İzmir bir “zıtlıklar şehri…”
Belki de, cazibesi buradan besleniyor.
Hiç beklenmedik bir davet alıyorsunuz;
Aziz Vukolos Kilisesi’ne giden sokakların karanlığı,
Arjantin tangolarının parlak ışığına çıkıyor.
Dilini anlamadığınız siyahîlerin sohbeti,
Carlos Gardel’in şarkılarında, “aşk’ın anlaşılır yüzü”ne dönüşüyor.
Evet onlar “çaldılar !” Enstrümanlarının geleneksel ifadesini aşan bir yorumla, “Osmanlı coğrafyasından, Çîn-ü Maçîn’e, Endülüs’ten Afrika’ya, Kadıköy’den Paris’e uzanan” farklı bir “ipek yolu”nu, bambaşka bir “ay”ın altında yürüdüler… “Şamanizm üfleyen pentatonik dizilerden, segâh’a, sabâ’ya uzanan” müzikal şiirler söylediler. “-Klâsik Doğu (makam) Müziği-ni, Flamenko’nun feryadıyla; dahası Endülüs cante jondo (derin şarkı) geleneğinden gelen lirik, masalsı ve arınmış bir virtüözite ile” sarmaladılar…
“La Luna De Seda” (İpek Ay) isimli son projesinde; yine, (asıl ün yaptığı) ve beş telli kontrbasında kullandığı özel enstrüman tekniği ve deneyselliğiyle kanatlanan Renaud Garcia - Fons, tartışmasız “elebaşıydı !” İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı'nın (İKSEV) düzenlediği 35. Uluslararası İzmir Festivali’nde, Institut Français İzmir işbirliği ile gerçekleşen konserde, “telliler”in bu inanılmaz buluşmasında; daha önce farklı projelerde birlikte olduğu, “İncesaz”ın buğulu sesi ve İhsan Özgen ekolünün seçkin arşesi Derya Türkan (kemençe), çağdaş ve klâsik batı müziğinden ladino, rembetiko ve daha fazlasına uzanan ufkuyla Serkan Halili (kanun) ve Flamenko’nun yanık notalarında, herzaman aranan bir yorumcu olan Kiko Ruiz (Flamenko gitar) ile birlikte sahne aldılar. Demem odur ki, “orada ol(a)mayanlar”a tarife çalıştığım müzikaliteyi, “eşi menendi görülmemiş bir ritim algısıyla, ezgi ve zaman zaman da, doğaçlamayı beraber keşfetmeye yönelik bu derin arzuyu – suçu” herkesin gözü önünde, “teşekkül halinde” işlediler…
Bu yılki festivalde, “…ben de oradaydım” diye hoş bir icat çıkarttı, İKSEV. Hem de “dejavu” tacirlerini kıskandıracak “anı cümlecikleri”, her seferinde, “…siz orada olun diye biz 35 yıldır buradayız” vurgusuyla bitiyor. Aynı döngünün rüzgârıyla, işte cumartesi akşamı Efes - Celsus Kütüphanesi’nde olanlar da, bizim artık buralarda olmadığımız senelerde, etraftakilere nispet yapmak için, dinlediklerini ve sahnede gördüklerini anlatacaklar. Kulakları kadar, gözleri de tanık olduklarını saklayacak elbet. Ve sanıyorum şu satırları da ekleyecekler; “müzik yaparken, gözlerinin içi gülüyordu, olağan şüphelilerin… Sakin, dingin ve huzurluydular… Gül yüzlüydüler…”
Birden fazla olmasıyla kadının doğurganlığını, iç içe geçmesiyle de annenin korumacı yönünü betimliyordu. O yıldan sonra, dünyanın her ülkesinden talep görmeye başladı. Ahmet Adnan Saygun, Fuarın kapılarını kapatmasından 3 yıl sonra doğdu... İşin tuhafı, Musorgski’nin öldüğü yıl Selânikte doğan Mustafa Kemal’in, günümüzden 100 yıl önce İzmir’i kurtaracağını ve Belkahve’den şehre bakıp, “hitâmuhû misk – mis gibi bitti” diyeceğini de, bu yazıyı yazan, okuyan, hattâ yazıda adı geçen hiç kimse bilmiyordu… İşte, Uluslararası İzmir Festivali’nin, “35. Yıl Açılış Konseri”ni, “kurtuluşunun 100. yılını kutlayan İzmir’e armağan edişi”, resmin “coğrafya” bölümüydü.
