13 Ekim 2010
DÖNDÜ dolaştı “Bedelli askerlik” yine gündeme girdi. Çünkü bir gazeteye göre “Bedelli askerlik hemen çıkabilir”miş. Bunun üzerine Başbakan Tayyip Erdoğan bir açıklama yaptı. “Öyle de olur böyle de” türü bir üslup da kullanmadı. Kendisinin hiçbir zaman, “Bedelli askerliği çıkarma sözü vermediğini” söyledi. Erdoğan orada kalmadı:
“Halkoylaması öncesinde böyle bir taahhütten bahsediyorlar. Böyle bir şeyi hiçbir zaman söylemedim. (...)” dedi.
TSK’nın bu konudaki tavrı da net.
Özetle diyorlar ki, “Türkiye’nin koşulları bedelli askerlik uygulamasına geçmeye uygun değil. Çünkü böyle bir modeli düşünebilmek için öncelikle yıllardır süren ‘terör’ün bitmesi lazım. O bitmeden bedelli askerliği kabul ederseniz, teröre karşı mücadelede görev verdiğiniz askerlere -ve elbet onların ailelerine- karşı haksızlık yapmış olursunuz. Askerlik çağı gelmiş bir genci, riskin en yüksek olduğu bölgelere gönderip ötekine ‘Ver parayı, kurtar canını’ demiş olursunuz.
Kaldı ki Türk Silahlı Kuvvetleri hâlâ, eğitim sürecinde olmak, sağlık sorunları yaşamak, yurtdışına yaşamak vb. yasal olanaklardan yararlananlar yahut yasaları çiğneyenler yüzünden yeter sayıda genci silah altına alamıyor. Bunlara bir de üç yıl süreyle yurtdışında çalışmış olanlara tanınan istisnayı ekleyince, Bedelli Askerlik uygulama olanağı kalmıyor.”
Baştan belirtelim. Yukarıdaki özet, resmi makamların beyanını değil, bizim bu konuyu görüştüğümüz yetkililerin söylediklerinden bizim toparladıklarımızı yansıtıyor. Yani içinde hata varsa, bize aittir.
Ama asıl mesele bizce başka:
Türkiye’de belli ki bir “bedelli askerlik” lobisi var. İyi örgütlenmişler. Denenler doğru ise 40 bin kadarmışlar. Nereye başınızı çevirseniz karşınıza çıkıyorlar. O yüzden sanki kamuoyunu işgal eden böyle bir sorun varmış gibi göstermeye çalışıyorlar.
Oysa Türkiye’nin böyle bir sorunu yok. Daha doğrusu Türkiye’nin ele alması gereken ve çözmesi gereken sorunları “öncelik” sıralamasına koysanız, bu konu en sonlarda kendine bir yer ya bulur ya bulamaz.
Örneğin 300 bin öğretmen iş arıyor. Onlara 2002 seçim kampanyasında özetle:
“Yüz binlerce öğretmen iş ararken okullarımızda pek ders boş geçiyor. Biz iktidara gelince o öğretmenleri hemen işe alacağız ve derslerin boş geçmesini önleyeceğiz” diyen Tayyip Erdoğan henüz o sözünü tutamamışken “bedelli askerliği” uygulamak haksızlık olmaz mı?
Dahası, “bedelli askerlik” talebini ileri sürenler bunu kendileri açısından “mantıklı” bulabilirler. Ama bu talebin genel kamuoyuna fevkalade “çirkin” göründüğünü bilmeliler.
“Bedelli askerlik” neresinden bakarsanız bakın Osmanlı’nın “İstanbul doğumlular askerlik yapmaz, gayrimüslimler askere alınmaz” türü yanlışını günümüze taşıyor.
Haklı bir talepten çok ‘tuzu kuru’ların bir imtiyaz talebi oluyor.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2010
BUNA “beklenen” mi oldu demek doğru, “beklenmeyen” mi, insan tereddüt ediyor, en kesin ifadeyle söylenebilecek olan var: Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) Danıştay ve Yargıtay’dan seçilerek bu göreve gelen üyeleri, yargı ve hukuk tarihimizde unutulmayacak bir eyleme birlikte imza koydular. Kamuoyunun karşısında geçtiler ve “Aldığımız bireysel kararlar sonucu, görevimizden topluca istifa ediyoruz” dediler.
