herkes süper kahraman olduktan sonra kimse süper kahraman olamayacak’ sözü tam bir kötüye yakışır ihtirası taşıyor.
Başta özellikle belirttiğim kostümlerin tasarımını ise Edna Mode yapmış. Kendisi bu süper filmin belki de en süper karakteri. Çünkü temsil ettiği karakteri belki de en iyi yansıtan kahraman olmuş. Eh yaptığı tasarımlar da işinde ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi sanırım.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2005
BİR imparatorluğun kurulması mı esas konu? Yoksa tek tek insanlardan daha önemli olan dünyanın ne olacağı sorusu mu? Amaç imparatoru öldürerek intikam alabilmek mi, yoksa yeni bir dünyayı sağlayabilmek mi?Hero/Kahraman filmi daha pek çok soru sordurabiliyor insana, bir hikáyeye ne kadar çok şey karışır ve zamanla asıl tutkuyu aşan olaylar eklenir. Aşk bile insanı biraz olsun keskin hatlarından arındıramaz mı, belki de hayır.Amerikan filmlerinden tanıdığımız Jet Li, Aşk Zamanı filminde performanslarına hayran kaldığımız Maggie Cheung ve Tony Leung, tabii diğer oyuncularla beraber, bir Çin anlatısının ustaca beyazperdeye aktarılması filmin en önemli özelliklerinden.Doğu imparatorluklarının içinde, özellikle Çin ve Japon kültüründe dövüş sadece kaba kuvvetten oluşan bir şey değil, içinde bir felsefenin, öğretinin bulunduğu bir kavramdır. Kaplan ve Ejderha filminde de görüp kimimizin beğendiği, kimimizin abartılı bulduğu, geleneksel olarak değerlendirilen, Çin sinemasının vurdulu kırdılı sahnelerine eklenen uçtulu kaçtılı hareketler bu filmde adeta bir sahne şovuna dönüştürülmüş. Renklerin uyumu, çekimlerdeki fotografik güzellik, fondan bizi sahnenin içine alan müzik, kılıçlarla beraber yapılan bir baleyi andırıyor. Dövüş sahneleri, onların bir ölüm dansını andıran ritmi, Doğu’nun bütün insan dünyasını büyük ölçüde özetler. Hero’da yer alan sahneler de bunun güzel örneklerinden birisi. Aşka rağmen vazgeçilmez olan intikam arzusu ve intikam almayı yıllarca kurmuşken insanlık için bu gayeden vazgeçmek... Film içinde alttan alta verilen o kadar çok şey var ki, tek tek saymaya çalışmak yeterli olmayacak. Kahraman, insanın, özellikle Uzakdoğu insanının gerçekten karmaşık, içe kapalı dünyasını ustaca veriyor. Başta sordurduğu sorulara sonda şunu da ekletiyor: Acaba öldürünce mi kahraman olunur, yoksa öldürmeyince mi?
button
Yazının Devamını Oku