Paylaş
Her iki toplantı da esasen her yıl yapılıyor. Ancak, bu yıl farklı sebeplerden dolayı dikkatler daha fazla bu toplantılara çevrilmiş gibi. Londra’da yapılan toplantıda NATO güvenlik ittifakının kuruluşunun 70. yılı da kutlanıyor. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına ve Varşova Paktının ortadan kalkmasına rağmen NATO hala önemini koruyor.
NATO’nun bugün 27’sı Avrupa kıtasında olan 29 üyesi var. Bütün bu ülkeler için NATO’nun sağladığı güvenlik şemsiyesi hala önem taşıyor. Ama NATO’nun kendisini yenileme ihtiyacı içinde olduğu, birlik ve bütünlüğü ile ilgili soruların ortaya çıktığı da gözden kaçmıyor.
Bütün bu konular bu hafta toplanan NATO Zirvesinde ele alınıyor. ABD’nin artık Rusya kadar, belki de daha fazla Çin Halk Cumhuriyetini bir tehdit olarak gördüğü biliniyor. NATO üyesi birçok ülke için uluslararası terörizmin ortaya çıkarttığı tehdit büyük bir önem kazanmış durumda. NATO’nun bu yeni tehditlerle ilgilenmesi, kendisini uluslararası yeni sisteme uydurması, bu arada caydırıcılığını kaybetmemesi, sorunlar karşısında ilkeli ve kararlı bir cephe oluşturması gerekiyor.
Türkiye için de NATO’nun önemi devam ediyor. Londra Zirvesi’nden önce Türkiye’nin NATO üyeliği ve NATO’ya olan katkıları konusunda dışarda çıkartılan bazı çatlak seslerin bu Zirveyi Ankara için daha da önemli yaptığı açık. Zirveden önce ABD’nin Türkiye’nin güvenlik planının çıkmasını önlemesi karşısında Türkiye’nin de Baltık ülkelerinin güvenlik planlarının çıkmasına mani olduğu biliniyor.
Bu durum Ankara’dan bakıldığında NATO’nun terör örgütleri karşısında ilkeli ve ciddi bir tutum takınmadığı anlamına geliyor. ABD’nin Türkiye’nin güvenlik planına karşı çıkmasının sebebi, planda PYD/YPG’nin terör örgütü olarak kabul edilmesi. Vaşington'un Türkiye’ye Suriye ve Irak’tan gelen terör tehdidini görmezlikten gelmesi NATO içinde de sorunlara sebep oluyor.
Bu tip zirvelerde gündemdeki konular kadar zirve marjında yapılan ikili ve çok taraflı görüşmelerin önemli olduğu biliniyor. Nitekim Londra’da da durum aynı oldu. NATO Zirvesi marjında Cumhurbaşkanı Erdoğan Londra’da bir seri temas
yaptı. Bunlardan en önemlilerinden biri Türkiye’nin İngiltere, Almanya ve Fransa ile bir araya gelmesi ve Suriye dahil önemli bölgesel sorunları ele almasıydı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Johnson, Başbakan Merkel, Başbakan Merkel ve Cumhurbaşkanı Macron arasında yapılan 4’lü toplantının sonuçları henüz tam olarak belli değil. Çok yakında toplantı ile ilgili ayrıntıların basına sızacağını düşünmek mümkün. Her halükarda bu 4’lü toplantının Ankara’ya Suriye politikasını ve PYD/YPG ile ilgili kaygılarını bir kere daha en üst düzeyde anlatmak için imkan tanıdığı görülüyor.
ABD Başkanı Trump’ın Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile yaptığı ikili görüşmenin NATO içindeki görüş ayrılıklarını açıkça ortaya koyduğu konusunda hemen hemen herkes hemfikir. Trump-Macron görüşmesinin ABD ile Fransa arasında bir ticaret savaşının başlamak üzere olduğu bir zamana rastlaması Atlantik Okyanusu’nun iki yakası arasındaki ilişkilerin güvenlikten ticarete gerilmekte olduğunun bir işareti.
Trump-Macron görüşmesinde, Başkan Trump’ın Avrupa’nın NATO’nun mali yükünü daha fazla üslenmesi gerektiği konusunu açması Vaşington’un bu hususa verdiği önemi ortaya koyuyor. ABD şimdiki halde NATO’nun tüm mali yükünün % 22 kadarını karşılıyor. Vaşington özellikle Almanya ve Fransa gibi Avrupa’nın büyük ekonomilerinden NATO’ya yaptıkları katkıyı arttırmalarını istiyor.
Londra’da Türkiye ile ABD arasında yapılan temaslarda Suriye dışında F-35 krizinin de ele alındığı anlaşılıyor. Türkiye’ye satılan F-35’ler konusunun biran önce halledilmesi gerekiyor. Konunun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Vaşington ziyaretinde kararlaştırıldığı gibi, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile Beyaz Saray Güvenlik Danışmanı Robert O’Brien arasında ilk kez (yüz yüze) ele alındığı toplantının Londra’da yapılması önem taşıyor.
