Çünkü Berberoğlu dün bir yazılı açıklama ile “hukuksuz bir şekilde” iki aydır bir koğuşta tek başına yaşadığını, ailesi dışında yalnızca ziyaretine gelen avukatları ve CHP milletvekilleriyle görüştüğünü, neler görüştüğünün de onlardan sorulabileceğini vurguladıktan sonra şunları söylemiş:
- “Adaletin tecelli etmesi engellenebilir, hukuken aklanmam gecikebilir, çektiğim eziyet uzayabilir. Ama hiçbir halde benden suçlu, iftiracı ve ortada bir suç olmadığı için itirafçı çıkmaz.”
Bu durumda ortada üç ihtimal kalıyor. Ya CHP milletvekilleri Enis’in olmadığını söylediği bir şeyi varmış gibi etrafta konuşuyor, ya cezaevi idaresi Adalet Bakanlığına kendisinin olmadığını beyan ettiği yönde bilgiler rapor ediyor, ya da bunların hiç biri olmadan Cumhurbaşkanının çevresindeki birileri bunu üretiyor, ortalığı karıştırıyor.
Çünkü bu iş yalnızca Enis Berberoğlu’nun “eziyetini uzatmakla” kalmaz, ucu ana muhalefet CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun hapse atılması girişimine dek varabilir, o da ne Cumhurbaşkanı Erdoğan, ne de Türkiye için gurur verici bir gelişme olur. Zaten HDP eş-genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın hapiste olduğu ortamda ne Türkiye, ne Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalif liderlerin hapiste tutulduğu bir ortama layık görülmeli.
Burada Adalet Bakanı Abdülhamit Gül'e düşen bir söz de olabilir.
Ancak şu sıralar Türkiye’de çok tuhaf başka şeyler de oluyor ve onlar da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun görev alanına düşüyor.
Üç örnek vereceğim.
Birincisi, son zamanlarda Türkiye’nin en çok canını yakan olaylardan birisi; 15 yaşındaki Eren Bülbül’ün PKK’lı militanlarca 12 Ağustos’ta katledilmesi olayı. Bu cinayete toplumun her kesiminden anında tepki yağdı.
Bir başka muhalefet lideri, HDP eş genel başkanı Selahattin Demirtaş zaten aylardır terörizm suçlamasıyla tutuklu halde yargı karşısına çıkacağı günü bekliyor.
Diğer yandan Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel başkanı Erdoğan ana muhalefet liderinin casusluk suçlamasıyla karşı karşıya kalabileceğini ima ediyor.
İşlerin o yönde seyretmesinin Türkiye için hiç iyi olmayacağına inandığım için istemem, ama 2015 seçiminde Erdoğan’a rakip olan iki siyasi parti liderinin böyle bir akıbetle karşılaşması ihtimali ne yazık ki ortaya çıkmış durumda.
Gazeteci kökenli CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun Cumhuriyet gazetesine Suriye’ye giden MİT TIR’larına dair bilgileri verdiği suçlamasıyla 25 yıl hapse çarptırılması ardında Kılıçdaroğlu olduğu için, “ön almak” maksadıyla 15 Haziran’da “Adalet Yürüyüşünü” başlattığını söyledi Cumhurbaşkanı.
Bu gelişme öncesinde Berberoğlu hakkında son günlerde vahim bir kampanya söz konusuydu muhtemelen bundan bağımsız olarak. Önce kızı Dilara Berberoğlu’nun Fethullahçıların yayın organı sayılan Zaman gazetesinin yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı’nın oğlu ile evli olduğu yoluyla bağlantı uydurulmak istendi. Uydurulmak diyorum, çünkü küçüklüğünden tanıdığım Dilara evli dahi değil; avukatları da tekzip etti. Ardından eşi Oya Berberoğlu’nun sürekli CHP’lilere “Enis sizin yüzünüzden içeride” diye yakındığı iddia edildi. Oya dün bunu reddetti. Zaten 25 yıl hapse çarptırılmış olan Enis üzerine bir de manevi baskı kuruluyor olması durumu var,
Cumhurbaşkanının bu çıkışı Kılıçdaroğlu’nun 26 Ağustos’ta başlayacağını duyurduğu “Adalet Kurultayı” hazırlıkları sürerken yapmasındaki zamanlama da önemli. Bu çıkış Erdoğan’ın bugün AK Parti kuruluş törenindeki konuşmasının ayrı bir dikkatle izlenmesine de yol açacak nitelikte.
