Önceleri anlayamazdım ne demek istediğini...
Anlamaya başladığımda ise artık işime gelmeyen bir yaşa erişmiştim çoktan.
Onun içindir ki hâlâ anlamamak için yan çiziyor ve tekerlemeyi kendi aklımca şöyle düzeltiyorum:
“Yaşasam yaşasam, yaşadığım kadar daha yaşarım.”
Böyle iyimser gözle bakınca, Hürriyet EGE’nin 40’ıncı yılı için kalem oynatanlar arasında olmak daha bir anlam kazanıyor.
Etrafınıza alıcı gözüyle bakın lütfen...
“İzmir’de 40 yılın imbiğinden süzülmüş ‘ne kadar az satır’ kalmış olduğuna” hayret edeceksiniz.
Soruyu, geçen her yılla birlikte, babam gibi değil de benim gibi sorduğu için olabilir mi?
500 yıllık bir kaleye, etkinlik düzenleyerek, sadece vakıflar sahip çıkmaz. Konsere saygıyla ara vermişken, misafirler ezan okunurken çene çalmaz, metro 01.00’de kapandığı için, kimse emekli ispenç horozu gibi ortada kalmaz. İzmir’de de, “uygar kentler liginden düşülmesin, deyû” canını dişine takmışlar olduğu için, İKSEV’in ev sahipliğindeki 37. Uluslararası İzmir Festivali’nde, geçen çarşamba akşamı olduğu gibi, hamdolsun. Destansı müzikleriyle çok sayıda filme müzikal ilham veren ustalar anılır, sinema tarihinin büyük portresi “Ennio Morricone” büyülü tınılarıyla yaşar, 500’den fazla filmin, orkestra müziklerinin bestecisi, güle oynaya ağırlanır.
Orkestra şefi, trompet sanatçısı ve müzik düşünürü şapkaları havada uçuşur, görüntüleri konuşturan “efsane” için “Le Muse” durumdan vazife çıkartır, kadınlardan oluşan bir topluluğun özel kariyeri, böyle köpürtülür. Şef “Andrea Albertini” yönetiminde, sahneye bir “zaman makinesi” kurulur; Misafirler, iz bırakmış filmlerin yanına, “tekrar izlenecek” notu düşer ve işin farkında olanlar, “o piyano oraya -yine- nasıl taşındı?” diye söyleşir.
Solist soprano “Daniela Placci” nin, göz kamaştıran elbisesi, elbet konuşulur, “Usta’nın dünyadaki sesi” “Susanna Rigacci” ile “mihrabın yeri” işaretlenir, Topluluğa son anda katılan Türk Çellist “Pelin Odabaşı” , gururla alkışlanır. Ve duayenler, sinema perdesine, “özlenmiş bir Türkçe ve ses” ile hayat verirler.
37. Uluslararası İzmir Festivali, bu akşam yine 21.00’de Çeşme Kalesi’nde İstanbul Polonya Başkonsolosluğu ve İzmir Fahri Konsolosluğu işbirliği ile yapılacak, “Marcin Dylla” klasik gitar konseriyle devam edecek.
Festival kitapçığındaki, “mütevazı görünen en iddialı” başlıktaydı aklımız: “Klasik gitarın genç duayeni” olmak... Aslında “en kıdemli diplomat” anlamına gelen “duayen” sözcüğü; “u borularındaki suyun külliyen aşağılara düştüğü” güzel ülkemde, uzun süredir iskambil destesi gibi hoyratça dağıtılıyor olsa da, TDK’nın nadiren bulduğu güzel karşılıklardan biri olan “aksakallı” ile parlıyordu benim hayalhanemde. Üstelik, bu hayali“genç” gibi; tazelik, “delişmen bir toyluk çağrışımı” ve kafamızdaki Z kuşağının halleri ile koşullanmış bir avarelikten kopartıp, ellisine merdiven dayamış, üstelik akademik bir ustalık çeşnisi ile birlikte yorumlamamızı istiyorlardı.