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) evsahipliğindeki, 35. Uluslararası İzmir Festivali’nin, “Açılış Konseri”nde, Şef Gürer Aykal yönetimindeki İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, uzun geceye, Hasan Uçarsu’nun son satırlarına “Şu İzmir’den Çekirdeksiz Nar Gelir...” serpiştirilmiş “İzmir, Güzel İzmir” adlı eseriyle başladı. Ardından, “Türk Keman Okulu”nun uluslararası arenadaki itibarlı temsilcisi “Cihat Aşkın”ı ağırladı… Akademisyen yorumcu, Mozart’ın “5. Numaralı Keman Konçertosu / Türk-çe” adlı eserini seslendirdi ki, tarifi bu köşeye sığmaz !
Okuduğunuz yazıya, “matruşka yakıştıması” için ilhâm veren de, aslında konserin solistiydi. Çünkü aynı gün, sosyal medyada, paylaştığı satırlar, öykünün iç içe geçen kısmını tarifliyordu: “…Besteci Hasan Uçarsu, kuşkusuz günümüzde eserleri ülkemizde ve yurt dışında yorumlanan en önemli bestecilerimizden biri. Yazı dili, orkestrasyon ustalığı, farklı renkler ve tınıları kullanarak yeni soluklar getirmesi en çok dikkat çeken unsurlardan. Onun daha önce bir çok eserinin seslendirilmesinde bulundum. Eserlerinin felsefî ağırlığı, akıcılığı ve çeşitliliği karşısında, geniş bir kitlenin beğenisi ortada… Bugün onun ‘Güzel İzmir’ isimli eseri, açılış konserinde ilk defa seslendiriliyor…” Cihat Aşkın’ın, sonraki satırlarda özetlediği kompozisyondan, kendi matruşkamıza ilişkin, küçük bir ev ödevi çıkartmak gerekiyordu… Ben de öyle yaptım.
“…Maestro Gürer Aykal, Ankara Devlet Konservatuvarı kompozisyon bölümünden, Adnan Saygun’un sınıfından mezun; yani Saygun’un öğrencisi… Besteci Hasan Uçarsu ise, İstanbul Devlet Konservatuvarı kompozisyon bölümü, lisans programında Adnan Saygun'un öğrencisi olmuş. Açılış konserinin ilk bölümünde, Saygun’un bir öğrencisinin bestesini, bir başka öğrencisinin yönetimindeki orkestra seslendirdi. Konserin son bölümünde ise öğrencisi Gürer Aykal, hocasına ait ‘Opus 39, 3 numaralı Senfoni’nin, İzmir’de ilk kez seslendirilmesine imza attı. Saygun İzmirliydi ve bu açılış gecesi, bir müzik mâbedi olan Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde yaşandı…”
Gecenin ortasına rastlayan efsanevî “bis”ten bahsettiğimizde, büyük resim, bizi yazının en başına götürecek. Neden mi ? Çünkü, Cihat Aşkın’ın virtüöz kumaşından, dinleyiciler için bu akşamlık biçtiği armağan, gündemi de ıskalamayan asil bir gösteriydi. Sahnedeki “Sakin Güç”, Ukrayna Ulusal Dansı Gopak’ı (Hopak) , Musorgski’nin notalarıyla yorumladı.
