1983’te sıcak bir geceydi.
Ahmet Türk 12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından meşum Diyarbakır Emniyeti ve ardından cezaevinde gördüğü insanlık dışı işkencelerden sonra serbest bırakılmıştı.
12 Eylül ile hapse atılan Baykal da bir süre önce bırakılmış ama –hani, o halkımızın yüzde 92 ile kabul ettiği Anayasa referandumu ile- on yıl siyasetten yasaklanmıştı.
Ahmet Türk’ün Mardin’deki evinin, meşhur Kasr-ı Kanco’nun çatısına oturmuşlar, rakılar açılmış, pırıl pırıl yıldızların altında kendilerinin ve Türkiye’nin içine düşürüldüğü hale ağlamışlardı. (“Baykal’la yine rakı içebilsek”, Radikal, 07/08/2009)
Birincisi, sonuç almaya yönelik değil, tepki göstermeye yönelik; bunu da ergenlere has bir sürdürülemezlik tavrıyla sergilediler.
Sürdürülemez, çünkü bu kararın Konsey'de onaylanmasını -Avusturya hükümeti dışında- açıkça dile getiren yok.
İkincisi, Türk hükümetinin hak ve özgürlükleri ihlalini cezalandırmak iddiasıyla Türk halkının gururunu kırıyor, demokratik değerler dünyasından dışarı itmeye çalışıyor.
Üçüncüsü, Türk halkıyla demokratik dayanışma iddiasıyla, kanlı bir askeri darbeyi demokrasiye sahip çıkma umuduyla karşı durup defetmiş bir halkın ve ülkenin hala nasıl bir travma yaşadığına bakmaksızın yargılamaya kalkıyor.
Biri, Başbakan Binali Yıldırım’ın başkanlığında toplanacak Ekonomik Koordinasyon Kurulu idi. ABD’de Donald Trump’ın seçilmesi tuz biber olmuş, liranın Amerikan doları karşısında değer kaybı durdurulamıyordu.
Diğeriyse hükümetin 21 Kasım’da kararlaştırdığı üzere, altı AK Parti milletvekilinin 17’yi 18’e bağlayan gece bir oldubitti girişimiyle Meclis’e taşıdığı çocuk istismarcılarına dair değişikliğin yeniden oylanmasıydı. Yıldırım 21 gecesi, önergenin geri çekilmeyeceğini, ancak muhalefet kendi teklifiyle gelirse değiştirilebileceğini söylemişti.
Oysa 22 sabahı Yıldırım, Ankara Esenboğa havalimanında kameralar karşısına geçti İstanbul’daki bir dijital gelişmeler toplantısına katılacağını açıkladı.
Ekonomik Koordinasyon Kurulu iptal edilmişti.
Suriye, Irak, PKK, Fethullah Gülen, ayrıca basın özgürlüğü, yargı filan gibi temel konularda Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Başbakan Binali Yıldırım’ın AK Parti hükümetiyle aynı düşünmüyordu.
Ama siyaseti kestirilebilir olduğu için karşı hamleler hazırlamak da mümkündü.
Donald Trump seçildi. Sadece Erdoğan değil, çoğu lider kestirememişti bu sonucu.
Ama aynı gün bir makale keşfedildi. Trump’ın yakın yardımcılarından emekli General Mike Flynn, The Hill dergisinde yayınlanan makalesinde “Neden çekecekmişiz ki bu Gülen’in yükünü?” gibilerinden bir şey yazmıştı.
Clinton’a bayıldıklarından değil, ne yapacağını az çok tahmin edebildiklerinden.
Zaten bugünün dünyasında, kendimizden de biliyoruz, seçeneklerimiz aslında iyi ve kötü arasında olamıyor ne yazık ki; ölümü görünce sıtmaya, ya da sıtmayla boğuşmaya razı oluyorsunuz.
İngilizce de “Better the devil you know” derler, yani tanıdığın şeytan tanımadığından yeğdir diye.
Clinton, o anlamda Türkiye’nin “bildiği şeytan” idi.
Üstelik bu defa Başbakan Binali Yıldırım, daha 14 Kasım Bakanlar Kurulu’nda “Muhalefetle görüşün, Meclis’e öyle götürün” talimatı verdiği halde.
Muhalefetle görüşülmüş mü? Hayır.
Hadi HDP artık muhalefetten sayılmıyor.
Peki, Başbakanın Anayasa daveti yapmaya devam ettiği CHP ile görüşülmüş mü? Hayır.
Peki, Başbakan Yıldırım’ın “Anayasa’yı birlikte yazıyoruz” dediği Devlet Bahçeli’nin MHP’siyle görüşülmüş mü? “Yasa değişikliklerini dahi danışacağız” sözüne karşılık, o da hayır.
MHP o kadar kızgın ki, bu nedenle cuma günü, yani 18 Kasım’da AK Parti’ye vermeyi düşündüğü ilk Anayasa taslağı değerlendirmesini erteledi.
Çünkü Erdoğan’ın 16 Kasım’da Pakistan’a hareketi ardından, 17’yi 18’e bağlayan saatlerde AK Partili altı milletvekili Meclis’e Türk Ceza Kanununda çocuklara cinsel istismara verilecek cezaları düzenleyen 103’üncü maddede değişiklik öngören bir teklif verdi.
Artık bildiğiniz, tecavüzcüye “evlen kurtul” kapısını açan teklif.
Aynı zamanda dört bir yanından dökülen, adalet dağıtmaktan maalesef uzunca bir süredir sınıfta kalan Türk yargı sistemi üzerine de bir yazı.
Türkiye’yi 15 Temmuz darbe girişiminin eşiğine getiren ve hala daha iyi bir yere götüremeyen yargı sisteminin nasıl yozlaştırıldığını örnekleriyle anlatan bir yazı…
Oraya geleceğiz ve o abilere tek tek bakacağız birazdan.
Ama önce, yargı sisteminden söz ederken bugün zihnimde dönüp duran ve halen hapiste olan birkaç ismi anmaktan kendimi alamıyorum.
Ankara kulislerinde konuşulan ve “cumhurbaşkanı” sıfatının sırf MHP lideri Devlet Bahçeli’yi memnun etmek için korunduğu, aslen başkanlık esaslarının korunduğu tartışmalarına hiç girmiyorum bile.
Diyelim ki partili cumhurbaşkanı, diğer deyişle partizan cumhurbaşkanı modeline halkımız güvenoyu verdi, MHP desteğiyle gidilebilecek bir halk oylamasında.
Diyelim partili cumhurbaşkanı iş başına geçti.
Yine diyelim ki, Meclis’teki bütün yasalar onun onayı olmadan yürürlüğe girmeyecek, icranın başı olarak doğal olan da bu.