Dakikalar ilerledikçe, barok zamanlardan günümüze, Silvius Leopold Weiss’ten Astor Piazzolla’ya uzanan seçilmiş bir gitar repertuvarı sarıp sarmaladı bizleri. “Marcin Dylla” hakkındaki, “klasik gitarın yakın tarihinde, eşine az rastlanır bir yetenek olduğu” kanaatinin hakkını vermeye ve tadını çıkartmaya çalıştık. Hemen hemen bütün repertuvarı gözleri kapalı çaldı. Aralardaki, zarif, kıvrak ve nüktedan açıklamaları, yeni tanıştığımız eserlere bile yakınlaşmamızı sağladı. Prestijli yarışmalardaki sayısız ödülü, uzun uluslararası turneleri, en çok satan albümler listesindeki yeri, seçkin yarışmalarda jüri üyesi olarak aranan kimliği, “ilk seslendirilen eserler” için tercih edilen parlak stili ve neredeyse tüm önemli gitar festivallerine davet edilme ayrıcalığı ile iz bırakmış bir sanatçı, sadece birkaç metre ötemizdeydi işte... “İyi müzik kutsalı”nı, “elimizin altında fırsatı”na taşıyan, İstanbul Polonya Başkonsolosluğu ve İzmir Polonya Fahri Konsolosluğu’na da birer çiçek gönderelim buradan. Bu işbirliği ile gerçekleştirilen konseri, “herhangi bir geceymiş” takviminden çıkartıp, 37. Uluslararası İzmir Festivali’nin “unutulmazlar”ı listesine eklemek lazım.
Açıkhava konserleri her zaman aksiliklere gebedir. Aynı saatlerde Türkiye, dakikalar sonra başlayacak Hollanda maçına hazırlanıyordu. Hem de ne hazırlanmak! Görmediğimiz, sadece duyduğumuz “hazırlık faslı”, konserin büyüsünü bozmakta gecikmedi. Önce sanatçının konsantrasyonu gölgelendi, sonra seyircinin mahcubiyeti katlandı... Sahneye çıkmamış olanlar, böyle hallerin sanatçılar için nasıl bir işkence olduğunu pek kolay anlayamayacaklardır, sanıyorum. Konserin sonuna (ki yanılmıyorsam, bir bölümü de çalmadan bitirdi...) soluk soluğa ulaşabildik. Organizasyon adına, “elden ne gelir?”den fazlası söylenemiyor. Sanatçıya, konserin “özel ve karmaşık bir akşama denk geldiği” mutlaka açıklanmıştır. Hatta, muziplik olsun diye, Efes’te Zamfir’in başına gelenler bile çıtlatılmış olabilir. Yine de, “dış ses” handikapına “yeterince hazırlamamıştı kendisini, gelecek sefer biraz daha sakin kalacaktır” deyip, toparlayalım. İkinci selama gitarsız geldi, Marcin Dylla. “Bis yapmayacağım, yapamayacağım” demek istediğini böylece anlamış olduk. Maça yetişmek için çoktan merdivenlere yönelmiş olan seyircilere bakınca, “çok da haksız olmadığını” mırıldandık, aramızda. Bizim alkışlarımız ise hâlâ devam ediyor; umarım duyuyordur... 37. Uluslararası İzmir Festivali, 11 Temmuz 2024 Perşembe akşamı 21.00 de İzmir Tarihi Agora’da “Camerata Balcanica Ensemble” konseriyle devam edecek.
500 yıllık bir kaleye, etkinlik düzenleyerek, sadece vakıflar sahip çıkmaz. Konsere saygıyla ara vermişken, misafirler ezan okunurken çene çalmaz, metro 01.00’de kapandığı için, kimse emekli ispenç horozu gibi ortada kalmaz. İzmir’de de, “uygar kentler liginden düşülmesin, deyû” canını dişine takmışlar olduğu için, İKSEV’in ev sahipliğindeki 37. Uluslararası İzmir Festivali’nde, geçen çarşamba akşamı olduğu gibi, hamdolsun. Destansı müzikleriyle çok sayıda filme müzikal ilham veren ustalar anılır, sinema tarihinin büyük portresi “Ennio Morricone” büyülü tınılarıyla yaşar, 500’den fazla filmin, orkestra müziklerinin bestecisi, güle oynaya ağırlanır.