Namık Kemal’in sözleri kendi eylemine ne kadar uygundu, tartışılabilir ama, onun “Çekildik izzet-i ikbal ile Bab-ı hükümetten” sözüne en uygun eylemi yaptılar.
Bu satırları yazarken oturup hukuk ve yargı tarihimizin yapraklarını tek tek açarak “Yargıçlarımız görevlerinin ve konumlarının haysiyetini korumak için topluca istifa etmişler miydi?” diye bir araştırma yapmış olduğumuzu iddia etmiyoruz.
Ama bizzat tanığı olduğumuz son 60 küsur seneyi, o süre içinde yargıyı en bağımsız noktaya taşıyan düzenlemelerden en bağımlı hale getirici hatta onurlarıyla oynayıcı politikalara kadar tüm bildiklerimizi tarayınca sadece “yargı” dünyamızdan değil, bütünü itibariyle tüm “hukuk” camiamızdan bu kadar onurlu, bu kadar yürekli bir başka eylem anımsamadığımızı söyleyebiliriz.
HSYK üyeleri, bugün geldikleri noktayla ilgili mücadeleyi, siyasi iktidarın (pratikte Adalet Bakanı’nın ve emrindeki bürokrasinin) kendilerine tevdi edilen görevle bağdaşmayan müdahalelerine muhatap oldukları ilk gün başlatmışlardı.
Sadece siyasi iktidarın baskıları değil, “yandaş” medyanın sistemli şekilde yürüttüğü “itibarsızlaştırma” yahut “kişilik katli” (character assasination) dediğimiz kampanya da HSYK üyelerini zor bir sınavdan geçirdi.
Sonunda, 12 Eylül 2010 günü yapılan referandumla yürürlüğe giren yeni Anayasa hükümleri onları “Ya onurumuzla görev yaparız veya çeker gideriz” şıklarından birincisinin söz konusu olmadığına karar verdiler ve ikinci şıkkı uyguladılar.
Bilindiği gibi Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yeni hükümlerin yürürlüğe girdiği tarihe kadar biri Adalet Bakanı (Başkan), diğeri Adalet Bakanlığı Müsteşarı olmak üzere iki “tayinle” gelen, 5 de (üçü Yargıtay, ikisi Danıştay üyeleri tarafından seçilen) “seçilmiş” üyesi vardı. Buna yeni hükümlerle Birinci sınıfa ayrılmış yargıç ve savcılar arasından seçilen 10 üye ile Cumhurbaşkanı’nın tayin edeceği 4 üye, 1’i Türkiye Adalet Akademisi tarafından seçilen üyeleri eklediler. Böylece üye sayısı 22 oldu. Ama sözde “demokratik” bir yapıya kavuşturulurken HSYK tartışmasız bir şekilde Adalet Bakanlığı’na bağımlı hale getirildi. Nitekim dün istifa eden üyeler 17 Ağustos 2010 tarihinden beri Bakanlığın HSYK’yı çalıştırmadığını açıkladılar.
Şimdiki üyelerden sadece Ali Suat Ertosun’un “görevde kalacağını ve inancı doğrultusunda mücadeleye devam edeceğini” yakınlarına söylediği biliniyor.
Görevden ayrılanlar Danıştay ve Yargıtay’daki eski görevlerine devam edecekler. Bu da belli.
Keza HSYK’nın yeni üyeleri arasına giremeyecekleri, çünkü yeni üyelikle ilgili aday olma süresinin bittiği de biliniyor.
Ama kimse bunlara bakarak, HSYK üyelerinin onur mücadelesine saygı duymaktan uzak kalamaz.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2010
iLGİNÇ bir siyasetçi Bülent Arınç. Kendine özgü bir üslubu var. Bakıyorsunuz zarif bir insan. İnsan ilişkilerinde kendisine düşeni her zaman yapacak kadar olmasa da beklentileri söz konusu olunca hayli dikkatli. Sevgi ve duygu yüklü bir konuşma içine kezzap gibi bir cümle sokabiliyor. Bunu belki de “İyi bir siyasetçinin kamuoyunun dikkatini çekecek sözler söylemesi gerekir” gibi bir şartlanma hatırına yapıyor. Örneğin Ergenekon soruşturması sürecini “Türkiye bağırsaklarını temizliyor” gibi bir cümle ile tanımlıyor.
