Hemşire Ayşegül Terzi’yi 12 Eylül’de İstanbul’da belediye otobüsünde şort giyiyor diye tekmeleyen Abdullah Çakıroğlu 17 Eylül’de yakalandı diye sevinmiştim açıkçası.
Boşunaymış. Yanılmışım.
Cenazeden dönünce serbest bırakıldığını öğrendim, kötü haber oydu işte.
Çakıroğlu 35 yaşında.
Ne Cüneyt Arkın gibi yürek yakan, ne Ayhan Işık gibi kıranta, ne Önder Somer gibi baştan çıkaran, ne Kadir İnanır gibi maço, ne Ediz Hun gibi salon efendisi, ne de İzzet Günay gibi beladan uzak duran bir yakışıklı tipiydi, bazen Murat, ama daha çok Ferit ismiyle beyaz perdeye yansıyan.Mahallenin dürüst, akıllı çocuğuydu o. Hani ağaçta kalan kediyi de kurtaran o olurdu, haksızlık eden öğretmene karşı sınıfta çocuğunuzun yanında olan da, ona haksızlık edildiğinde öğretmenin yanında duran, mahalledeki bütün kızlarının içinin gittiği de o olurdu.
Bizim kuşağın örnek aldığı tip işte o Ferit’ti; o zaman o yirmilerinin ikinci yarısında, biz de yirmilere doğru ilerliyorduk.Canım Kardeşim’de ağladık, Hababam Sınıfıında güldük onunla. (Kemal Sunal, Adile Naşit, Münir Özkul, Halit Akçatepe; ne kadro ama.)
Ah Nerede’de Gülşen Bubikoğlu, Mavi Boncuk’ta Emel Sayın, Oh Olsun’da Hale Soygazi ile hayaller kurdurdu gençlere. O zaman otuzlarını sürmekte olan gazeteci büyüğümüz Nuri Çolakoğlu, yine o zamanlar hit olan Orhan Gencebay’ın “Tanrım beni baştan yarat” şarkısına “İçine biraz Tarık Akan kat” diye espriyle ek yaptıklarını hatırlıyor. Kıskanılmadan özenilmek herkese nasip olmaz.
70’lerin siyasi havasından kendi payına düşeni aynı samimiyetle aldı, kendisine bir saf seçti.Bir yandan romantik komedilerde, melodramlarda başrol oynarken, diğer yandan siyasi yürüyüşlerde de ön safta, başrolde yer almayı bağdaştırabildi. Diğer yandan siyasi filmlerde de görünmeye o yıllarda başladı. 1977 Sürü, 1978 Maden. Maden’de oynadığı hak mücadelesinde bilinçlenip sivrilen işçi belki bir açıdan kendisini de anlatıyordu.
Bu duruşu 12 Eylül 1980’de askeri darbeyle yönetime el koyanların gözünden kaçmadı. Barış Derneği’ne üye olduğu ve bir Nazım Hikmet gecesine katıldığı için hapse atıldı.
Hapisten bırakıldığı 1982’de Cannes Film Festivalinde En İyi Aktör ödülünü kıl payıyla kaçırdı ama, oynadığı film, bir Yılmaz Güney-Şerif Gören yapımı “Yol” Altın Palmiye aldı orada. Yılmaz Güney 12 Eylül kaçağıydı, aranıyordu, hastaydı ve o ödülü alırkenki resmi kaldı hep hafızalarda. Akan’ın da sırtında Şerif Sezer’i taşırken Yol filminin afişinde yer alan resmi.12 Eylül karanlığında Yol filminde oynamak cesaret işiydi ve Tarık Akan melodramlarda nasıl gülümsüyorsa, bu cesareti de aynı samimiyetle taşıyabiliyordu.
Hak mücadelesi safındaki çizgisini değiştirmedi ondan sonra da.Özellikle AK Parti iktidarı döneminde laikliği daha bir öne çıkarır oldu.Son filmini çektiği 2009’a gelindiğinde kamuoyu onu artık ak düşmüş saçlarıyla protesto gösterilerinin ön safında görmeye alışmıştı. Ergenekon ve Balyoz davalarındaki toplu tutuklama ve haksızlıklara karşı çıkarken de, Gezi Parkı protestolarında yer alırken de, gazeteci tutuklanmalarına ve basına yönelik baskılara karşı ön safta yürürken de hep aynı doğallıkla davanıyordu.
Son dönemki siyasi duruşu özellikle de AK Parti taraftarlarını kızdırmaya yetiyor, ama Ferit’ten kalan sempatiyi silmeye yetmiyordu. Mesela Cem Küçük dün Akan’ın ardından paylaştığı Twitter mesajında “Yeşilçam’ın kartpostal çocuğu olarak kalsaydı” keşke diye yazdı; belli ki kızsa da kıyamamıştı. Ama o cenahtaki herkes Küçük kadar nazik olamadı Akan’ın anısına. “Allah rahmet eylesin” temennisine dahi karşı çıkanları söyleyelim, küfredenleri “Sıra Müjdat Gezen’de” sefaletine düşenleri saymayalım; Başbakan Binali Yıldırım’ın olması gerektiği türden rahmet ve başsağlığı dileğini unutmadan. Bu durum dahi Türkiye’nin içinde bulunduğu tahammülsüzlük havasını göstermiyor mu?