Orkestra şefi, trompet sanatçısı ve müzik düşünürü şapkaları havada uçuşur, görüntüleri konuşturan “efsane” için “Le Muse” durumdan vazife çıkartır, kadınlardan oluşan bir topluluğun özel kariyeri, böyle köpürtülür. Şef “Andrea Albertini” yönetiminde, sahneye bir “zaman makinesi” kurulur; Misafirler, iz bırakmış filmlerin yanına, “tekrar izlenecek” notu düşer ve işin farkında olanlar, “o piyano oraya -yine- nasıl taşındı?” diye söyleşir.
Solist soprano “Daniela Placci” nin, göz kamaştıran elbisesi, elbet konuşulur, “Usta’nın dünyadaki sesi” “Susanna Rigacci” ile “mihrabın yeri” işaretlenir, Topluluğa son anda katılan Türk Çellist “Pelin Odabaşı” , gururla alkışlanır. Ve duayenler, sinema perdesine, “özlenmiş bir Türkçe ve ses” ile hayat verirler.
37. Uluslararası İzmir Festivali, bu akşam yine 21.00’de Çeşme Kalesi’nde İstanbul Polonya Başkonsolosluğu ve İzmir Fahri Konsolosluğu işbirliği ile yapılacak, “Marcin Dylla” klasik gitar konseriyle devam edecek.
Hâl böyle olunca, oturduğu yerden bestecinin yüzünü görmeyen bir köşe yazarı, “kendi gözlüğü”nden filân yazamaz yazısını artık. Aklı hep, acaba (Giacomo Antonio Domenico Michele Secondo Maria) Puccini “en çok kimi alkışlardı ?” fikrine meyleder. O meyilden tahminler üretir.
Yaratıcının, en büyük estetik armağanlarından biri olan insan sesi, öylesine büyülüdür ki, o sesin yanıbaşındaki “enstrüman - eşlikçi” hep gözlerden uzağa düşer. Oysa, müzikal birlikteliğin “kaderde, tasada, kıvançta ortak” yapıtaşıdır refakat. Müzik tarihinde, (alaturka faslı dahil...) “gölgede tükenmeyen sabırla lâmbayı tutan” bu özel insanların yeri ayrıdır. Sanıyorum, konser akşamında en çok piyanist-repetitör Alessandro Zilioli’yi alkışlardı Puccini. Ve geçen yılın sonlarında, UNESCO tarafından, “somut olmayan kültürel miras” ilan edilen “İtalyan opera şarkıcılığı sanatı”nın, çok genç ama yükselen yıldızları soprano Gesua Gallifoco ve tenor Giuseppe Infantino ile de gurur duyardı kuşkusuz. “La Boheme, Madam Butterfly, Altın Batı” gibi operalarından seçilmiş kendi aryalarına da bir alkış gönderirdi mutlaka. Konserin bis parçasının, büyüğü “Verdi”den seçilmiş olmasını da, alkışlardı elbette...
Son ve büyük alkışı da, Agora’dan esirgemezdi diye düşünüyorum. “Ölümsüzlüğün, zaman ve mekânla olan ilişkisi”ni, en az bizler kadar Puccini de hissetmiştir konser gecesi. Onun, alkışlamayı akıl edemeyeceği önemli bir ayrıntıyı ise, biz hatırlatalım. Tarihî desenimizin, kent dokusunun yaşayan bir parçası olması için, Festival konserlerini düzenlerken, eşzamanlı olarak İzmir’in kültürel mirasını da kucaklamayı ihmal etmeyen İKSEV’i de biz alkışlayalım.