Zaten biz de Ergenekon süreci bağlamında 22 ay önce kargatulumba tutuklanıp hapse atılan ve “gerçekte niçin hapsedildiğini” öğrenemeden önceki gün serbest bırakılan eski Türk Metal-İş Sendikası Başkanı Mustafa Özbek’le ilgili sözleri nedeniyle bu yazıyı kaleme aldık.
Arınç önce “Bir insan 22 ay sonra tahliye olmuş. Hayırlı olsun, gözü aydın. Diğer arkadaşlar içerideler. Bu konu artık Meclis gündemine de geldi. İnsan Hakları Komisyonu uzun süre tutukluluk hallerini, Sayın Cumhurbaşkanımızın da belki Meclis’teki açılış konuşmasında söylediği doğrultuda ele aldı. Ama bunu sadece Silivri ile sınırlı olarak düşünmüyorum. Bu adaletin kendi içinde bir sorundur. ‘Geç kalan adalet, adaletsizliktir’ sözü evrensel bir kuraldır” demiş.
Burada bir dakika duralım:
Dikkat edilirse Arınç daha önce hapse atılmalarını “Türkiye’nin bağırsaklarının temizlenmesinin bir gereği” gibi değerlendirdiği insanlardan söz ederken artık “Diğer arkadaşlar içerideler” diyor. Bu önemli bir fark.
İkincisi, aynen gazeteci dostlarımız Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’la ilgili olarak ifade ettiği gibi, “içeridekilerin tutukluluk durumunu” -kendisi o kelimeyi kullanmasa da- bir “zulüm” gibi gördüğü mesajını veriyor.
Dahası, bu mesajı güçlendirmek için, konunun hem TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda ele alındığını anımsatıyor hem de Cumhurbaşkanı’nın da olaya aynen kendisi gibi baktığına işaret ediyor.
Tam bu sırada insanın aklına, “Peki ama Başbakan Tayyip Erdoğan’dan bu konuda neden ses çıkmıyor? Yoksa Erdoğan, ‘Bırakın daha da çeksinler’ diye mi düşünüyor?” soruları geliyor.
Arınç’ın sözleri elbet yukarıdakilerden ibaret değil, ama bizim yerimiz ancak bu sözleri değerlendirmemize izin veriyor. O nedenle devam edelim:
Sadece Silivri’dekilerin değil, Türkiye’de adalet mekanizmasının yanlış veya ağır işlemesi yüzünden bu ülkede dağıtılan “adalet”in sonunda “adaletsizlik” anlamına geldiği doğru. Hele “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin” ve Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılarının bu bağlamdaki günahlarının İstiklal Mahkemeleri’ni bile geride bıraktığı rahatlıkla savunulabilir.
Ama ondan önce Sayın Arınç’a sorulması gereken bir soru var:
Sekiz yıllık siyasi iktidarınız “yargılamayı süratlendiren, yargıcın görevini güvenceli ve bağımsız şekilde yapmasını mümkün kılan” gerçek bir “yargı reformu” yapmaya kalktı da elini tutan mı oldu?
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2010
İNŞALLAH bu konuyu tekrar yazmaya mecbur kalmayız.
Çünkü yıllardır konuşula konuşula kabak tadı veren “türban” davası bizi de iyice bıktırdı. Ama içinde bulunduğumuz bu günler o kadar kritik ki, o konuya değinmemek, yarın öbür gün “Kim sorumlu?” diye soracakları yanıtsız bırakır.
Son olarak dünkü Milliyet’te, CHP’nin “türban” konusunda hazırlattırdığı uzman raporunun taslağı hakkında bir haber vardı.
Uzmanlar özetle:
Konuyu “bireysel hak ve özgürlükler” kapsamında görmüşler. O nedenle “Öğrencilerin üniversitede okuyabilmeleri önündeki engeller, sağlanacak bir toplumsal mutabakatla kaldırılmalıdır.”
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2010
KONUYU bazı siyasilerimizle bazı aydınlarımız gibi sadece “eğitim özgürlüğü ve kişi hakları” yönünden ele alırsanız, yanıt basittir: Üniversitelerde türbanın yasaklanmasını savunamazsınız. Çünkü oradaki öğrenci 18 yaşını geçmiş biridir. Kendi kıyafetine kendisi karar verir. Siz de, “Buna kimse karışamaz” dersiniz.