Ve gelelim son soruya… Peki, bu seçkin eserlerin hepsi aynı gece mi çalınmalıydı ? Yani açılış dediğin, böyle matruşka gibi mi olmalıydı ? Onun yanıtını da, seyirciler versin artık. Benim kişisel çıkarımım, “Coğrafya kader” derlerdi ; “repertuvar” da öyleymiş !
Festival seyircisi, 9 Haziran 2022 Perşembe akşamı, saat 21.00’de, Efes- Celsus Kütüphanesi’nde , Şef Aziz Shokhakimov yönetimindeki TEKFEN FİLARMONİ ORKESTRASI’nın eşliğinde, genç kuşağın gelecek vaat eden piyanisti Can Çakmur’u alkışlamaya hazırlanıyor.
Nihayet, beklediğim cevabı bu yılın afişinde buldum. Neden mi?
İlk bakışta, ‘pokerdeki 4 benzemez’ misali, uzak düşmüş gibi olsalar da, dünyanın dört bir yanındaki ‘kalburüstü’ festivaller, zaman zaman, doğası gereği benzerlikler gösterir. Nasıl mı? Efendim, repertuvarları benzer bazen; bazen tematik seçimleriyle ‘pişti’ olabilirler. Özel bir topluluğu ağırlamakla öne çıkarken biri, diğeri eşi menendi olmayan bir virtüözü misafir eder; ertesi sezon bunun tam tersi yaşanır... Bir festivalde, bir yıldönümü sahnelenirken, bir başkasında bir anma konseri baş köşededir. Birinde ‘bir ilk’ vitrinlenir, diğerinde ‘bir son’ sahneye çıkar... Bu döngü kaçınılmazdır! Benzemeyen nedir biliyor musunuz? Ve hiç bir zaman da benzemeyecek olan? ‘Festivalin hangi coğrafyada yapıldığı ve hangi geometrik noktayı işaret ettiği...” Yani hangi ülke ve hangi şehrin festivali olduğu ayrıntısı. Bu ayrıntıyı bir ayrıcalığa dönüştürmek ise, evsahibinin işidir. Kentli bilinci, marka değerini, festival şehrinin kimliğine gizlemiştir. Bu giz, herşeyi açık eder işte...
‘35. Uluslararası İzmir Festivali’nin bu yılki afişi, (aynı zamanda İKSEV Yönetim ve İcra Kurulu Üyesi olan...) Mimar-Ressam Ayşe Perin Tatari’nin, ‘mürekkep ve guaj’ ile çalıştığı bir tablonun yansıması olarak hazırlanmış. Yazının başındaki heyecanımı kağıt üstünde görünce, yıllardır stilini hayranlıkla izlediğim Tatari’yi aradım; afişin öyküsü için yardım istedim, beni kırmadılar. Dahası, beni ‘bu kent kimliği vurgusunu ilk siz fark ettiniz’ nezaketiyle onurlandırarak... Sözü kendisine bırakıyorum:
35 YILLIK FESTİVAL
“...Afişi tasarlamak için kağıt ve kalemi elime aldığımda, gözlerimi kapayıp, önce yaşadığım kent İzmir’i hayal ettim. Bir yabancıya anlatsam nasıl anlatırdım? Kuşbakışı baktım, beğenmedim, üzüldüm. Şehircilik ihmal edilmiş ya da başka nedenlerden icra edilememişti. Kişilikli bir mimarisi ve kentin simge binası yoktu. Kent, geçmişinin değerli izlerini adeta yutmuştu... / ... Smirna Agora’sı, Yeşilova Höyüğü, Tepekule ve kazıları, devam etmekte olan tiyatro, eski İzmir’den günümüze kalabilenlerdi. İzmir’de yaşamak Körfez’e bakmaktı... İzmir gökyüzüydü, İzmir denizdi, İzmir günbatımıydı, İzmir maviydi... Karşıyaka sahilindeki çocukluğum; kıyıda ahşap sandalımız, günbatımında babam ile körfez gezilerimiz, deniz kaplumbağaları, yunuslar... Ve diğer tarafta, kentin 35 yıldır süren festivali... Kadifekale, Simirna Agorası, Tepekule, Efes Büyük Tiyatro, Celsus Kütüphanesi, Çeşme Kalesi, Metropolis... Bütün bu mekânlarda, dünyanın en iyilerine evsahipliği yapılmıştı...