Dünya hali işte... Biz konserden çıkarken, ajanslar şu haberi geçiyordu:
Cuma akşamı, akşam, AASSM Büyük salonda ve Türk – Macar Kültür Yılı etkinlikleri kapsamında, “Franz Liszt Oda Orkestrası” konseriyle açıldı “Festival”. Artık, kaçıncı yılda olduğumuzu, “uluslararası” kimliğini, “evsahibi”ni filân her seferinde hatırlatmak gereksiz. Çünkü, İzmir’deki bu uzak ara en görkemli sanat organizasyonu için “Festival” demek yetmeli artık. Yıllarca yazdım bu köşeden. Kişileri hedef göstermeksizin; seçilmiş ya da atanmışları ayırt etmeksizin, makamların temsil gücünü taşımakla görevli olanlara, kayıtsızlıkları için sitem ettim. Onlar böyle anılmaktan bıkmıyor madem; ben de bıkmayacağım söylenmekten... Geçen yazımda bahsettiğim, EFA Yönetim Kurulu Başkanı Jan Briers’in betimlemesiyle; “Gururlu şehir” İzmir’in yerel yöneticileri için takvimlerinde, o akşam “Festival”in açılışından daha önemli hiçbir gündem olamaz ! İzmir’e hizmet edenlerin, bu vizyon ve bilinç içinde olmalı beklenir. “Festival”, vakit bulursanız geleceğiniz, denk gelirse uğrayacağınız bir yer değildir. “Festival”in açılışında bulunmak, sizin işinizin, görevinizin ayrılmaz parçalarından biridir. Hattâ, görmezden gelmeniz, hafif tertip, “görevi ihmal” maddesine bile girer... Bu kentin “marka değeri”ne karşı yükümlülükleriniz var çünkü... Aksini yazmak, pek kolay olurdu ama, doğru olmazdı... Salonda, “yokluğunuzu hâlâ hissediyorken” İzmirli, gelin bir daha düşünün...
Hakemin, oynanan futbolun önüne geçtiği maç yorumları gibi başlamış olsak da, biz yine sanata dönelim... Gülsin Onay için, hayranlığımı, “Chopin kapıları tutunca” diye yazmışlığım bile vardır bu köşede. Ama, (her ne kadar bu özel akşam için, kendisinden Liszt dinlemek umudumuzu ertelemek zorunda kaldıysak da...) Mozart’ın 12 numaralı piyano konçertosundaki “kırmızı elbiseli” yorumu için, Peter Cosse’den bir cümle hırsızlamakla yetineceğim: “Duyarlı bir keskinliğe ve zekice bir pırıltıya, en hassas şeyleri bile maharetli parmaklarına neredeyse gülümsercesine emanet etme yeteneğine sahip ve tutkulu bir sanatçı. Hayal gücü yüksek, mükemmel bir piyanist...” Ben Cosse’nin cümlesine, Cuma akşamı için şöyle tercüman olayım isterseniz. Sanatçıdan, bir “Mozart Kırmızısı” dinledik ki, ömre bedeldi.
60 yıldır, klâsik müzik sahneleri ve uluslararası arenalarda, aranan bir isim olan Franz Liszt Oda Orkestrası, kendisine ayrılan dakikalarda, Bartok, Erkin, Liszt, Popper ve Weiner’in eserlerini yorumladı. Liszt’in 2. Macar Rapsodisi’ne, bir “yaylılar topluluğu”nun bu kadar görkemli bir ışık yükleyebileceğini tahmin etmezdim; tarifsiz bir coşku, ustalık ve adanmışlık vardı sahnede.
21. yüzyılın önde gelen şef ve çellistlerinden İstván Vardái yönetimindeki oda orkestrası, Popper’in Macar Rapsodisi’nde ise
Festival, bu akşam, 21.00’de AASSM Büyük salonda ve Türk – Macar Kültür Yılı etkinlikleri kapsamında, 1963’te kurulmuş “Franz Liszt Oda Orkestrası” konseriyle açılacak. 21. yüzyılın önde gelen şef ve çellistlerinden İstván Vardái yönetimindeki, bu prestijli, seçkin ve butik orkestra, Bartok, Erkin, Liszt, Popper ve Weiner’in eserlerini yorumlarken, Mozart’ın 12 numaralı piyano konçertosunda piyanist Gülsin Onay’a eşlik edecek. Konserin biletleri Biletix’ten ve AASSM ana gişeden temin edilebiliyor.
