Bu aslında 108 yıllık geçmişe sahip bir konu. İkinci Meşrutiyet 1908’de İkinci Abdülhamit’in baskıcı rejimine son verirken, basın üzerindeki resmi sansürüne de son vermişti. Kutlanan oydu. Yoksa Türkiye’de basın, tarihinin hiçbir döneminde belki biraz, o da nispeten, 60’ların sonu 70’lerin başı, biraz 90’ların sonu ve 2000’lerin başı dışında tam olarak özgür oldu demek zor.
Tesadüfe bakın ki Cumhuriyet gazetesinin yazar ve yöneticileri Türk basınında resmi sansürün kaldırılışının 108’inci yıldönümünde mahkeme önüne çıkıyorlar; tutuklanışlarının tam 267’inci gününde, ilk kez.
Meslektaşlarımız birbirinden ayrı iki terör örgütüne, hem Fethullah Gülen’in devlet içindeki yasadışı örgütlenmesine (FETÖ) hem de yasadışı PKK’ya aynı anda yardım etmek ve casusluk yapmakla suçlanıyor.
Gerekçesi, 2015 yılında yaptıkları MİT kamyonlarının 2014 başında Suriye iç savaşında çarpışan muhalif örgütlere askeri malzeme taşırken jandarma tarafından basılması haberi. Daha doğrusu, şimdi AK Parti hükümetiyle eski müttefikleri Fethullahçıların çatışmasının bir parçası olduğu görülen haberin daha önce yayınlanmış ama sonradan milli güvenlik gerekçesiyle mahkemece kısıtlanmış bölümlerine dair ayrıntılarının yayınlanması.
Haberi Cumhuriyet’e basan o dönemin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar, Ankara Temsilcisi Erdem Gül ile bir süre hapis yattıktan sonra tahliye edilip Almanya’ya gitmişti; dönerse yeniden tutuklanması muhtemel. Can’ın hapishane anılarında haber kaynağının Fethullahçılar değil de bir CHP milletvekili olduğunu yazması, malum, olayların akış yönünü değiştirmişti. Polis Can’ın telefonuyla CHP milletvekili (hatta o dönem Hürriyet Genel Yayın Yönetmenliğinden ayrılmış, ama henüz milletvekili seçilmemiş olan) Enis Berberoğlu’nun telefon sinyallerinin o günlerde bir araya geldiğini bulmuştu. Buluştukları yer de Cumhuriyet bürosuydu.
Enis bu “kanıt” nedeniyle terör örgütüne yardımcı olmak ve casusluk suçlamalarıyla yargılandıktan sonra 14 Haziran’da 25 yıl hapse mahkûm edildi ve Maltepe cezaevine kondu. Bu mahkûmiyet, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun 25 günlük Ankara-İstanbul “Adalet Yürüyüşüne” başlamasını tetikledi.
Burada önemli bir parantez açmak zorunluluğu var. Enis’in kızı Dilara Berberoğlu, Güneş gazetesinin 20 Temmuz’da birinci sayfasında hedefe kondu. “Babasının izinde” başlığı altında “Mülteci Hakları Merkezinde” çalışan genç avukat Dilara aleyhine, çalıştığı yerin Avrupa Birliği’nden (AB) mülteciler için mali yardım aldığı (ki hükümet de bunu istiyor) yazılıyordu. Aynı AB Uluslararası Af Örgütüne de yardım ediyordu. Dolayısıyla geçen hafta Büyükada’da tutuklanan –ve birisinin Alman olması nedeniyle Almanya ile yeni bir kriz başlatan- insan hakları savunucularıyla bağlantılı sayılırdı. Sahipliğini AK Parti MKYK üyesi, inşaat müteahhiti ve savunma sanayicisi –Enis Berberoğlu’nu da şahsen tanıyan- Ethem Sancak’ın yaptığı gazeteye göre onlar “casus” olduğuna göre bunlar da casus sayılırdı. Bu örneğin işlerin ne kadar çirkin noktalara gidebileceğine dair bir işaret olmayacağını umalım.
