Paylaş
İki toplum lideri Akıncı ve Anastasiades ilk önce BM Kıbrıs Özel Temsilcisi Jane Holt ile birlikte masaya oturdular. Aynı gün akşamı iki lider BM Genel Sekreteri Guateres ile birlikte yemek yediler, ayrı ayrı ve birlikte görüştüler. BM Genel Sekreteri’nin şimdi Kıbrıs’ta uzun bir zamandan beri tıkalı olan toplumlar arası görüşmeleri başlatmak için gerekli zeminin oluşup oluşmadığı konusunda bir karar vermesi lazım geliyor.
İki toplum liderinin Berlin’deki görüşmesinin “olumlu” geçtiği bildiriliyor; ama BM Genel Sekreterinin önümüzdeki günlerde yapacağı “değerlendirmenin” nasıl bir sonuç vereceği henüz belli değil. BM Genel Sekreteri Guateres gerekli zeminin oluştuğu yönde karar verirse toplumlar arası görüşmeleri resmen başlatılacak. Görüşmeler başlarsa, bundan sonraki toplantının Türkiye ve Yunanistan’ın da katılmasıyla 5’li, hatta (diğer garantör devlet) İngiltere’nin de katılmasıyla 6’lı formatta yapılmasının planlandığı anlaşılıyor.
Kıbrıs sorununu çözmek için yürütülen toplumlar arası görüşmeler Temmuz 2017 tarihinden bu yana (2,5 seneye yakın bir zamandan beri) durmuş vaziyette. Son olarak 2017 yılı Ocak ayında başlatılan görüşmeler yılın ilk yarısında aralıklarla devam etmiş, İsviçre’nin Crans-Montana kentinde 10 gün kadar süren görüşme maratonunun “başarısız” olunması sonrası ise tamamen kapanmıştı.
Her ne kadar iki toplum lideri, çeşitli vesilelerle, bir araya gelseler de Ada’da (Kıbrıs sorununu masa başında barışçı, kalıcı ve adil bir şekilde çözmek için) toplumlar arası görüşmeler artık yapılmıyor. İşte BM Genel Sekreterinin yapmak istediği de bu: görüşme sürecini yeniden başlatmak. Guterres bunun için, Berlin toplantıları sonucunda, gerekli zeminin oluştuğuna karar verecek mi, bunu kısa bir zamanda öğreneceğiz.
Berlin de iki liderin vermek istedikleri “olumlu” tabloya rağmen, Kıbrıs sorununu toplumlararası görüşmelerle çözmek için zamanın pek de iyi olmadığına inanlar çoğunluktadır. Her ne kadar Kıbrıs sorununun ancak “iki toplumlu, iki devletli bir federasyonla” çözümleneceği konusunda bunca zamandır süren görüşmelerde ortaya çıkan bir “anlayış” varsa da; bu çatının ne anlama geldiği konusunda iki taraf arasındaki görüş ayrılıkları çok geniştir.
Kıbrıs Türkleri ve Kıbrıs Rumları “federal çözüm” formülünün ne anlama geldiği hususuna çok farklı yaklaşıyorlar. Bunun temel nedeni de Kıbrıs Rumlarının Kıbrıs Türklerinin siyasi eşitliğini bir türlü içlerine sindirememeleri ve Kıbrıs Türklerini hala bir azınlık statüsüne indirme “amaçlarından” tam olarak vazgeçememeleri olarak ortaya çıkıyor.
Toplumlar arası müzakereler şimdiye kadar “ekonomi-Avrupa Birliği”, “mülkiyet”, “yönetim-güç paylaşımı”, “toprak” ve “güvenlik ile garantiler” başlıkları altında sürdürülmüştür. Müzakerelerde bu başlıkların hiç birinde toplumlar arasında tam bir mutabakat bulunduğunu söylemek imkanı yoktur. Müzakereler zaten “tüm konularda anlaşılmadan hiçbir konuda anlaşma yok” formülü üzerinden yürütülmektedir.
Kıbrıs Türklerinin kaderi ve geleceği doğal olarak tümüyle Türkiye’yi çok yakından ilgilenmektedir. Türkiye “güvenlik ve garantiler” konusunda ise özellikle çok hassastır. Kurulacak yeni Birleşik Kıbrıs Federasyonu’nun ve Kıbrıs Türklerinin haklarının Türkiye’nin “garantisi” altında olması “hayati” bir önem taşımaktadır. Kıbrıs Sorununun bütün tarihi, geçmişi Türkiye’yi bu konuda çok “dikkatli” olmaya ve bazı prensiplerden vazgeçmemeye zorlamaktadır.
Bu çerçevede Kıbrıs Rumlarının “sıfır asker, sıfır garanti” tutumunun Türkiye tarafından kabul edilmesi imkanı zaten yoktur. Türkiye’nin yeni Kıbrıs Devletinin Avrupa Birliği garantisi altında olacağı gibi “anlamsız” argümanları da kaale almak imkanı, özellikle son gelişmeler ışığında, zaten bulunmamaktadır. AB’nin, örgüt dayanışması gerekçesi altında, Doğu Akdeniz’de denizden kaynaklanan sorunlar bağlamında uluslararası hukuka aykırı Kıbrıs Rum Yönetimi tutumunu nasıl desteklediğini ve Kıbrıslı Rumlara ne ölçülerde destek verdiğini izleyenler bunun ilerisi için de ne anlama geldiğini çok iyi değerlendirebilmektedir.
