Tan Taşçı da bu yoruma şöyle bir giriş yaparak yanıt veriyor:
“Öncelikle size sakin bir yaşam dilerim. Bazı suçlayıcı, düşüncesiz argümanlarınız olmuş...”
Daha sonra Tan, sahneye neden geç çıkıldığına dair açıklamasını yapıyor.
Final cümleleri ise şöyle: “İki kez terden kıyafet değiştirdim. Nefes aldım. Seninle birlikte mağdurluk doğmaması adına 15 dakika beraber bekledim diye bu sağlıksız şiddeti ne ben ne de organizasyon ekipleri hak etmiyor. Önce emeğe saygıyı öğreneceksin ki, daha fazla emek göreceksin. Ben sizi kaybederim, kazanırım pek takılmam. Ama sen analiz ederek yaşamıyorsun. Bu ciddi bir sorun. Eğer randıman alamazsan, yaşıyor bile sayılmazsın haberin olsun!”
Tan Taşçı’nın yanıtı her açıdan über sorunlu:
◊ “Emeğe saygıyı öğreneceksin ki, daha fazla emek göreceksin” şeklindeki aşırı buyurgan ve otoriter cümle hem “siz”i es geçip direkt “sen”e geçmesiyle hiç olmamış hem de alt metninde tehditvari, küçümseyen bir içeriğe sahip.
Nedense bizde “emek eleştirilince” karşı taraf hemen “emeğe saygı yok” kalkanını çıkarır ve eleştiriniz bir anda geri seker, konu bağlamından sapar ve dramaya dönüşür.
Bir dönem Paris ve İstanbul’u birleştirmiş bu tren, lüks seyahat kavramının başlangıç noktalarından.
Orient Express vagonları 1883’ten I. Dünya Savaşı’na kadar sayısız diplomat, aristokrat, sanatçı ve kraliyet mensubu ağırlamış. Hatta I. Dünya Savaşı’nı bitiren anlaşma bile bu trenin 2419 numaralı vagonunda imzalanmış.
Nitekim bu anlaşmadan sonra Orient Express seyahatleri tarihe karışmış ve trenin vagonları farklı ülke ve müzeler tarafından korunmaya alınmış. Ta ki son yıllara kadar...
Orient Express ruhunu yaşatan ilk marka, Venedik’teki Cipriani Oteli başta olmak üzere dünya üzerinde çok sayıda oteli bulunan Belmond Hotel grubu.
Belmond’un 1998’de başlattığı Venice Simplon-Orient-Express (kısaca VSOE), Paris’ten İstanbul’a uzanan ve beş gece süren ikonik rotasını yılda sadece bir kez gerçekleştiriyor.
Ve işte bu ikonik tren çok özel bir gala yemeği için önümüzdeki hafta çarşamba bir geceliğine İstanbul’a geliyor.
GALA YEMEĞİNDE
Gözleri çapaktan daha tam açılmamış üç arkadaş koştur koştur Bodrum Cruise Port’a gelmişiz, ama heyhat, yanlış yerdeyiz.
Meğer bizim Kos feribotu buradan değil, Bodrum Kalesi’nin oradaki limandan kalkıyormuş.
Şansa taksi buluyor ve aynı koştur tempoda kaleye varıyoruz.
Orada da çılgın bir kalabalık var.
“Daha durun” diyorum arkadaşlarıma, “Bunun bir de Kos’ta pasaport sırası var”.
Hedef, Patmos adası.
Ve Kos’ta iner inmez Patmos feribotuna binmek için -yine- limanın öbür ucuna koşturmak zorundayız.
Şahika bu başarının öyle kolay olmadığını Instagram’ından şu sözlerle de açıkladı:
“Tüm sene yaptığımız antrenman ve yarışma masraflarını zar zor karşılayabiliyoruz. Yarışmada kırık paletle yarıştım. Son dalışımda Japon milli takımından arkadaşımın, ayağıma küçük gelen paletini ödünç alarak yarışmak zorunda kaldım. Başımda bir antrenörüm yoktu, çünkü böyle bir bütçemiz yoktu.”
Şahika’nın tek başına verdiği mücadeleye ve su altı tutkusuna her daim hayran biri olarak onunla geçtiğimiz aylarda yaptığımız konuşmadan bir kesiti burada aktarmak istedim.
Onun müthiş azmi hepimize motivasyon olsun, daha çok örnek alalım diye...
HER BİR DALIŞ YENİDEN DOĞUŞ!
■ Sizin gibi serbest dalış sporcusu olan Guillaume Nery, “Derin bir sükunet haline erişene dek dalıyorum. O noktaya kadar suyun kuvvetine karşı mücadele veriyorum. Dibe eriştiğimde ise durumu kabullenmiş bir şekilde sükuneti buluyorum” der. En merak ettiğim şey o sükunet hali! Her seferinde farklı mı oluyor? Deneyiminizi merak ediyorum...