Londra’daki NATO Zirvesi marjında yapılacağı açıklanan, Türkiye için önemli diğer bir temas da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yunanistan Başbakanı Mitsotakis ile görüşmesi. Bu görüşme isteğinin Atina’dan geldiği anlaşılıyor. Kısa bir süre önce Türkiye’nin Libya ile Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarını paylaşmak için bir anlaşma imzalaması Cumhurbaşkanı Erdoğan-Başbakan Mitsotakis görüşmesini daha ilginç yapıyor.
Türkiye’nin Libya ile deniz yetki alanları konusunda bir Anlaşma imzalaması Doğu Akdeniz’deki gelişmeleri köklü bir şekilde değiştirebilecek bir adımı teşkil ediyor. Yunanistan’ın Kıbrıs Rum Kesimini yanına alarak Doğu Akdeniz’de Mısır ve İsrail
ile birlikte olupbittilere girişmek istediği biliniyor. Bu çerçevede Türkiye’nin Libya ile imzaladığı Anlaşmanın Atina’da “kızgınlık” yarattığı da izleniyor.
Konunun ilginç bir yanı Fransa’nın da Türkiye-Libya Anlaşmasına tepki göstermesi. Bunun sebebinin ise Fransa’nın Kıbrıs Rum Kesimi ile girişmeyi tasarladığı “işbirliği” alanları olduğunu tahmin etmek zor değil. Burada doğal olarak akla Kıbrıs Rum Kesimi’nin Fransa ile Ada’da üs karşılığı bazı düzenlemelere girişmek istediği yönünde basında çıkan haberler geliyor.
Paris’in Libya sorununun ve Libya’da yaşanan iç savaşın içinde olduğu da biliniyor. Fransa, Libya’da uluslararası toplum tarafından kabul edilen ve Libya’yı Birleşmiş Milletlerde temsil eden Trablus (Libya Ulusal Mutabakat) Hükümetini değil, ülkenin doğusundaki General Haftar hükümetini destekliyor. Fransa’nın General Haftar’a, BM kararlarını ihlal ederek, silah yardımı sağladığı yönündeki suçlamalar basın haberleri arasında yer alıyor.
Londra NATO Zirvesi sonunda bir bildiri yayınlanması ve üye ülkelerin çeşitli konulardaki ortak görüşlerinin açıklanması bekleniyor. Önümüzdeki hafta kaleme alacağım bir yazımda Londra NATO Zirvesinde kaybedilen ilerlemeye ve ortak bildiriye yakından bakmayı, bu yazımda Zirve’nin Türkiye açısından getirdiklerini değerlendirmeyi planlıyorum.
Her ne kadar bu hafta içinde tüm dikkatler Londra’ya, NATO Zirvesi’ne çevrilmiş olsa da Madrid’deki BM İklim Konferansının önemi de biliniyor. Madrid Toplantısının tam adı BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 25. Taraflar Konferansıdır. Konferansın amacı Dünya’da iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması, bu yönde alınan tedbirlerin gözden geçirilmesi ve 2015’te imzalanan Paris Anlaşması ile üstlenilen sorumlulukların yerine getirilmesinin takibi, sağlanmasıdır.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 1992 yılında imzalanmıştır. Bu sözleşmenin üzerinden 27 yıl geçmiş, bu dönem içinde sözleşmeye taraf olan ülkeler arasında (Madrid dahil) 25 Taraflar Konferansı düzenlenmiş, küresel ısınmayı azaltmak amacıyla bir protokol (Kyoto Protokolü) ve daha sonra onun yerini almak üzere bir Anlaşma (Paris Anlaşması) imzalanmıştır.
Bilim insanları iklim değişikliğinin ana sebebi olarak küresel ısınmayı göstermektedir. Küresel ısınmaya ise fosil yakıtların (kömür, petrol ve doğal gaz) kullanılmasından kaynaklanan sera gazları salınımı sebep olmaktadır. Amaç sera
gazı salınımını azaltmak ve fosil yakıtlardan yenilenebilir (başta rüzgar, güneş ve termal) enerji kaynaklarına geçişi hızlandırmak ve sağlamaktır.
Başkanı Trump’ın ABD’yi 2015 Paris Anlaşmasından çekmesi Dünya’da büyük bir tepki ile karşılanmıştır. Küresel ısınmanın insan yapımı olmadığına inanan çevreler bulunmakta, bazı politikacıların hidrokarbon yakıtlardan yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişin, sera gazları salınımının azaltılmasının ekonomiye getireceği mali yükü ön plana çıkarttıkları izlenmektedir.
İklim değişikliği ve küresel ısınma konusu ABD ile Avrupa Birliği ülkeleri arasında ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Aralarında Almanya ve Fransa’nın da bulunduğu Avrupalı bazı ülkelerin küresel sorunlara küresel yaklaşımlarla çözüm bulunması yönündeki tutumu Başkan Trump’ın “Amerika İlk” tutumu ile çarpışmakta, konuya bakışta Batı kamuoylarındaki bölünme çok açık olarak ortaya çıkmaktadır.