Oda müziğini (önceliğim “geleneksel makam müziğimiz” olduğu için değil), başbaşa halinin büyüsü sebebiyle, oldum olası, ayrı bir yere koyarım. “Sınırlı sayıda dinleyici kabul edebiliyoruz” ayrıntısı, daveti, zaten yeterince cazip kılıyordu. Üstelik, 5’inci kattaki 5 numaralı oda hıncahınç doluydu. 25 sandalyesi olan bir yerde 25 dinleyici varsa, başka bir sıfat aramak yersizdi.
ÖLÜM NEDENİYLE İPTAL
Resital ve söyleşinin sonunda, arpist, besteci Şirin Pancaroğlu ile ayaküstü konuşma fırsatı bulduk. Kariyerinde, bir kırılma noktası olduğunu dile getirdiği, (ve kendisini, “uluslararası ölçekte büyük bir yetenek” olarak niteleyen) “Washington Post” makalesini kastederek, “hayatınızı değiştirecek bir yazı yazabileceğime söz veremem...” diye başladım. Söyleşinin bir yerinde; Ankara’daki bir resitalinin, bütün biletler satılmış ve Resim Heykel Müzesi Salonu’nun bütün koltukları doluyken, tam sahneye adımını atacağı sırada (Özal’ın ölümü sebebiyle) iptal edildiğini anlatmıştı. Daldan dala atladığımız için, “...devlet büyükleri öldüğünde, sanat etkinlikleri neden iptal edilir? Hâlâ anlamam” cümlesine, küçük bir nazire ile karşılık veremedim. Oysa, “...Piyanist Prof. Wilhelm Kempff’in, 23 Kasım 1963’te, (Başbakan İnönü’nün, tüm kabinesini götürdüğü Ankara konserinden ve) Başkan John F. Kennedy’nin öldürülmesinden bir gün sonra, İstanbul konserini Kennedy anısına verdiğini, konser başlamadan önce tek başına sahneye çıktığını ve Başkan’ın anısına Beethoven’ın Sonat op. 26’sının 3. bölümü ‘Marcia Funebre’yi seslendirdiğini, sadece seyircilerden, ‘alkışlamamaları’nı istediğini...” fısıldayıverecek ve memleket sanatının, dünü ve bugününe ilişkin küçük bir dedikodu paylaşacaktım.
Kısa bir sörf ile ulaşabileceğiniz satırları, burada fazla vermek istemiyorum. Meraklısı, Pancaroğlu’nun, “...Klasik müzik geleneğinden yetişen Türkiye’nin önde gelen arp sanatçısı olduğunu, aynı zamanda geleneksel Türk müziği, doğaçlama, tango ve avangart türlerindeki çalışmaları ve mizansen içeren performanslarıyla da tanındığını, farklı soluklardan yorumcu ve bestecilerle yaptığı işbirlikleriyle dikkat çektiğini, müzik tarzlarını birbirinden ayıran tanımları neredeyse ortadan kaldırdığını, yeni müzik tarzlarına kapı açan bir duruş sergilediğini, güçlü yorumu ve çok yönlü sanatçı kişiliğiyle öne çıktığını, 2010 yılından bu yana, rengârenk işbirlikleri içeren albüm, proje ve turnelere imza attığını...” zaten biliyor.