AK Parti’nin 16 yıl önce bugün Ankara’daki kuruluş törenini hatırlıyorum. Okuduğu şiir yüzünden hapis yatmış çıkmış, mağduriyetiyle kendi siyasi çizgisi ötesinde kitlelerin sempatisini kazanmış İstanbul eski belediye başkanı Tayyip Erdoğan’ın tanıttığı isimlerin büyük bir kısmını siyaset gazetecisi olarak tanıyordum. Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener, Yaşar Yakış, Hüseyin Çelik bir çırpıda aklıma gelenler.
Ama dikkatimi çeken Ali Babacan olmuştu mesela. Yüzünde mahcup ve muzip tebessümüyle bu genç adam ekonomiden sorumlu olacaktı. İçimden o ara Meclis’teki hiçbir siyasi partide bu önemli görevi bu kadar genç bir isme güvenip vermeyeceği düşüncesi geçmişti.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu 26-30 Ağustos tarihlerinde Çanakkale’de “Adalet Kurultayı” toplayacağını ilan etmiş bulunuyor.
Hedef belli: CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun 25 yıla mahkûm edilip hapse atılmasının ertesi günü, 15 Haziran’da Ankara’dan İstanbul’a 25 günlük “Adalet Yürüyüşüne” başlamıştı Kılıçdaroğlu. Yürüyüş, 16 Nisan referandumunda “Hayır” diyenlerin adı konulmamış platformuna dönüşmüştü. Kılıçdaroğlu şimdi “Hayır” ruhunu diri tutmaya, belki bu toplantıyla kurumsallaştırmaya çalışıyor.
Ancak bunu bir strateji çerçevesinde yaptığına dair henüz bir işaret yok.
Oysa Erdoğan 7-9 Ağustos arası Rize, Trabzon ve Giresun konuşmalarıyla stratejisini ayrıntılandırmaya başladı.
Erdoğan’ın nihai olarak AK Parti iktidarını zedelemeden yeniden cumhurbaşkanı seçilmek stratejisinin üç aşaması var:
Yeniden yapılanma: 16 Nisan referandumu ardından Erdoğan’ın ilk işi AK Parti olağanüstü genel kurulunu toplamak ve yeniden genel başkan seçilmek oldu. Karadeniz konuşmalarında, parti ara kademelerinden gelebilecek tepkileri göze alarak da olsa köklü değişimlere gitmeye kararlı olduğunu defalarca tekrarladı. “Bunları yapamazsak kazanmamız çok zor” sözü zaten yeterince açık bir ifade. Bu süreç muhtemelen 2018 baharındaki genel kurul ile sonlanacak.
Yerel seçimler: Erdoğan Karadeniz konuşmalarında yeni parti yapılanmasının “ilk testi” olarak Mart 2019 sonu itibarıyla yapılacak olan belediye seçimlerini gösterdi. İstanbul belediye başkanlığından geldiği için bu konuya verdiği önem ortada. Dahası, 16 Nisan’da İstanbul ve Ankara dâhil pek çok büyük şehirde “Hayır” oyu çıkmış olması. Erdoğan Kasım 2019 diye planlanan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri öncesi büyük şehirlerde, özellikle de Ankara, ya da İstanbul’un en azından birindeki mevzi kaybının ciddi bir siyasi darbe olacağını biliyor.
Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimleri
İtiraf etmeliyim ki bunu AK Partili yöneticilerin yüzüne karşı Erdoğan’dan başka kim söylese ortalık fena karışırdı.
Yine itiraf etmeliyim ki, bu konuşmanın yapıldığı 7 Ağustos gibi benim dikkatin “İşimiz zor” kısmında olduğu için bu bölüm dikkatimden kaçmış, dün Abdülkadir Selvi’nin yazısının satır aralarında buldum.
Bulunca da Erdoğan’ın 7-9 Ağustos günlerinde Rize, Trabzon ve Giresun’da yaptığı bütün konuşmaları Cumhurbaşkanlığı internet sitesinden indirip satır satır, bu gözle okudum.