Küresel ısınma, iklim değişikliği yanında artan çevre sorunları giderek Dünyamızı meşgul etmekte, küresel bir görünüm alan bu sorunların çözümü tüm ülkelerin işbirliğini gerektirmektedir. Her ne kadar Çin, ABD, AB ülkeleri, Hindistan, Japonya ve Rusya gibi ülkelerin atmosfere karbon dioksit salınımındaki rolleri ön plana çıksa da, çevre sorunları günümüzde tüm ülkeler için söz konusu olmakta, Birleşmiş Milletler bu alanda uluslararası işbirliği için öncü rolü oynamaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Londra’ya gitmeden hemen önce termik santrallere (çevre kirliliğini önleyen) baca filtresi takma zorunluluğunu bir 2,5 yıl daha erteleyen düzenlemeyi veto etmesi Türkiye’de dikkatleri bir kez daha konu üzerine çevirmiş, çevre hassasiyeti vurgusunu ortaya koymuştur.
Brezilya, Malezya ve Endonezya gibi ülkelerde yağmur ormanlarının azalmasının etkileri Dünya’yı saran tüm atmosferde görülmektedir. Küresel işbirliğinin önemi kabul edilmekle beraber, ülkelerin bu konuda ortaya çıkan mali yük konusunda hassas oldukları, gelişmekte olan ülkelerin özellikle iklim değişikliği sorununda gelişmiş olan ülkelerin sorumluluklarına işaret ettikleri izlenmektedir.
Küresel ısınmanın yarattığı sonuçlar bugün Dünyamızda geniş bir şekilde tartışılmaktadır. Dünyamızın beklenenden çok daha hızlı bir şekilde ısınmasının kısa bir dönemde ciddi sorunlar yaratacağı üzerinde durulan bir husustur. Genç bir diplomat olarak Dışişleri Bakanlığına girdiğimde Orta Doğu’da su sorununun giderek büyüyeceği ve bölgede savaşlara neden olacağı tahminlerinin yapıldığını, bu konularda raporlar hazırlandığını ve kitaplar yazıldığını gayet iyi hatırlıyorum.
Bu “kötümser” tahminler gerçekleşmediyse de genel olarak Dünya’nın ve özel olarak Orta Doğu bölgesinin su sorunu yaşadığını, gelecekte su kaynaklarının paylaşılmasının ülkeler arasında daha büyük sürtüşmelere neden olacağını bugün de tahmin etmek zor gözükmemektedir. Su kaynaklarının kontrolünün Filistin sorunu ve Arap-İsrail çatışması gibi konularda oynadığı rolünün düşünüldüğünden çok daha büyük olduğuna inananlar oldukça çoktur.
Irak’ta Şii bölgelerde giderek yayılan sokak gösterilerinin bu yılın başlarında Basra gibi şehirlerde temiz su ve elektrik gibi kamu hizmetlerinin karşılanamaması sebebiyle patlak verdiği hatırlardadır. Mısır, Nil Nehri sularının kontrolü nedeniyle bu nehrin çıktığı ve geçtiği ülkelerdeki (Ethopya, Uganda ve Sudan) gelişmeleri daima yakından takip etmektedir.
Çok kısa bir zaman öncesine kadar Fırat ve Dicle Nehirlerinin su kaynaklarının paylaşımının Türkiye ile iki güney komşusu (Suriye ve Irak) arasında ciddi bir sorun oluşturduğu bilinmektedir. Türkiye’nin 1960’lı yılların sonlarına doğru Fırat ve Dicle Nehirleri üzerinde baraj projelerini başlatması, Türkiye’nin hem Suriye hem de Irak’la ilişkilerinde ciddi etkiler ortaya çıkartmıştır.
Suriye’nin 1970’lerden itibaren Türkiye menfaatlerini hedef alan terör örgütlerine verdiği desteği, Türkiye’ye karşı terör “kartını” oynamasını, Ankara’yı su konusunda istediği noktaya getirme gayretlerine bağlayanlar bulunmaktadır. Türkiye Şam’ın terör örgütlerine verdiği desteğe rağmen, su konusunda Suriye’nin istediği şekilde, Fırat Nehrinin sularının bölüşülmesi için uluslararası bir anlaşma yapmak noktasına gelmemiş; buna karşılık Fırat Nehri sularını (Suriye’ye karşı) siyasi bir baskı aracı olarak da kullanmamıştır.
Suriye ve Irak bugün çok daha ciddi sorunlarla ve çözüm bekleyen konularla karşı karşıya bulunmaktadır. Ancak genel olarak su konusunun Orta Doğu’da önümüzdeki on yıllarda bölge halkları ve ülkeleri önünde bulunacağını düşünmek gerekmektedir. Özellikle küresel ısınma konusundaki tahminlerin gerçekleşmesi durumunda sınır aşan nehirler konusunun tüm Dünya’da ve Orta Doğu’da bir kez daha ön plana çıkacağını düşünmek ve bu nehirlere işbirliği alanı olarak bakmak zorunluluğu bulunmaktadır.
Paylaş