DOĞURGANLIK ÖNCELİĞİ
Marc Perrenoud’u triosundaki ile Cyril Regamey için, “şaman davulcusu” diye yazmıştım geçen hafta, gerçekten öyleydi. Hatta, “...adını kişilerden alan trioların ismine, öteden beri üzülürüm. İçinde bir ‘esas oğlan’ olduğunu hissettirmesi bile, ‘toplu icra estetiği’ adına, bir burukluk verir bana...” diye de eklemiştim. Ama, 19 Mart Cumartesi akşamı, davuldaki Martin Valihora’nın trio’ya adını vermesini helal etmek zorunda kaldım.
Topluluğu sahneye taşıyan isimlerden, 40’lı yaşlarının ortasındaki Eugen Vizvary, elliden fazla albümde yer almış, solo albümü ile büyük turnelerde ağırlanmış, ve ‘en iyi caz albümü’ ödülüne de sahip tanınmış bir piyanist; Juraj Griglak ise, sadece Slovak Filarmoni Orkestrası’nın bir üyesi olarak 30 yılı geride bırakmış, dahası yaşayan bir Slovak bas efsanesi olarak anılıyor, üstelik besteci kimliğiyle de gerek Slovakya’da ve gerekse uluslararası platformda birçok önemli caz festivaline davet edilmekle ünlenmiş olsa da, bu iki sanatçıyı sahnede taşıyan ismin Martin Valihora olduğunu söylemek, abartılı sayılmayacaktır. Teşbihte hata olmazmış; “iki atlı bir arabanın optimum süratini belirleyenin, yavaş at olduğu” gerçeğine rağmen, (üç atlı bir performansta) ilk defa, davulun bütün bir geceyi sürüklediğine şahit olduk...
Zaman zaman bir “âyin” kutsiyeti içinde bütünleştiği enstrümanının başında, “içine caz ruhu üflenmiş” cüssesi ile donanma fişeklerini ateşleyen bir “ateşbaz” resmi vermesi, onun neden 20 yılı aşkın bir süredir, Avrupa ve ABD’deki müzik projelerinde en çok aranan müzisyenlerden biri olduğunu açıklıyor zaten. Bir farkla ki, en az yaktığı ateşin sıcağı kadar, oynadığı ateşle salonu yakmaktan çekinmeyen çocukça samimiyetinden de etkileniyorsunuz. Bu konserin, Avrupa cazına şüpheli gözlerle bakanlar için de, inovatif bir sayfa olduğunu düşünüyorum.
Konser kitapçığında, Martin Valihora’nın, “...daha çocuk yaşta piyano eğitimi aldığı”ndan söz ediliyor. “Bratislava Konservatuvarı’nda bateri ve perküsyon eğitimi alması, Boston’da ünlü Berklee College of Music’te eğitimini sürdürmesi” daha sonraymış... Büyük resme hakimiyeti, belki de sürecin böyle akmasıyla gerçekleşti. Slovakya’nın ötesinde, en çok Japon piyanist Hiromi Ue- hara ile yaptığı uzun süreli işbirliğiyle ünlenmiş. Bugüne dek birçok Slovak ve yabancı grupla çalan Valihora, kurucusu olduğu One Day Caz Festivali’nin de halen direktörlüğünü yürütüyormuş.
Festival, son dönemeçlerine yaklaşırken, 24 Mart 2022 Perşembe akşamı, yine AASSM’de, saat 20.00’de, Angelika Niescier - Saksafon / Selen Gülün - Piyano, “DUO” konseri var. Meraklısına duyurulur...
“...Gün ağardı bak yine dolandı bulut / Mavi bir kayığım ben, yeni bir umut
Gel açılalım sevdiğim sevda durmaz sığ sularda / Ellerin yıldızla poyraz, gözlerin deniz / Gel kaybolalım sevdiğim uzak diyarın birinde / Biz yaramaz çocuklarız senle ikimiz
Tutsak senle ayrı ayrı iki ucundan dünyayı / İlmek ilmek bu sevdayı öremez miyiz? / Yaksak yıldız ile ayı, geçsek el ele deryayı / Bu gece aynı rüyayı göremez miyiz?