Devam edersek, bugün yargılanmaya başlayacaklar arasında olan dış politika yazarı Kadri Gürsel, benim de üyesi olduğum Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye şubesi başkanıdır. Mesleki hayatı boyunca terör eylemlerinin karşısında durmuş, hem PKK eylemlerini, hem Fethullahçıların yasa dışı işlerini kınamış bir gazetecidir.
Herkesin barışçı olduğu, şiddete dökülmediği sürece protesto gösterisi yapma hakkı var ve olmalı; Anayasanın 34’üncü maddesi böyle söylüyor.
Ancak dün akşam göstericiler sinagogun kapısını tekmeleyip, taşlamış ve göstericiler adına konuşan, kendisini Alperen Ocakları İstanbul İl Başkanı Kürşat Mican olarak tanıtan kişi ajans haberlerine göre şunları söylemiş: “Siyonistler aklını başına alsınlar. Bizim kardeşlerimizin ibadet özgürlüğünü engellemesinler. Nasıl orada bizim ibadet özgürlüğümüzü engelliyorsanız, biz de sizin burada ibadet özgürlüğünüzü engelleriz. Nasıl bugün burada durduysak, yarın da geliriz. Buradan içeriye giremezsiniz.”
Yani bu eylemde yalnızca şiddet ve şiddeti artırarak sürdürme tehdidi yanı sıra Anayasanın 24’üncü maddesiyle güvenceye alınmış ibadet özgürlüğüne engelleme tehdidi de var; eylem sonunda gözaltına alınan, ifadesine başvurulan ise olmamış.
Eylemcilerin İsrail hükümetinin Mescid-i Aksa’ya yönelik bir tasarrufu üzerine sokağı hareketlendirenlerin Türkiye’deki Yahudi toplumunu ve ibadet özgürlüğünü hedef almaları yalnızca yanlış değil, çok da sakıncalı.
Mescid-i Aksa’daki gelişmelere Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan en üst düzeyde müdahil olmuş vaziyette. Erdoğan dün 20 Temmuz’da hem Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas, hem de İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’i arayarak tepkisini dile getirmiş bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın bugün Cuma namazı sırası ve sonrasında meydana gelebilecek tepkiler konusunu dile getirdi.
Bu konuda çeşitli derneklerin, baskı gruplarının bugün Cuma namazı sonrası protesto gösterisi çağrısında bulunuyor. Şiddet içermediği sürece Anayasal haklarıdır. Ancak tepkiler şiddet tehdidi içerecek şekilde Türk toplumunun parçası, vatandaşları olan Yahudi toplumuna yönelmemeli.
Krizin son perdesi 19 Temmuz gecesi Türkiye’nin Berlin Büyükelçisi Ali Kemal Aydın’ın Alman Dışişleri Bakanlığına çağrılmasıyla tırmanmaya başladı. Aynı saatlerde Alman basınına Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in Türkiye ile krizi çözmek amacıyla “tatilini yarıda keserek” Berlin'e döndüğü duyurulmuştu.
Büyükelçi Aydın’a diplomatik nezaketle uğraşacak zaman olmadığı özellikle vurgulanarak ültimatom gibi bir protesto notası verildi. Notada Türkiye’de tutuklu bulunan Alman vatandaşlarının derhal serbest bırakılması isteniyordu.
Bu kişiler Die Welt gazetesinin Türk asıllı Alman vatandaşı muhabiri Deniz Yücel, Etkin Haber Ajansının Kürt kökenli Türk-Alman vatandaşı tercümanı Meşale Tolu ve geçen hafta Büyükada’daki Uluslararası Af Örgütü semineri sırasında gözaltına alınıp ardından tutuklanan insan hakları savunucusu Peter Steudner idi.
Dün akşamüzeri Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Almanların Türkiye’ye tutukluları serbest bırakmak için 21 Temmuz öğle vaktine dek süre verdiklerini de söyledi.
Yoksa ne yapacaktı Almanya?
Onu da Çavuşoğlu ona cevap vermeden önce Berlin’de bir basın toplantısı düzenleyen Gabriel vermişti. Türkiye’ye yeterince sabretmişlerdi, ama böyle gitmezdi. Türkiye’ye seyahat yasağını da, yatırımları da, yardımları da gözden geçireceklerdi.