Aslında daha 2014 cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi AK Partiyi Abdullah Gül’e değil Ahmet Davutoğlu’na emanet ederken Erdoğan’ın tahayyülünde, kökü Milli Görüş’e dayanan ideolojik aidiyeti olan kadrolardan çok gözünü siyasete kendisiyle açmış genç kadrolarla yürümek olduğu belliydi. Davutoğlu yönetimi de, onun bir parti içi darbeyle alaşağı edilmesinden sonra gelen Binali Yıldırım yönetimi de, deyim yerindeyse geçiş dönemi sayılacaktı. Bu geçiş dönemi MHP lideri devlet Bahçeli’nin verdiği stratejik destek sayesinde, 16 Nisan referandumu yoluyla Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanı” olmasıyla son aşamasına geldi; bu aşama, icraat aşaması.
Erdoğan’ın AK Parti’de ciddi bir silkelenmeye yol açacağı anlaşılan bu aşamaya tabanı alıştırmak için en güçlü desteğe sahip olduğu, söylediklerine en az itirazın yükseleceği Doğu Karadeniz’den başlamaya karar verdiği anlaşılıyor.
Nitekim “Bu hırsızı nereden buldun?” dedirtmemenin gerektiğini söylediği Trabzon konuşmasının başlarında “Kimse gücenmesin, kırılmasın. Değişmesi gerekenleri, kusura bakmasın değiştirmek zorundayız” demiş ve şöyle devam etmiş:
- “Bu yenilenmeyi sağlayamazsak, hem mahalli idareler seçimleri [Mart 2019], hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, milletvekili seçimlerinde işimiz çok zor olur.”
AK Partinin Erdoğan’ın tasarımındaki yeni yapısında örneğin “belirli kişilerin, grupların, hiziplerin tasallutuna” yer olmayacak. Bu tasarımda bakanlar, milletvekilleri, belediye başkanları, parti yöneticileri “gurur, kibir” yapmayacak, “mütevazı olacak”. Bulundukları “makamı güçlendirecek”, yoksa “makamdan güç almayacak”. Sonra, “Kendi çıkarını partisinin ve ülkesinin çıkarının önünde tutmayacak.” Ve bir de “ihanete bulaşmamış olacak”, ki bununla kast edilenin Fethullahçılık olduğu açık.
Moskova’nın PYD’yi Suriye’nin meşru muhalif güçlerinden biri sıfatıyla Astana barış sürecine dâhil etme talebi Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov tarafından, 6 Ağustos’ta Filipinler’in Başkenti Manila’da yapılan görüşmede Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na iletildi.
Görüşme hakkında ayrıntı veren TRT World haberine göre, Lavrov Astana’daki görüşmelerine katılacak meşru Suriye muhalefeti heyetine PYD’den de bazı isimlerin katılmasından yana olduklarını söyledi. Çavuşoğlu ise Türk hükümetinin bunu “kırmızı çizgi” sayacağını ve “kabul edilemez” gördüğünü söyledi.
Görüşmeye dair yapılan açıklamalarda Suriye’de çatışmasızlık bölgeleri ve domates ticareti üzerinde durulduğu söylenmiş olmasına karşın, diplomatik kaynaklar asıl ağırlığın PYD konusundaki tartışmada olduğunu öne sürüyor.
Dün Tahran’da Türkiye, Rusya ve İran’dan üst düzey diplomatların katılımıyla başlayan çatışmasızlık bölgelerinin genişletilmesi görüşmeleri öncesi Rusya ile yaşanan bu gerilim Türkiye’nin atabileceği yeni Suriye adımlarını da kısıtlıyor.
Bunun iki temel nedeni var.
Birincisi, Türkiye’nin Suriye toprakları ve hava sahasında yapacağı kapsamlı askeri harekâtın Rusya’nın kabulüne bağlı olması... Örneğin geçen yıl 24 Ağustos’ta, üstelik 15 Temmuz askeri darbe girişiminin travması ordunun üzerindeyken başlayan Fırat Kalkanı harekâtı, Rusya’nın işbirliği olmadan o şekilde sürdürülemezdi. Aksi halde Rus ve Suriye uçakları Türk uçak, topçu ve diğer birliklerine rahat vermezdi, engellerdi. Şimdi bir yandan askerin Suriye sınırına yığınak yaptığı haberleri alınırken diğer yandan Rusya ile PYD sıkıntısı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ima ettiği yeni bir harekâta engel olabilir.