Dolar rüzgar yelkenime, kayığım gider / Düşer suretin sulara, hasretlik biter...”
Bir tarihlerde, “tam da memlekette, ‘kadim incesaz’ın edebi”, örselenirken, “Arka bahçeye nasıl sığınıldı?” diye merak etmiş sormuşum ve sevgili Onural, şöyle ışıklandırmış cevabı: “...Bir ‘işlevi olan’ müziğin, ‘kaba saz’ ile icra edildiğini kabul edelim; hani düğün-dernek, savaş, her şey yani... Bir de ‘işlevi olmayan’, sadece ruh için, sadece dinlemek için yapılan müzik; onun da ‘incesaz’ ile icra edildiğini düşünelim. Bir bakıma, batıdaki oda müziği ile eğlence müziği ayrımı gibi. Bu anlamda, biz ‘incesaz’ tarafını tercih ettik. Kimisi, ‘bununla ne rakı içilir!’ diyor mesela, kimisi, ‘aşık olduğun zamanlarda bunu dinlemen lâzım...’ filân. Hani, bir işe yaratmaya çalışıyorlar... Dolaylı olarak bir istifade doğmuş olabilir; onu bilemem... Ama benim kafamdaki, birlikte yola çıktığımız arkadaşlarımın kafasındaki şuydu: ‘Öyle bir müzik yapalım ki, yalnızca ve yalnızca bizim istediğimiz müzik olsun...’ Ve sadece, müzik olarak dinlensin! Biz burada, ne daha çok popüler olsun diye, ne şu işe yarasın diye, ne bu işe yarasın diye, hiçbir kaygı gütmedik; sadece ve sadece istediğimiz müziği yazalım, yapalım... Yani bu bizim ‘arka bahçemiz’ olsun... / ... Ama buraya kimseyi dokundurtmayalım. İşte onun ismi, ‘İncesaz’ oldu... Ve mümkün olduğu kadar da, (işte 25 sene oluvermiş bile/nd)... İnatla, inançla kendimizi koruyoruz...”
Grubun solistlerinden Ezgi Köker, bugünlerde doğum yaptığı için bir süreliğine sahneye çıkamıyor. İzmir konserinde, sahnede onun yerine Neval Güleç ve her zaman olduğu gibi Bora Ebeoğlu solist olarak yer alacak. İncesaz grubu, tanburda Murat Aydemir, kemençede Emre Erdal, kanunda Taner Sayacıoğlu, vurmalı çalgılarda Türker Çolak, kontrbasta Volkan Hürsever ve gitarda Cengiz Onural’dan oluşuyor.
Açıkçası korkuyorum! Hepimize Haldun Taner’den hatıra kalan “Fasulyeciyan’ın Tiradı” var ya hani? “...Zaten aktör dediğin nedir ki?” diye başlayıp, “Perde!” diye biten. “...Satenik’in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuşla Virginia’nın bir dialogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler...” tekerlemesi aklıma geliyor ve konserin orta yerinde, (bu mabedi olur olmaz işler için kullanmış) münasebetsiz bir politikacının, saçma sapan bir tiradı, müziğe karışacakmış endişesinden kurtulamıyorum. Neyse ki bu konserde de, cazın “mavi notalar”ı, çapsızlığını rutinini siliverdi; dakikalar içinde...
Geçen perşembe günü, festivalde, piyanist, besteci Marc Perrenoud’u triosu ile (Marco Müller – Bas, Cyril Regamey – Davul) dinleme fırsatı bulduk. Logo, Two Lost Churches, Vestry Lament ve ‘Nature Boy’dan sonra; 2008’den bu yana çıkarttıkları beşinci, bol ödüllü ve adını, mitolojide ‘rüyalara biçim veren kehanet rüyaları tanrısı’ndan alan albümleri ‘Morphée’i seslendirdiler. Çok parlak bir geceydi... Avrupa cazına getirdiği yeni ses ile, son 10 yılda, dünya çapında yaklaşık 400 konser veren trionun ödüllerinden bahsedebilmek için, ayrı bir yazı lazım; mecburen hatırlatıp geçiyoruz.