2017 yılı Temmuz ayında başarısızlıkla biten BM Genel Sekreterinin (Antonio Guterres) gözetimindeki İsviçre görüşmelerine iki toplum lideri (Akıncı ve Anastasiades) yanında Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları (Çavuşoğlu ve Kotzias), İngiltere’nin Avrupa ve Amerika’dan Sorumlu Devlet Bakanı Alan Duncan ve AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini katılmışlardır.
Eğer BM Genel Sekreteri Kıbrıs Toplumlararası Görüşmelerini yeniden başlatılması kararı alırsa, bu yeni tur görüşmelerin başarısı için Kıbrıs Rum Toplumu üzerinde ciddi bir uluslararası baskı oluşturulması şart olarak görülmektedir. Burada da AB’nin oynayacağı rol büyük önem kazanmaktadır. Ancak, AB’nin (AB’nin önde gelen ülkelerinin) Kıbrıs Rumları üzerinde baskı kurmak yönünde harekete geçebileceği yönünde hiçbir işaret bulunmamaktadır.
Tam tersine Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimindeki düşünce kendileri açısından “enosis’in” AB içinde gerçekleştiği yönündedir. AB’nin bu durumu ve “algıyı” değiştirmesinin tek yolu, Annan Planının Kıbrıs Rum Kesimi’nde reddedilmesinden sonra AB tarafından Kıbrıs Türklerine verilen sözlerin yerine getirilmesi ve hem Yunanistan hem de Kıbrıs Rum Yönetimi üzerinde siyasi ve ekonomik baskı kurulmasıdır.
Esasen büyük çoğunluk Kıbrıs sorununun masa başında görüşmeler yoluyla çözümü için uluslararası ortamın “uygun” olmadığı görüşündedir. Görünen husus mevcut Dünya konjonktüründe ve Kıbrıs Rumlarına baskı uygulayabilecek küresel güçler acısından Kıbrıs sorununun çözümünün hiçbir şekilde aciliyet arz etmediği yönündedir. Bu durumda ne ABD, ne AB, ne de Rusya’nın Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi üzerinde baskı yapacağını düşünmek imkanı bulunmamaktadır.
Bakıldığında Kıbrıs Rum Lideri Anastasiades’in Kıbrıs’ta artık bir federasyon istediği yönündeki işaretler bile azalmaktadır. Türkiye de birçok kereler, bir kez daha, ucu açık bir müzakere sürecinde masaya oturmak istemediğini açıklamıştır. Kıbrıs’taki Toplumlararası Müzakere sürecinin bir oyalama taktiğine dönüşmesine ve Dünya’ya “görüşmeler sürüyor” imajını yaratma vesilesi olarak kullanılmasına izin verilmemesi gerekmektedir.
Diğer yandan Türk tarafında hemen herkes Kıbrıs’taki mevcut durumun sürdürülemeyeceği, sürdürülmemesi gerektiği konusunda hem fikir gözükmektedir. Eğer BM Genel Sekreteri, Berlin toplantısı ışığında, Kıbrıs Toplumlararası Görüşmelerini, tekrar, başlatma kararı alırsa bu (yeni) denemenin zaman bakımından kısıtlı, son ve sonuca odaklı olacağının Türk tarafınca garanti altına alınması gerekecektir.
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi, AB üyelikleri ve Kıbrıs Türk tarafına uygulanan uluslararası siyasi ve ekonomik yaptırımlar çerçevesinde, zamanın kendileri lehine işlediği gibi bir “algı” içindedir. Türk tarafı için bunun değiştirilmesi büyük bir önem arz etmektedir. Kıbrıs Türk tarafının Maraş konusunda aldığı kararlar bu çerçevede doğru yöndedir.
BM Genel Sekreterinin toplumlararası görüşmeler konusunda alacağı karardan sonra, Türk tarafının yeni bazı adımlar atma zamanı artık gelmiş görünmektedir. BM Genel Sekreteri toplumlararası görüşmeleri başlatma veya başlatmama yönünde alacağı karar bu durumu değiştirmeyecektir. Ancak, Genel Sekreter toplumlararası görüşmeleri başlatılırsa Türk tarafı bu görüşmelerin sonuçlarını beklemelidir.
Her iki halükarda da Türk tarafının, küresel güçlerin Kıbrıs Türk tarafının uluslararası tanımını engellemeleri karşısında, Türkiye ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında siyasi ve ekonomik bir birlik (örneğin konfederasyon) kurulması müzakerelerinin başlatılması dahil, her seçeneği artık ciddi bir şekilde düşünmesi, değerlendirilmesi zamanı gelmiştir. Bunun için gerekirse 2020 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonuçları da beklenebilir.