Çavuşoğlu ise Suriyeli mülteciler için “vermediğiniz yardımı mı kesmekle tehdit ediyorsunuz?” diye sordu. Türklerin öldürmekten yargılanan neo-Nazi NSU örgütü davasının on yıldır sürdüğünü söyledi. Tutuklu Alman vatandaşlarının casusluk şüphesi altında olduklarını tekrarladı; onları Türkiye’ye gelen milyonlarca Alman turistle karıştırmamak lazımdı.
Tabii bu arada Türkiye’nin Almanya’dan ısrarla istediği 15 Temmuz kanlı askeri darbe girişimi sonrası Almanya’dan siyasi iltica talebinde bulunan –ordudan atılmış- subayların durumu var. Çavuşoğlu “Bizim parlamentomuzu bombalayanı terörist saymıyor” diye yakındı.
Kabine değişikliği daha Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bütün yürütme yetkilerini makamına aldığı 16 Nisan referandumundan önce konuşulmaya başlamıştı. Özellikle de 21 Mayıs’ta AK Parti genel başkanlığına yeniden seçilmesinden sonra son derece kolay ve yakın görünüyordu.
Ankara’daki siyaset gazetecileri AK Parti kulislerinden gelen işaretlere bakarak sık sık kapsamlı bir kabine değişikliğinin an meselesi olduğunu yazıyor, Dışişleri, İçişleri, Adalet, Maliye gibi bakanlıklar dâhil tahminler havada uçuşuyordu. Hatta 16 Nisan’la gelen icracı başkanlık sisteminin ruhuna uygun olarak, Meclis grubu dışından teknokrat isimlerin de kabinede yer alacağı yorumlarına rastlanıyordu.
Bakanlar Kurulundaki değişiklikler dün, 19 Temmuz’da, Başbakan Binali Yıldırım’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı 1,5 saat süren bir görüşme sonrası ilan edildi; bir gece önce daha uzun süre bir araya gelip çalışmış oldukları bildiriliyordu.
Ancak açıklanan değişiklikler hükümetin yeni bir döneme girdiğini göstermek, karar mekanizmalarında bir değişimi yansıtmak bir yana, önemli dahi sayılmayacak, adeta yapmış olmak için yapılan yer değiştirmelerden öteye gitmemişti.
En son Fikret Bila’nın 15 Temmuz kanlı darbe kalkışmasının yıldönümü üzerine kendisiyle yaptığı mülakatta okuduk.
Başbakan MİT Müsteşarı Fidan’ı 22.30 ile 23.00 arasında bir saatte, “22.40 olabilir” aradığını söylüyor.
Fidan’ın daha önce kendisini arayıp aramadığını bilmiyoruz. Çünkü Bila “MİT Müsteşarı bu bilgiyi vermiş miydi size, siz aradığınız zaman?” diye sorduğunda, düzeltme yapmadan yanıtlamış: “Hayır, MİT Müsteşarından o bilgiyi alamadık.”
Başbakan Bila’ya o sırada Emniyet Genel Müdürü, Ankara ve İstanbul Valileri ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan dâhil çok sayıda yetkiliyle görüştüğünü de söylemiş; “22.40 olabilir” dediği, 22.30-23.00 arası konuşma da o sürece denk geliyor.
Bu saat önemli… Çünkü Başbakan saat 23.03’te telefonla NTV’ye bağlanacak, halka hitap eden ilk hükümet yetkilisi olarak “kalkışmanın” Türk Silahlı Kuvvetlerinin emir komutası içinde olmayıp, ordu içinden bir cuntanın işi olduğunu, arkasında da Fethullahçıların bulunduğunu söyleyecektir.
Kimliği açıklanmayan Binbaşı O.K.’nın Yenimahalle’deki MİT karargahına 16.10’da gidip, daha sonra verdiği ifadeye göre darbe hazırlığı dahi olabilecek şekilde MİT’e saldırı ihbarında bulunması üzerinden saatler geçmiş durumdadır. Keza Fidan’ın 18.10’da Genelkurmay’a gidip “İhbarın daha büyük bir planın parçası olabileceğini” söylemesinin de.