Özellikle üniversiteler gibi temel özelliği “özgürlük” olan -veya olması gereken- kurumlarda, üniversiteyi üniversite olmaktan çıkaracak kararlardan, kurallardan, uygulamalardan uzak durmak gerekir.
Bu madalyonun ön yüzü... Peki ya arka yüzünde ne var?
Önce “üniversitelerdeki özgürlük ortamı”ndan başlayalım da sonra “türban”la ilgili noktaya geliriz.
Üniversitelerde özgürlük, “derse türbanla girmek isteyen” öğrenciye lazımdır da, Yıldız Teknik Üniversitesi’ne gelen Cumhurbaşkanı’nı protesto etmek isteyen öğrenciye lazım değil midir?
“Türbana özgürlük” diyenler, polisin sırf bu nedenle saçından sürükleyerek götürdüğü kız öğrenci ile arkadaşının fotoğrafını görünce acaba “çifte standart” utancını yaşamadılar mı?
Bu çocukların suçları da, bundan aylar önce Roman kökenli vatandaşlarımızla buluşmak için Abdi İpekçi Spor Salonu’na gelen Başbakan Tayyip Erdoğan’a, “Parasız eğitim istiyoruz” diye bağıran, bu yüzden tutuklanarak “gizli örgüt üyesi olmak” suçlamasıyla 15 yıla kadar hapis cezası istemiyle aylardır yargılanan Ferhat Tüzer ile Berna Yılmaz’a “özgürlük” istemeleriymiş.
Başbakan’dan “parasız eğitim isteme”nin ve bu yüzden tutuklanan arkadaşlarının “özgür” kalmasını savunmanın bu kadar ağır suç sayıldığı bir üniversite ortamında “türban tek özgürlük sorunu” mudur?
Bugün “türban”lı öğrenci için “özgürlük” sorunu var da, üniversite içinde kendi eğilimlerine göre “kulüp” kurmak isteyen öğrencilerin, kültürel faaliyetlerde bulunmak isteyenlerin, yayın yapmaya kalkanların, “örgütlenme özgürlüğünü” kullanmayı düşünenlerin “özgür” olduğunu söylemek mümkün mü?
Üniversite çağına gelmiş yani aynen “türbanlı” öğrenci gibi 18’ini geçmiş öteki öğrencilerin üniversite yönetimleriyle ilişkilerinde her bakımdan 8-10 yaşındaki çocuk muamelesi gördüğü yalan mı?
Eğer yanlışımız varsa birileri yanıt versin:
Selçuk Üniversitesi’nde elini kız arkadaşının omzuna attığı için iki öğrenci hakkında soruşturma açılması neyin kanıtıdır?
“Gençlik AKP’yi Taksim’de uyarıyor” diye afiş açtıkları; “rektörü protesto ettikleri” ve TEKEL işçileri direnişini destekleyen bildiri dağıttıkları gerekçesiyle İstanbul Üniversitesi’nin 11 öğrenci hakkında “uzaklaştırma” cezası vermesi oradaki “özgürlüğü” mü gösteriyor?
Haa... “Türbana özgürlük” mü demiştiniz?
Onun sınırını sizin, benim kanaatlerimizle mi belirleyeceğiz, Yüksek Yargı’nın kesinleşmiş, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından da “hukuka uygun” bulunmuş kararlarıyla mı?
O kararlar “Müslümanların çoğunlukta olduğu bir ülkede demokrasiyi ve onun temel direği olan laikliği korumak için alınan bu önlem hukuka uygundur” diyorsa -ki öyle diyor- daha ne laf ediyoruz?
Hani hepimiz “hukukun üstünlüğüne” inanıyorduk?
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2010
NERESİNDEN başlayalım? Acaba “Türban sorunu YÖK Başkanı’nın bir yazısıyla çözülmez” diyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Hakkı Süha Okay’ın gerekçesine güvenip “Mademki Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları var, YÖK Başkanı onlara aykırı bir kural koyamaz” mı diyelim.
Yoksa üniversitelerin, artık o kararlara değil YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın sureta “türban”dan hiç söz etmeden, türbanla ilgili yasağı kaldıran yazısına uyacağına mı bakalım.
Gerçek şu ki “türban” barajı yıkılmıştır ve bunu ardı arkası kesilmeyecek gelişmeler izleyecektir.
Geldiğimiz bu noktanın birinci derecedeki sorumlusu İmam Hatip Liselerine kız öğrenci alınmasına ilişkin kararın altında imzası olanlardır.