İkincisi ise diplomatik manevra alanına dair. Türkiye, aslında Beşar Esad rejimini ayakta tutan güç olan Rusya ile derin enerji anlaşmaları yapıp Suriye’de işbirliğine giderken, NATO müttefiki ve aslında IŞİD’e karşı birlikte savaştığı ABD’ye adeta nispet yapıyordu. Rusya ile yakınlaşmayı adeta ABD’ye karşı koz olarak kullanıyordu. Şimdi bu imkân kısıtlanmış oldu.
Bunda Rusya’nın Orta Doğu’da yıldızı yükselen Kürt kartını bütünüyle ABD’ye kaptırmama endişesi de var. Aslına bakarsanız, PYD/PKK açısından Suriye’de bir özerk bölge kurmanın en kolay yolu, ABD ile değil, nihai olarak Rus ve Suriye hükümetiyle el sıkışmak olacak.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan gibi güçlü bir liderin önündeki siyasi zorluğu ilk defa bu kadar açık ifadeyle kabul etmesi de kolay değil kendi tabiriyle.
O yüzden de “Siz kolay edeceksiniz” diyerek AK Partilileri bir nevi seferberliğe çağırdı, hatta iki defa da “Adeta” yeni bir “istiklal savaşı” diyerek.
Erdoğan haklı; 2019 Kasımında öngörülen gelecek seçimde yeniden cumhurbaşkanı seçilmek için yüzde 50 artı 1 oya ihtiyacı var. Bunu eğer ilk turda kimse alamazsa Erdoğan’ın ikinci turda kazanma ihtimali tabii ki var. Ancak aynı zamanda yapılması öngörülen milletvekili seçimlerinde ikinci tur yok. Oysa 16 Nisan halk oylamasıyla getirilen yeni sistem, tasarlandığı gibi işlemesi için Cumhurbaşkanının Meclis’te tek başına iktidar olan partinin başında olmasını öngörüyor. Hal böyle olmazsa Cumhurbaşkanı seçimi tekrarlatabilir ama yine olmazsa “Nereye kadar?” sorusu gelebilir.
Tabii Erdoğan’ın “zorluk” beyanının altında 16 Nisan’da alınan yüzde 51,4 oyu, 2019 seçimlerine kadar koruyamama endişesi yatıyor. Zaten arada 2019 baharında yerel seçimler var ki, dün kendisinin de dediği gibi, AK Parti yerel seçimlerde genel seçimlerdeki oyunun biraz altında alıyor. Kaldı ki 16 Nisan’da Ankara ve İstanbul başta olmak üzere büyükşehirlerde “Hayır” oylarının baskın çıkması gibi bir durumla karşılaştı Erdoğan ve AK Parti.
Üstelik bir de yüzde 51,4 “Evet” oyunun yalnızca AK Parti oylarından oluşmaması gerçeği var. O yüzde 51,4 içinde MHP ve BBP oyları da var. AK Parti, evet Kasım 2015’te yüzde 49,5 oy oranına erişmişti ama referandumda oy kaybına uğradığı açık.
Erdoğan bu gerçeğin gayet farkında görünüyor. Her ne kadar şu sıra Meral Akşener-Ümit Özdağ tarafından kurulmakta olan yeni parti, velev ki MHP’nin 2015’teki yüzde 11,9 oyunu yarıya indirse bile, kalanı dahi AK Parti’yi yüzde 50’ye yaklaştırmaya yetebilir.
MHP lideri Devlet Bahçeli de bu anahtar rolünün farkında görünüyor. Bunun sağlamasını da geçen hafta sonu yaptı. AK Parti yönetiminde bulunmuş Ayhan Oğan’ın “Yeni devlet kuruyoruz, lideri Erdoğan” sözlerine verdiği sert tepkiyle bunun sağlamasını yaptı. Erdoğan’a yaptığı “Cevabını versin” mealindeki çağrı üzerine, Erdoğan dün üst üste ikinci gün, ikinci kez “Devletimiz Türkiye Cumhuriyeti” diye malumu ilan etmek durumunda kaldı. Bir de AK Parti’den Kurucu liderimiz Atatürk” açıklaması geldi.