Darbeciler Ana Karargah iddianamesine göre saat 21.00’da düğmeye basmışlar, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar, İkinci Başkan Orgeneral Yaşar Güler ve kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak’ı silah zoruyla etkisiz hale getirmişlerdir.
Saat 21.30’da darbecilerim “Yurtta Sulh Konseyi” adını verdikleri yasadışı yapı adına Tuğgeneral Mehmet Partigöç, sırasıyla “Atama”, “Katılışlar” ve “Sıkıyönetim Direktifi” mesajlarını ilgili ordu birliklerine Genelkurmay’ın gizli haberleşme sistemi MEDAS aracılığıyla yayınlamaya başlamıştır.
Onu hayatımda ikinci defa dün gördüm. İlk görüşüm bundan bir yıl, bir gün önce, 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece olmuştu.
Darbe kalkışmasının başlamış, halk sokağa dökülmüş, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan CNN Türk aracılığıyla halka hitap etmiş, hatta İstanbul’a inmişti.
Gün 16 Temmuz’a dönmüştü, saat 03.00 sıralarıydı. Biz işimizin başındaydık. Düzgün habercilik yapmanın demokrasiye sahip çıkmanın parçası olduğuna inanarak işimize sahip çıkıyorduk.
Helikopterle geldiler, otoparkımıza indiler. Bir kısmı CNN ve Kanal-D nin bulunduğu Doğan Medya Bağcılar yerleşkesindeki TV-radyo binasına girdi, bir kısmı da Hürriyet, Hürriyet Daily News, internet yayınları ve Doğan Haber Ajansının bulunduğu, bizim “gazete binası” dediğimiz binaya.
Yüzbaşı Süleyman Ahmet Kaya’yı işte ilk olarak o sırada gördüm. Bizi basan timin başındaydı. Ben de binadaki en kıdemli editör olarak diğer arkadaşlarımızla birlikte (Sefer Levent, Deniz Zeyrek, Ateş Yalazan en önde duranlardandı)onun karşısındaydım.
Önce askerlerine G-3 otomatik tüfeklerini namlusunu indirme emri vermesine ikna etmeye çalıştım. Biz silahsızdık. Erler ne olduğunun farkında bile görünmüyordu ve birinin eli tetiğe gitse felaket yaşanabilirdi. Birkaç cümle sonra o talimatı verdi. O ilk kırılma anı oldu.
Birkaç defa üsteledik. Aldığını söylediği emirler sahteydi. Cumhurbaşkanı, Başbakan, generaller televizyonlarda konuşmuş, darbe girişiminin hedefine ulaşmadığı belli olmuştu. “Kendini yakıyorsun, mesleğini yakıyorsun, vaz geç” diye birkaç defa üstelediğimi hatırlıyorum.
Uzatmayalım, olmadı, bizi silah zoruyla dışarı çıkardılar. Polisle çatışıp yaralanarak en son teslim olan Yüzbaşı Kaya olmuştu.
Üstelik herhangi birisi de değil. Örneğin 2012’de AK Parti Grup Başkan Vekilliği yaparken, bir grup AK Parti milletvekili Pennsylvania’ya, o zaman “Hocaefendi” diye önünde diz çöktükleri Gülen’i ziyarete gitmek istediklerinde izin vermeyen bir siyasetçi. Hocaefendilerini görmekte ısrarlı vekiller izni bir başka grup başkan vekilinden almışlar. Onun kim olduğunu henüz teyit edemedim, teyit edince paylaşırım, söz.
Ünal Kültür ve Turizm Bakanlığı da yaptı. Şimdilerde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü.
Mahir Ünal’ın bugün Hürriyet Daily News gazetesinde Barçın Yinanç ile yayınlanan önemli mülakatında söyledikleri AK Parti ile Fethullahçıların, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana özellikle tartışılan sorunlu ilişkisine ışık tutar nitelikte.