Kıbrıs sorununun Doğu Akdeniz’de denizden kaynaklanan meselelerle bir arada düşünülmesi doğru bir yaklaşımdır. Kıbrıs Sorununun çözümünün Doğu Akdeniz’de karşılaşılan meselelerin çözümüne yardımcı olacağını düşünmek de mümkündür. Ancak, Türkiye’nin Kıbrıs sorununun çözümünün (kendisinin göstermekte olduğu bütün gayretlere rağmen) masa başında olamayacağı ve Türkiye’yi Ege ve Akdeniz’de kendi karasularına hapsetme politikalarının devam edeceği olasılığına göre hazırlanması gerekmekte; işaretler şimdilik bu durumu göstermektedir.
Hafta başında, Türkiye’de inşa edilen, Türkiye’nin en büyük gemisi Anadolu’nun basında yer alan resimleri dikkatleri üzerine toplamıştır. Anadolu Türkiye’nin ilk “yarı uçak gemisi” olma özelliğine sahiptir. Bu geminin 2020 yılında Deniz Kuvvetlerimize katılması, Türkiye’nin çevresindeki bölgelerde etkili askeri operasyonlara girme imkanını büyük ölçüde arttıracaktır.
Basında yer alan bilgiler Türkiye’nin Deniz Kuvvetleri envanterine girecek ilk “yarı uçak gemisine” helikopterler ve silahlı insansız hava araçları yerleştireceğini göstermektedir. Diğer taraftan yine basın haberlerinden Türkiye’nin çok kısa pistleri kullanan, dikey şekilde havalanabilen ve inebilen uçak arayışında olduğu, 16 adet satın alınacak bu uçaklardan 12’sinin Anadolu gemisinde konuşlandıracağı anlaşılmaktadır.
Eğer ABD F-35 uçaklarını Türkiye’ye satmama konusundaki mevcut tutumunu sürdürürse, Ankara alternatif arayışlar içerisine girmek zorunda bırakılacaktır. F-35 savaş uçaklarının bir versiyonu dikey iniş kalkış yapabilmektedir. ABD dışında bu tip uçakları Rusya, Çin, Fransa ve İngiltere üretebilmektedir. Barış Pınarı Harekatı sırasındaki davranışları Türkiye’nin silah tedariki bakımından Avrupa ülkelerine güvenmemesi gerektiğini bir kez daha açıkça göstermiştir.
ABD’nin F-35 uçakları konusundaki tutumunun devam etmesi halinde Türkiye, çok maksatlı amfibi hücum gemisi olarak nitendirilen Anadolu’da konuşlandıracağı, dikey iniş kalkış yapabilen uçaklar için de Rusya ve Çin’e dönmek zorunda kalacaktır. Başkan Trump, Obama Yönetimi’nin Türkiye’ye Patriot hava savunma füze sistemi satmayarak büyük bir hata yaptığını kendisi söylemiştir. Şimdi Trump yönetimi F-35 savaş uçakları sorununu halletmeyerek aynı hatanın içerisine düşmekte ve Türkiye-ABD ilişkileri için potansiyel çok ciddi sorunların kapısını açmaktadır.
Türkiye’nin uçak, helikopter ve insansız hava aracı taşıyan Anadolu ve benzer gemilerle çevresinde operasyon ve vurucu gücünü arttırmasının birçok ülkeyi ve Vaşington’daki bazı kesimleri rahatsız ettiğine, bu durumun da Vaşington’un F-35’lerle ilgili kararlarında rol oynadığına gerçekten inananların sayısı oldukça fazladır. Aralarında İsrail’in de bulunduğu bazı ülkelerin bölgede güçlü bir Türkiye istemediğine ve ABD Kongre’sindeki son Türkiye karşıtlığının temelinde bu durumun yattığına inanılmaktadır.
Sebebi ne olursa olsun Türkiye’nin kendi savunma sanayini, ihracat temelinde, hızlı bir şekilde geliştirmesi gerekmektedir. Basında her gün bir yenisi çıkan yeni silah sistemlerinin başarıyla denendiği yönündeki haberler bu bakımdan sevindirici, memnuniyet vericidir. Türkiye bugün silah tedariki bakımından kendi kaynaklarına ve üretimine dayanmasaydı, Suriye’de askeri operasyonlar gerçekleştirmesinin ne kadar zor olacağı Avrupa’dan gelen silah ambargosu ile açık bir şekilde zaten ortaya çıkmaktadır. Bazı Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin terör örgütleriyle bile mücadele etmesine tahammül gösterememesi esasında ibret vericidir.
Geçmişte ve günümüzde Türkiye’ye karşı haksız bir şekilde uygulanan silah ambargolarının, uygulandıkları dönemlerde Türkiye’ye zor şartlar yaşatsa da, “olumlu” bir “yan” sonucu Türkiye’yi adım adım kendi silah sanayini geliştirmeye itmesi olmuştur. Silah sanayimizin teknolojik açıdan rekabetçi olması ve ihracat üzerine inşa edilmesi kalıcı olmasını ve sonuçta ekonomimize de katkı yapmasını sağlayacaktır.
Paylaş