Adını kişilerden alan trioların ismine, öteden beri üzülürüm. İçinde bir “esas oğlan” olduğunu hissettirmesi bile, “toplu icra estetiği” adına, bir burukluk verir bana. Bu grup da, benim gibilere aynı kaderi yaşatanlardan... İşte o esas oğlan; yaptıkları müziği çağrıştırmayan ve öyle her zaman da alışık olmadığımız, ‘kontrollü ve müşterisini kapıda karşılayan bir İsviçre bankası müdürünün sükûneti, ciddiyeti, özgüven ve uygar retorikası’ içinde, samimiyet ile sahne şımarıklığının birbirine karışmadığı bir tavırla eline aldı mikrofonu...
Söylediklerinin pek çoğu, kelimesi kelimesine vardı program kitapçığında. Ama İzmirli seyirci, İngilizce anladığını vitrinlemek kaygısını yine bastıramadı ve yine abartılı nidalarla karşılık verdi sanatçıya. İşitip-okuduklarımız, mealen şöyle: “Bazı insanlar için geceleri müzik yazmak doğaldır. Benim için değil. Ben daha çok sabah insanıyım. 2019 Ağustos’unda, Cenevre’de gündüzleri boğucu bir sıcak vardı; bu yüzden gece bestecisi oldum... /...Yaz aylarında zamanla ilişki farklıdır, işler yavaşlar. Geceleri, uyku ve yarı bilinç arasında yazmak, daha büyük bir boşluk ve rezonans duygusuyla farklı bir dünyaya girmeme, özgür, açık, zamansız bir ses geliştirmeme izin verdi.../ ...Château Rouge’da kendimizi izole ettik ve böylece oldukça farklı bir şekilde çalışma imkânı bulduk... / ...Gece yaşantısından alınan sekiz anlık görüntü... / ...Bazen bir rüyanın anımsaması zor çırpınışı, bazen nefes kesen bir dinamizm, bazen ışıksız bir gecede, kente özgü bir saklambaç oyunu... /...Buna karşılık, trionun nefes almasına ve son derece yavaş bir tempoda ses algısını açmasına izin veren bir başkası.../ ...Alacakaranlğa ait bir şarkıyla başlayarak samimi bir baladın metamorfozuna dönüşüveren bir diğeri...”
Ekim 2019’da Studio de Meudon’da muhteşem bir Steinway kuyruklu piyanoda kaydedilen albümü, AASSM’de, yine muhteşem bir Steinway’de dinledik. İz bırakan notlara gelince... “Piyanoda, tribüne oynamadan oturabilen, rahmetli validenin, ‘dolma sarar gibi kaygısız bir özgüvenle çalıyor’ dediği tipte, sakin bir adam. Bestelerinin sonunda, sanki hep bir ölçü (özellikle) eksik bırakılmış gibi; stili böyle... Gerekmedikçe pedal kullanmıyor. Ayakta, kontrbas ile sarmaş dolaş dolaş, gösterişsiz bir basçı... Benim gibi ‘bassperest’ler için terapi dakikalarını süslüyor... Ve Fasulyeciyan ile başlayan yazının sonunda, üstünde ‘İstanbul - Agop Zilciyan’ yazan zillerle açık açık oynaştığını söylemem gereken, cazdan öte bir şaman davulcusu; son zamanlarda dinlediklerimin, en iyisi... Trio’nun belirgin ritim cümleleri ve bir İsviçre saatinin içgüdüsel düzeni... Bu konserden de, bu kadar... 02 Nisan’a kadar devam edecek Festival programını, yakından talip etmenizi öneririm.