Ünal soru üzerine “Bizim dönemimizde güçlenmediler” diyor ve şöyle devam ediyor:
* “Biz devletin demokratikleşmesi adına sivil topluma geniş bir alan açtık ve dolayısıyla, siyaset üzerindeki vesayet odaklarının temizlenmesi için mücadele verdik. Biz bu mücadeleyi sivil toplumla verdik. Sivil toplum örgütü görünümündeki bu yapı, demokratikleşme ve vesayetle mücadele sürecine destek verirken devletin içindeki yapılanmasını hızlandırdı.
* “Çünkü düşünün, 367 garabeti ile karşı karşıya kalan, kapatma davasıyla karşı karşıya kalan, darbe tehdidiyle karşı karşıya kalan, Genelkurmay’dan, yargıdan tehdit üstüne tehdit alan bir hükümet ne yapacak; sivil alanı daha çok güçlendirmeye çalışacak… Ama siz sivil alanı güçlendirmeye çalışırken yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorsunuz. Çünkü sivil alanda yapılanmış legal görünümlü illegal bir örgüt bu defa devletin içine giriyor.”
Ünal’ın “Bizim dönemimizde güçlenmediler” savunmasını, parti sözcüsü olmasına bağlayabiliriz, çünkü evet, Fethullahçılar 1980 askeri darbesinden itibaren devlete sızmaya başladılar ama kademelerde yükselmeleri ve etkili konuma gelmeleri AK Parti döneminde oldu.
Karşı karşıya kalınan korkunç bir haksızlıktı. Artık Türkiye’de askeri darbeler devrinin kapandığını düşündüğümüz bir sırada vurdular.
Kendi adıma, darbeye kalkışıldığına kani olduğum an evden fırlayıp işe koşarken de, köprüyü tutup halka acımasızca ateş edip öldürenlerin, ihanet içinde Meclis’i bombalayanların, zorbalıkla Yurtta Sulh Konseyi dedikleri çete bildirisini yayınlayanların haberini yaparken de, haber merkezimizi darbecilerin baskınına karşı arkadaşlarımızla savunmaya çalışırken de duyduğum his sadece öfkeydi.
Ayrıntılarına artık girmeyeceğim. Yeterince yazıldı. Herkes hayatın kendi önüne çıkardığı payıyla o geceyi yaşadı. Kim kime o geceyi nasıl atlattığını, nasıl anlatırsa anlatsın, kendi vicdanına karşı ne yaptığını, o geceden alnının akıyla çıkıp çıkmadığını biliyor.
Önümüzdeki Pazartesi günü, 15 Temmuz’u 16’ya bağlayan gece Doğan Medya binasının Hürriyet gazetesi ve CNN Türk televizyonunun basılması ile ilgili dava başlayacak. Darbe kalkışması adına baskını yapanlar hakkında suç duyurusunda bulunduğumuz için Erdoğan Aktaş ve ben kendi payımıza (ve kurumumuz payına) düşen hesaplaşmayı mahkemede yapacağız.
Ancak açılan davaların bu adaletsiz, haksız, kanlı darbe kalkışmasıyla hesaplaşmada yeterli olmayacağını biliyorum.
Çünkü Türkiye’de zaten 15 Temmuz 2016 öncesinde de gayet sorunlu işleyen demokratik hayata, hatta muhtemelen cumhuriyet rejimine Cumhurbaşkanının şahsında yapılan bu yıkım hamlesi siyasidir.
Mahkemeler, eğer işlerini gereğince yapıp adalet dağıtabilirlerse, kalkışmanın suçla ilgili kısmıyla hesaplaşmayı yapabilir. Siyasi hesaplaşma mahkemeleri de içeren, ama onun ötesine geçen siyasi bir süreci gerekli kılıyor.
Ne yazık ki son birkaç ayda yaşanan bazı gelişmeler, siyasi hesaplaşmanın, üstelik darbe girişiminin hedefi halindeki AK Parti tarafından ötelenmekte, seyreltilmekte adeta unutturulmakta olduğu kuşkusunu doğuruyor bende.