Siz “İslamiyet’te kadın imam olmayacağını” bile bile, temel amacı “imam” yetiştirmek olan okula kız öğrenci alırsanız, “okulda Kuran’ı öğreten ders sırasında kız çocuğunun başını örtmesine” engel olamazsınız.
Ona engel olamayınca, bu okullarda öğrenim gören kızların başlarını okul dışında örtmeleri kaçınılmaz bir sonuç olur.
Onlar liseyi bitirip üniversite kapısına gelince siz zaten o savaşı kaybetmeye mahkûm olduğunuzu görmelisiniz.
Buna cemaatlerin, tarikatların Türkiye’nin her tarafını sarmış olan “ışık evleri”nde ve “Talebe Yurdu” tabelalı binalarda “örtünme” koşuluyla kalmalarını eklerseniz, yapacağınız çok az şey kalmış demektir.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2010
CHP’liler “türban sorununu çözme” formülü arayadursunlar,YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, -benzetme boyunu aşar ama yine de söyleyelim- Büyük İskender’in “Gordion”daki “kördüğümü” kılıcıyla çözmesi gibi bir metot uyguladı. İstanbul Üniversitesi’ne gönderdiği bir yazıyla “Bundan böyle türbanlı öğrencilerin sınıfa girmesine karışmayın” dedi. Onun kelimeleri farklı ama dediği sonuçta bu!
Konu bu kadar basit olsaydı, yıllardır ülkenin gündemini işgal etmezdi.Hatta her şeye muktedir olduğunu her gün bir başka vesileyle ispat etmekten zevk duyan Başbakan Tayyip Erdoğan, son referandum kampanyası sırasında “Türban sorununu biz çözeriz” diyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na:
“Madem kendini o kadar güçlü hissediyorsun, sen lokomotif ol, biz de vagonlar olarak arkana düşelim. Yeter ki bu sorun çözülsün” türü, eşi görülmedik mesajlar vermezdi.
Bu örneği veriyoruz çünkü Yusuf Ziya Özcan’ın “Çözdüm“ dediği -veya sandığı- sorunun gerisinde dağlar kadar problem bulunduğunun bilincindeyiz.
Onların ayrıntısına sonra gireriz. Şimdilik sadece aklımıza gelenleri saymakla yetinelim:
Konunun CHP’nin düne kadar izlediği politikalarla Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olması ardından benimsediği yeni çizgi arasındaki çelişkiler nedeniyle CHP’de yaratacağı sorunlar kısmı var.
O fırtınadan Allah, Kılıçdaroğlu’nu korusun.
YÖK Başkanı Özcan’ın, Anayasa Mahkemesi’nin, Danıştay’ın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin sayılmayacak kadar çok kararında “meşru” yani “hukuka uygun” sayılmış bir yasağı hiçe sayan bir “yazı” ile, kendisini “mahkemeler üstü” ilan etmesinden kaynaklanan sorun var.
Üniversitelerde başlayan “türban serbestisinin” orada kalmayacağı gerçeği var:
Örneğin önce “Kamu kurumlarında çalışan hanım memurlar da görevlerine türbanla -hatta çarşafla- gelebilsinler. Bu onların bireysel özgürlüğünün gereğidir” gerekçesiyle talepler duyacağız. Onu, “Bu da bir insan hakkıdır” gerekçesiyle verilen izinler izleyecek.
Sırada “kızların buluğ çağına girdikten sonra başlarını örtmeleri”nin “dinimizin emri” olduğunu iddia edecek olanların başlatacakları dayatmalar var. Bunun ardından karşımıza çıkacak olan, ilköğretim ve ortaöğretim çağındaki kızların da başlarını örtmeleri gerekeceği tartışmaları var.
Bugünkü siyasi iktidarın ömrü bunların ne kadarına yeter bilmiyoruz ama, “kimsenin hayat tarzına karışmayacağını” yeminli billahlı ifadelerle duyuranların yarın, “Kız öğrencilerle erkek öğrencilerin aynı sınıfta olmaları caiz değildir” diyecekleri günleri göreceğiz.
Sadece sınıfların ayrılması da yetmeyecek. Öyle ya, erkeklerle kızlar teneffüste bir araya gelirlerse ne olacak?
Ona da engel olmak için okulların ayrılması gerekecek.
Bazı bağnazların şikâyetlerinden şimdi bile haberdar değil miyiz?
