Hangi sistem söz konusu olursa olsun; benim beklentim, hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir demokratik rejimdir. Şunu da ekleyeyim: Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu böyleyken; hangi sistem gelirse gelsin, demokratik bir işleyiş sağlanamaz.
ABD örneğine bakarsak… Oradaki başkanlık sisteminin en dikkat çekici özelliği, bir “siyasi parti kimliği”nin öne çıkmaması. Yani bizdekiyle kıyaslanabilecek bir “herşeye kadir bir parti liderliği” ve bir “parti merkezi”nden söz etmek mümkün değil.
ABD Başkanı Obama, parti liderliğinden başkanlığa gelmedi… ABD'de, Demokrat veya Cumhuriyetçi Parti başkanlarının adlarını çoğu insan bilmez. Başkanlık için yarış; yıllar önceden, partilerin senatör, milletvekili veya valilerinin arasında gelişir; yani adaylar genelde “parti liderliği” içinden çıkmaz. Zaten, bizdeki yerleşik anlamıyla “parti liderliği”nden söz etmek de çok mümkün değildir.
Otoriter parti rejimi
Derinleşen gerilimin, köklü sosyolojik nedenleri olduğu gibi, güncel nedenleri de bulunuyor.
Bazı çevreler var… Siz hangi niyetle konuşursanız konuşun, yazarsanız yazın; eğer onlarla örtüşmüyorsanız, öfkeli tepkileriyle karşılaşıyorsunuz.
Kürt sorunu, köklü bir demokrasi sorunu olarak, uzun dönemli bir sorun. Demokrasi içinde çözemezseniz, kangren haline gelir.
Bölgedeki insanlar için, "Devletin ya da örgütün baskısından uzak, özgür, hak ve hukukun tanındığı bir hayat kurmalarını arzu ediyorum." ifadesini kullanıyorum.
Buradan, “devletin bölgede yaptıklarını göz ardı etmek” gibi bir sonuç çıkmaz… Meselenin "terör boyutu"na indirgenerek, bir "temizlik" siyasetiyle hareket edilmesi, normalleştirilemez…
Herkesin o “savaş”ı yürütenlerle birlikte barikatların arkasına geçmesi gerektiğini savunuyor. Yazdıklarının bir bölümünü paylaşmak istiyorum:
“(...)Onlarca yıl bedeller ödeyerek verilen demokrasi mücadelesi Türkiye'de artık sınır noktasına geldi dayandı ve patinaj yapmaya başladı.Geleneksel devletin bekası ve bölünme paranoyası esneyecek mi, kırılacak mı?(...)
AKP'nin demokratikleşme diye bir derdinin olmadığı anlaşılmadıysa ve biz bunu hala göremiyorsak "yetmez ama evet demeye" devam ederek niyetimiz ne olursa olsun zalimin yanında yer alıyoruz demektir.(...)
Bir yanda kendi ideallerini-islam toplumu-nu gerçekleştirmek için toplumsal yaşamı ve eski devlet aygıtını adım adım değiştiren bir iradeyi 'aklımızca' durdurmaya çalışmak suya yazı yazmak kadar beyhude bir çabadır.
PKK'yı da “silahları susturmaya” davet ediyordu.
Sonra ne olduysa oldu, tutumlarını değiştirdiler. Hendekleri bir “direniş biçimi” olarak selamladılar.
Silahların patladığı ve çatışmanın tırmandığı, siyasi gerilimin had safhaya ulaştığı bir ortamda; çok önceden hazırlandığı belli olan (tıpkı önceki özyönetim bildirileri gibi) bir "özerklik" bildirisiyle ortaya çıktılar.
Çözümün adresi devlet
Necdet Saraç, sosyalist bir gelenekten geliyor. Uzun yıllar Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu'nda yöneticilik yapan Saraç, YOL TV'nin kurucuları arasında yer almış bir isim.
Bu girişi yapmamın sebebi, Necdet Saraç'ın gündemdeki anayasa arayışları ile ilgili tutumu. Necdet (“sol”daki bir eğilimi yansıttığını düşündüğüm görüşlerine) şöyle başlıyor:
"Lafı dolaştırmaya gerek yok; Bu AKP ile demokratik anayasa yapılamaz!"
"Başta CHP olmak üzere, demokrasi güçleri bu gerçeği artık görmeli!(...)
"Cizre'de1 polis şehit, 5 yaralı...", "Cizre'de 12 terörist öldürüldü." " PKK, şiddeti şehirlere yayacağı tehdidinde bulundu."
Yeni yıla da ölüm ve çatışma haberleriyle girdik. Bu gidişle sürecek gibi görünüyor.
Çoğu tanıdık, onlarca insan yılın son günü Diyarbakır'daydı.
Rakel Dink, çatışmaların hemen yanıbaşında çaresizlik içinde haykırıyordu: "Toprak kana doymaz, yeter demeye geldik, her tarafa sesleniyoruz: Bunca acı yeter. Lütfen her tarafa seslenmeye geldik. Kardeşçe, insanca Meclis'te konuşun demeye geldik. Bırakın insanlar eceliyle ölsün. Ancak o zaman insanların ardından ayinler de kıvamında olur acılar da..."
Evet çatışmalar sürüyor, ölümler, yıkımlar sürüyor. Nerede duracağı bilinmeyen, nasıl sonuçlanacağı kestirilemeyen, sürdürülmesi mümkün olmayan bir felaket döneminden geçiyoruz.
O toprakların çektiği acıları, yaşadığı haksızlıkları ve de son yıllarda iğneyle kuyu kazarak kazanılan başarıları yakından izleyen birisi olarak, "ne yapılabilir?" sorusunu kendime, aynı psikolojiyi ve hassasiyetleri paylaştığım arkadaşlarıma soruyorum.
"Bir yolu olmalı..." Kaybettiğimiz akla yeniden dönebilmek için bir ipucu bulmalıyız.
Ama ben iyimserler grubundanım. Yeni yıla umutla girmek istiyorum.
Örnek vermek gerekirse… Davutoğlu-Kılıçdaroğlu buluşmasını, “yeni bir başlangıç” olarak değerlendirmekten yanayım. İki lider, yeni bir anayasa yapmak konusunda, birlikte hareket etmeye karar verdiler. 12 Eylül darbe anayasasına son vermek konusunda mutabakat var.
Umuyor ve bekliyorum: Belki, iki parti liderine, diğer iki partinin (MHP ve HDP) liderleri de katılır; ve ilk kez toplumsal mutabakatla "milletin anayasası" ortaya çıkarılabilir.
Şimdiye kadarki anayasalar, genellikle olağanüstü şartlarda oluştular. 1876, 1921, 1924, 1960 ve 1982 anayasalarının tamamı, devlet merkezli bir anlayışla kaleme alındı. Bununla birlikte; “1921 Anayasası”, farklı bir ortamın ürünü olduğu için, içeriği itibarıyla halkçı vurguları güçlüdür. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesini, özerk bölgeler kurulmasını, önüne hedef olarak koyar.
Kürtlerin kendi kendilerini yönetmek istemeleri halinde nasıl bir durum ortaya çıkacak?
“Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”; özellikle 19. yüzyılın sonlarında ve 20.yüzyılın başlarında dünyanın gündemini uzun süre meşgul etti. ABD Başkanı Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni düzen kurulurken, bu ilkeye dikkat çekmişti.
Sovyet tecrübesi
Sovyetler Birliği'nin kurucusu Lenin de, bu mesele üzerine kitaplar yazdı. Lenin’in perspektifi Wilson’dan farklı olsa da, tartışma aynı tartışma…