“Uzatmayalım” demiştim ama... “Sözün kısası” niyetine, kentin bir başka parlayan yüzünden de bahsetmemiz lâzım. (İKSEV) Yönetim Kurulu Başkanı Filiz Eczacıbaşı Sarper, yıllar önce Avrupa Festivaller Birliği (EFA) 65. yaşını kutlarken, ilk Türk yönetim kurulu üyesi olmuştu... Uzun yıllar, yönetim kurulu üyesi ve ilk kadın başkan yardımcısı olarak görev yaptığı 75 yıllık EFA’nın, bu kez de ilk kadın “Onur Üyesi” seçildi. Yapılan törende, EFA Yönetim Kurulu Başkanı Jan Briers’in bir cümlesi ve o cümle içindeki bir tasviri gözden kaçırılmamalıyız. Diyor ki, “-Gururlu şehir- İzmir’den Filiz Eczacıbaşı Sarper, alçakgönüllülüğüyle gerçek bir hanımefendi, festivallerde meslektaşlarına ve genç sanatçılara yardımcı olmak, daha zor zamanlarda da Türkiye sanatı ile hepimiz arasında köprüler kurmak için her zaman orada. Onun, kalıcı bağlılığını asla unutamayız...” Sadece gururundan nasiplenip, sevincini, heyecanını, festivalini bilemeyen kentlilere eloğlu, işte böyle uzaktan hatırlatır; kendine, kentine yabancılaşmasını... Teşekkürler Filiz Hanım !
Bir başka umut verici tazelenme daha var bu yıl... Kentin en eski yerleşik sanat kurumu İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncuları, yedi yıl sonra yeniden Uluslararası Festival’de... Üstelik bir “dünya prömiyer”i ile Ahmet Sami Özbudak’ın yazdığı, Gürol Tonbul’un yönettiği, müziklerini Nihat Demirkol, dekor tasarımını Tayfun Çebi, kostüm tasarımını Fulya Çebi’nin yaptığı “Hayal-i Temsil” adlı oyunla sahne alacak. Festival’in ikinci gösterisi olarak, 8 Haziran 2024 Cumartesi akşamı, saat 21.00’de, İzmir Devlet Tiyatrosu Konak Sahnesi’nde sahnelenecek oyun, davetiyeli olarak izlenebilecek.
Kulaklara “Present Tense”i üflendikten sonra, “Uşşâk” makamında bir “nefes” (Tawnimar Toubo) ile başlayınca konser, salondaki cazseverlerin yüzünü görmeliydiniz. Sanatı, ustaca pazarlanan “kamplar ve tabular” arasında yaşamaya alıştırılmış yığınlar, ara sıra böyle açmaza düşürülmeli ki, dünyayı, gördüklerinden ibaret sanmasınlar.
Her ne kadar, Festival programına gönderdikleri tanıtım yazısında, “Geleneksel Arap müziği ve eski Suriye’nin dinî şarkıları” nı referans göstermiş olsalar da, aslında, Anadolu’dan Hindistan’a, Kuzey Afrika’dan Kafkaslar’a, Balkanlar’a ve elbette Ortadoğu’ya uzanan devâsa bir coğrafyada, 2-3 milyar insanın ilgilendiği ve yüzyıllardır hayat ve kültürlerinin bir parçası olan “makam müziği”nden bahsettiklerini anlamıştık zaten.
Festival’in bir “entonasyon ustası”nın adına armağan edilen açılış konserini, “tesadüf” olmaktan çıkartan bir “şark gırtlağı ve şan derinliği” ile doluydu caz gecesi. Adib’in, Amerika ve Paris’te tamamladığı müzik eğitimini, genetik ve kültürel kodlarıyla tütsüleyip, sesi ve müzikal yolculuğunu, cazın tınılarına özgürlük katma heyecanıyla birleştirmesi, “tarz”dan “tavır”a geçiş ayrıcalığı vermişti sanatçıya.
Müzikte,