Ya kadın doktorlar erkek hastalara bakarsa?
Veya erkek doktorlar kadınları muayene ederse?
Allah korusun! Hepimiz birlikte çarpılabiliriz.
YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a soralım:
Oğluna yaşaması için böyle bir Türkiye hazırladığını görmüyor mu?
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2010
ARAYA Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “Anayasa’nın ilk üç maddesinin evrensel hukuka uymadığına” ilişkin sözleri ve bir de pazar tatili girince ister istemez geciktik. Ama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM’deki konuşmasını görmezden gelmeye hakkımız olmadığını dikkate alarak, “Düşündüklerimizi okuyucularla paylaşmalıyız” dedik. Önce belirtelim:
Cumhurbaşkanı Gül’ün Çankaya’ya çıkalıberi yaptığı “Yasama yılını açış” konuşmalarının en içeriklisi bu sonuncusuydu. Önemli bazı gerçekleri kendi üslubunun izin verebildiği kadar açık şekilde dile getirdi. Onları söylerken “Acaba hükümeti kırar mıyım?” endişesini taşımıyormuş gibi davrandı.
Örneğin demokrasilerde “Çoğunluğun yönetim yetkisinin sınırsız olmadığı bir gerçektir” sözü “Tarihimiz göstermiştir ki bunu bir an olsun unutanlar (...) Türk halkının güvenini kaybetmişlerdir” uyarısı, herhalde bugünkü siyasi iktidarı hedef almaktaydı.
Bazı sütun yazarlarının da işaret ettiği gibi Gül’ün “Ülkenin tüm önde gelen siyasi akımlarının temsil edilmediği bir Meclis, eksik bir Meclis olacaktır” şeklindeki sözleri açık bir şekilde “Seçim barajının yüzde 10’dan aşağı çekilmesi gereklidir” demenin bir başka türüdür.
Bilindiği gibi yüzde 10 barajının savunucusu Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Son günlerde bir konuşmasında ağzından çıkan “Bu konu da tartışılabilir” benzeri bir sözü saymazsanız, bugüne kadar yüzde 10’u hep “ülkemizdeki siyasi istikrar” adına savunmuştur.
Gül’ün değindiği üçüncü konunun da asıl hedefi bize kalırsa doğruca Başbakan Erdoğan idi. Çünkü Gül, “siyaset dilinin yenilenmesi ve dinamik, hoşgörülü bir siyaset dilinin egemen olması” isteğini dile getirirken en çok Başbakan Erdoğan’ın üslubunun şikâyet konusu olduğunu elbet biliyordu.
Gerçi Gül’ün ifadesiyle “yıkıcı” siyaset dilinin ülkemizdeki geçmişi 1946’lara kadar gider.
O sırada CHP iktidarına karşı daha yumuşak bir dil kullanmayı isteyenlerle sert bir muhalefet stratejisi güdenler Demokrat Parti içinde ihtilafa düşmüşlerdi.
Osman Bölükbaşı, Fuat Arna, Ahmet Tahtakılıç o nedenle DP’den ayrılıp Millet Partisi’ni kurmuşlardır.
Onların sert muhalefeti yüzünden iktidarla muhalefet bir araya gelemez oldu. Demokrasimiz bu yüzden “sağırlar diyaloğu ve körler kavgası” içinde yıllarını kaybetti.
Gül’ün “Basın hürriyetinin olduğu bir ülkede yanlışlar hiçbir zaman saklanamaz” şeklindeki sözleri ile, “özgürlük” adına “bireysel ve mevzii olaylar üzerinden özellikle güvenlik güçlerimizi yıpratmaya çalışanlara” dönük uyarısı da hem iktidara hem de “yandaş” medyaya verilmiş mesajdı.
Gerçi konuşmasında ilk defa “Kürt sorunu” diye nitelendirdiği problemin “demokratik standartlarımızın yeterli hale gelmesi” yoluyla çözülebileceğine ilişkin görüşü de önemliydi ama en vurucu beyanı özellikle Ergenekon sanıklarının durumuna ilişkin olanı idi. Nitekim Gül, Adalet dağıtımında görevli olan sağırlara “tutukluluğu fiili bir mahkûmiyet durumuna dönüştürmemeleri gerektiğini” söyledi.
Herkes görevini doğru yapsın demenin bundan incesi var mı?
Yazının Devamını Oku