- Her seferinde ve herkes için farklı olduğuna eminim. Benim için her bir dalış yeni bir serüven, yeni bir deneyim, yeniden doğuş! Suda metrelerce derine inerken tamamen teslimiyet, güven, yüzde yüz odaklanma ve keyif almayı seçiyorum. Derin bir meditasyon hali ama aynı zamanda tamamen uyanık ve yüksek bir sportif performans gerektiren bir süreç.
Onlardan biri de uçuşa 45 dakika kala mutlaka havalimanında olmak.
Hatta check-in yapmadıysanız en temizi 1 saat önce orada olmak.
Nitekim bir kez uçuş yapan bile bunu bilir. Çünkü akılda tutulamayacak bir şey değildir.
Geçtiğimiz günlerde bir oyuncu, İlayda Alişan, uçuşa 40 dakika kala uçağa alınmadığını, 45 dakika kuralını ilk kez duyduğunu anlattığı bir paylaşım yapmış.
“2. Sayfa”nın hesabında gördüm ve hayretler içinde izledim.
Oyuncu, bu kuralı ilk kez duyduğu yetmiyormuş gibi, bir de 45 dakika konusunu tekrar tekrar anımsatan görevlinin üslubundan şikâyet etmiş.
Dahası, “Uçak burada, kalkmadı” diyerek, koskoca uçağa yoldan minibüs çeviriyormuş muamelesinde bulunmuş.
Ama Disney Plus ve “Atatürk” dizisinin kaldırılması konusuyla ilgili soruya verdiği yanıtı beğenmedim. Yanıt şöyleydi:
“Konuyla ilgili fikrimi beyan etmek isteseydim, sosyal medya hesaplarımdan yapardım. Biliyorsunuz beni, konuşurum, çok da susan biri değilim. Ama bu sorunuzu nazikçe reddetmek istiyorum. Mevzu bahis Atatürk olduğu zaman ben Ata kızıyım zaten. Çok fazla altını çizmeye gerek yok diye düşünüyorum.”
Bu yanıtta çok fazla iletişim hatası var:
1. En başta, “İsteseydim kendi hesabımdan fikir beyan ederdim” cümlesi olmamış.
Bu cümle, soru soran kişiyi ‘mecra’ olarak görmemek, ciddiye almamak anlamına geliyor. Madem öyle, o zaman hiç röportaj vermemek, karşısındaki muhabirleri görünce geri çevirmek gerekiyor. “Ben her şeyi sosyal medyadan açıklıyorum” deyip geçmek en güzeli.
2. “Mevzubahis Atatürk olduğu zaman ben Ata kızıyım zaten” cümlesi de sorulan sorunun yanıtı değil. Evet, konu hassas. Ama bu hassas konuya verilen ya da verilmek istenmeyen yanıtın cümlesi de bu kadar “geçiştiren türden demagoji” olmamalıydı.
Çok politikacı yanıtı olmuş bu.
“Denizler herkesin, denize girmek için şezlong ve şemsiyeye para vermek zorunda değiliz.”
Dahası, bu protesto vesilesiyle plajlara toplu halde insanların geldiğini, ellerinde pankart taşıdıklarını ve imza kampanyası başlattıklarını...
Gerçekleşmesi hayli zor bir fantezi değil mi?
Oysa aslında doğru, denizler herkesin.
Bunu da yıllardır layıkıyla yanı başımızdaki Yunanistan uyguluyordu.
Ama orada da işler -bizdeki kadar çılgın olmasa da- rayından çıkmaya başlamış ve bu yüzden “havlu hareketi” denilen eylem başlamış.
Bu eylemlere katılanlar her geçen gün daha fazla plajın işletmecilerce işgal edilip şezlongların yüksek fiyata kiralanmasına karşı çıkıyor.
Mesela Paros Adası’nda başlayan protestolar sırasında onlarca kişi “Sahilleri geri alın” yazılı pankartlarla yürümüş.
Sıcağın tüm ağırlığına inat kendimi sokağa attığımda karşılaştığım şey yine nem oldu:
Yolda gördüğüm beş tanıdıkla yanak yanağa öpüşmenin kaygan zemin bir sonucu olarak...
Neyse ki, gecenin ilerleyen dakikalarında karşılaştıklarıma “Öpüşmesek mi?” diyebildim.
İnsan yaş aldıkça “hayır” demeyi öğreniyor, muhteşem kazanç.
İlk durak Bebek Otel.
Bebek Otel’in önce rooftop’ına çıkıp Boğaz’daki esintiden nasiplendim, sonra alt kata inip “kim var kim yok” tespiti yaptım.
Bebek Otel’in bu iki katı iki ayrı dünya aslında.
Alt kat İstanbul’un ağır topları: İş-spor ve medya dünyasından figürler ve onlar gibi olmak isteyen hevesliler.