Benim cevabım açık: Türkiye şu anda bir iç savaşın içinde olurdu.
Ordunun, polisin bölündüğü, halkın bölündüğü, PKK’nın işe dahil olduğu, Türkiye’nin NATO müttefiklerinden Rusya’ya, İran’a dek komşuların dahil olduğu bir iç savaş yaşanıyor olurdu.
Halkın ve onun temsilcilerinin bir tür istiklal savaşı refleksiyle karşı duruşu olmasaydı, şimdi muhtemelen bu satırları okuyamıyor olacaktınız.
Darbe girişimi atlatıldı, ama travması atlatılmadı.
Çocukluğundan beri tanıdığı, Milli Görüş hareketinde birlikte yer aldığı bir arkadaşıydı söz konusu olan. Kendisi AK Parti’ye geçmiş ama o geçmemişti, bir ilde üst düzey bir görevdeydi.
15 Temmuz kanlı darbe girişimi ardından bir gün arkadaşının eşi arayıp yardım istemişti: Arkadaşı “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ)” üyesi olmak suçlamasıyla gözaltına alınmıştı.
Bakan hemen ne olduğunu anlamaya çalıştı, güvenlik yetkililerinden bilgi istedi.
Ve hükümetin riskli, ama tutarsa kazancı yüksek bir planı devrede.
Dün, 11 Eylül’de hükümet İçişleri Bakanı Süleyman Soylu imzasıyla 28 belediye başkanını görevden uzaklaştırarak yerine kayyum atadı.
Başkanların 4’ü 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin arkasında olmakla suçlanan “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ)” yani Gülen Cemaatiyle bağlantı iddiasıyla alındı. Üçü AK Partili, biri MHP’li.
Görevden alınanların 24’ü ise yasadışı PKK’yla yardımcı olmak kuşkusu altında, çoğu da HDP’li.
Aktepe Polis Akademisini bitirdikten sonra ABD’ye eğitime gönderilmiş, orada da (1996) FBIU akademisinden mezun olmuştu.
Ankara’ya döner dönmez de Emniyet İstihbaratında müdür olarak çalışmaya başlamıştı. Necmettin Erbakan’ın RefahYol koalisyonunun işbaşında bulunduğu, Susurluk Skandalının patlamak üzere olduğu günlerdi.
Müthiş bir elektronik bilgisi, bilgisayar hâkimiyeti vardı. İstanbul’dan başlayarak sokakları kamerayla takip sistemini o kurdu; o nedenle daha sonraki yıllarda Basri Aktepe “Mobese’nin B’si” olarak da anılacaktı.
Ancak 1999’da raporun yazıldığı sırada patlayan Telekulak skandalı nedeniyle raporun yazımında görev alan Ankara Emniyet Müdürü Cevdat Saral ve ekibi görevden alınırken, raporun hedefindeki Aktepe yükseldi. Bu konuda soruşturma açan Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Nuh Mete Yüksel ise gizlice çekilen bir videokasetinin 2002’de basına sızdırılması sonrasında görevi bıraktı.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla olduğunu da vurguladı…
Kriz var ki, merkezi kurulacak; ya da kriz merkezi kurulduğuna göre demek ki “bir nevi kriz” var.
Bu kriz merkezleri 15 Temmuz kanlı darbe girişimi soruşturması ve ona bağlı “Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) soruşturmalarında haksızlığa uğradığına inananların şikâyetlerini kabul edecek, “yanlışlar düzeltilecek” Başbakanın deyişiyle.
Bu hamle tam da hem içeride hem dışarıda darbe ve FETÖ soruşturmalarında kantarın topuzunun kaçtığı, bir tür cadı avına dönüşmekte olduğu suçlamalarının yapıldığı sırada geldi. Pek yankılanmadı ama, geçen hafta hükümet Strasbourg’ta Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyi’ne soruşturmaların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uygun yürütülmekte olduğuna dair güvence verdi.
15 Temmuz kanlı darbe girişimiyle birlikte yürütülen FETÖ soruşturmasının siyasete sıçrayıp sıçramayacağı tartışılırken bu gün ortaya atılan bir iddia siyaset dünyasını karıştırdı.
Sabah gazetesinden Mahmut Övür, bir AK Parti, bir de “CHP’nin duayen isimlerinden birisi” diye tarif ettiği kaynaklarına dayanarak CHP’li vekilin Pensylvania’da Fethullah Gülen ile görüştüğünü öne sürdü.
Övür’ün yazdığı iddiaya göre Gürsel Tekin, Erdoğan Toprak, Umut Oran ve Sabahat Akkiraz, çiftliğindeki binanın kapısına kadar gelen Gülen tarafından yolcu ediliyordu, bunun fotoğrafları da vardı. (BU isimlerden yalnızca Gürsel Tekin 2015 seçimlerinde yeniden Meclis’e girebilmişti.)
Övür, “Bu süreç AK Parti’yi etkileyecek, ama daha az, çünkü onlar elediler. Ama CHP veya HDP için aynı şey söylenemez” dedikten sonra bu iddiayı aktarıyordu.