ARAYA Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın “Anayasa’nın ilk üç maddesinin evrensel hukuka uymadığına” ilişkin sözleri ve bir de pazar tatili girince ister istemez geciktik. Ama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM’deki konuşmasını görmezden gelmeye hakkımız olmadığını dikkate alarak, “Düşündüklerimizi okuyucularla paylaşmalıyız” dedik.
Önce belirtelim:
Cumhurbaşkanı Gül’ün Çankaya’ya çıkalıberi yaptığı “Yasama yılını açış” konuşmalarının en içeriklisi bu sonuncusuydu. Önemli bazı gerçekleri kendi üslubunun izin verebildiği kadar açık şekilde dile getirdi. Onları söylerken “Acaba hükümeti kırar mıyım?” endişesini taşımıyormuş gibi davrandı.
Örneğin demokrasilerde “Çoğunluğun yönetim yetkisinin sınırsız olmadığı bir gerçektir” sözü “Tarihimiz göstermiştir ki bunu bir an olsun unutanlar (...) Türk halkının güvenini kaybetmişlerdir” uyarısı, herhalde bugünkü siyasi iktidarı hedef almaktaydı.
Bazı sütun yazarlarının da işaret ettiği gibi Gül’ün “Ülkenin tüm önde gelen siyasi akımlarının temsil edilmediği bir Meclis, eksik bir Meclis olacaktır” şeklindeki sözleri açık bir şekilde “Seçim barajının yüzde 10’dan aşağı çekilmesi gereklidir” demenin bir başka türüdür.
Bilindiği gibi yüzde 10 barajının savunucusu Başbakan Tayyip Erdoğan’dır. Son günlerde bir konuşmasında ağzından çıkan “Bu konu da tartışılabilir” benzeri bir sözü saymazsanız, bugüne kadar yüzde 10’u hep “ülkemizdeki siyasi istikrar” adına savunmuştur.
Gül’ün değindiği üçüncü konunun da asıl hedefi bize kalırsa doğruca Başbakan Erdoğan idi. Çünkü Gül, “siyaset dilinin yenilenmesi ve dinamik, hoşgörülü bir siyaset dilinin egemen olması” isteğini dile getirirken en çok Başbakan Erdoğan’ın üslubunun şikâyet konusu olduğunu elbet biliyordu.
Gerçi Gül’ün ifadesiyle “yıkıcı” siyaset dilinin ülkemizdeki geçmişi 1946’lara kadar gider.
O sırada CHP iktidarına karşı daha yumuşak bir dil kullanmayı isteyenlerle sert bir muhalefet stratejisi güdenler Demokrat Parti içinde ihtilafa düşmüşlerdi.
Osman Bölükbaşı, Fuat Arna, Ahmet Tahtakılıç o nedenle DP’den ayrılıp Millet Partisi’ni kurmuşlardır.
Onların sert muhalefeti yüzünden iktidarla muhalefet bir araya gelemez oldu. Demokrasimiz bu yüzden “sağırlar diyaloğu ve körler kavgası” içinde yıllarını kaybetti.
Gül’ün “Basın hürriyetinin olduğu bir ülkede yanlışlar hiçbir zaman saklanamaz” şeklindeki sözleri ile, “özgürlük” adına “bireysel ve mevzii olaylar üzerinden özellikle güvenlik güçlerimizi yıpratmaya çalışanlara” dönük uyarısı da hem iktidara hem de “yandaş” medyaya verilmiş mesajdı.
Gerçi konuşmasında ilk defa “Kürt sorunu” diye nitelendirdiği problemin “demokratik standartlarımızın yeterli hale gelmesi” yoluyla çözülebileceğine ilişkin görüşü de önemliydi ama en vurucu beyanı özellikle Ergenekon sanıklarının durumuna ilişkin olanı idi. Nitekim Gül, Adalet dağıtımında görevli olan sağırlara “tutukluluğu fiili bir mahkûmiyet durumuna dönüştürmemeleri gerektiğini” söyledi.
Herkes görevini doğru yapsın demenin bundan incesi var mı?