Bahçeli, Kürt milliyetçiliğine karşı katı tutumunun yanı sıra, Erdoğan’a verdiği stratejik 16 Nisan desteğinin sınırlarını da çizmiş oldu: Atatürk’e saygı, laikliğe saygı olarak.
Buyurun, beraber bakalım…
- Öncelikle Erdoğan’ın 5 Ağustos’taki Diyanet eleştirisine bir mim koymak lazım. Diyanet, Erdoğan’ın devlet yönetiminde en önem verdiği kurumlar arasında. 2002’deki iktidara gelişinden bu yana belki en rahat çalıştığı devlet kurumu. Çoğu bakanlıktan daha fazla bütçeye ve personele sahip, memurları vatandaşla günde beş vakit doğrudan temas kuruyor ve bu yönüyle de çoğu bakanlıktan daha etkili.
- Erdoğan, Diyanet’in “Özellikle Doğu ve Güneydoğu’daki çalışmalarda çok ama çok geç kaldığı” eleştirisinde bulundu. Bunu hem Fethullahçıların sisteme girişini engelleyememe, hem de Kürt meselesi bağlamında söyledi. Ve Mehmet Görmez’in Diyanet’in başından ayrılmasından sadece beş gün sonra söyledi. Görmez 7 yıl önce, 2010’da Erdoğan’ın tercihiyle göreve getirilmişti ve daha bir hafta on gün öncesine dek her türlü övgüye mahzar oluyordu.
- Görmez’in 31 Temmuz’daki istifası ile Erdoğan’ın Diyanet’in Fethullahçı yayılmadaki payını eleştirmesi arasında neler mi oldu?
- Yüksek Askeri Şura (YAŞ) vardı mesela. Türkiye hep bir uçtan diğerine savrulur ya… Bundan birkaç yıl öncesine dek 15 general ve amiralin arasında sivil olarak sadece Başbakan ve Milli Savunma Bakanı otururdu. O da iyi bir görüntü olmazdı. Şimdiyse, neredeyse bütün bakanlar kurulu üyeleri, adeta çocuklar gibi şen çehrelerle YAŞ’ta yer bulurken, askerler, hepsinin yüzünden düşen bin parça ve zaten emekli olacakları belli üç kuvvet komutanı ve 15 Temmuz gazisi Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ile temsil ediliyordu; adı askeri şuradır.
- Rekor süratle 4 saat süren Şura’da en çok tartışılan karar, Deniz Kuvvetleri Komutanlığına Donanma Komutanı Oramiral Veysel Kösele yerine Koramiral Adnan Özbal’ın atanması oldu. Kösele, Fethullahçıların kumpas kurup hapse attıkları subaylardandı. Hükümet siyasi kararla koramirali kuvvet komutanı yapmak istemiş olabilir. Peki, o zaman neden bir üst rütbede olan kişi, bu durumda Kösele, emekli edilmeksizin onun emrine veriliyor, sivil hayatta olsa “mobbing” denebilecek bir yıldırma operasyonuyla kendi istifası beklendi? Bunun arkasında henüz açıklanmayan bir gizli neden yoksa ciddi yönetim zafiyeti işareti sayılır.
- Toplantının sabahında Başbakan Binali Yıldırım, Anıtkabir’de Mustafa Kemal Atatürk’ün kabri başında hazırolda saygı duruşu yerine ellerini açıp Fatiha okudu. Bu fotoğraf kimilerinin eleştirisini çekse de Yıldırım’ın kendince saygı gösterisi örneği oluşturma, ya da küçüklükten beri Atatürk’e düşman yetiştirilmiş belli bir kesimi belki barıştırma çabası olarak da okunabilirdi. Ne de olsa daha birkaç gün önce Şanlıurfa’da, yani Erdoğan’ın Diyanet’i meydanı boş bırakmakla suçladığı bölgede, sarıklı sakallı bir seyyar satıcı, elindeki orakla Atatürk heykeline saldırmıştı. Önümüzdeki süreçte bu tür kışkırtıcı hareketlerin AK Parti hükümetini daha da zora sokacağı görülebiliyordu.
- İşte AK Parti’nin eski Merkez Karar Yönetim Kurulu üyesi Ayhan Oğan’ın 3 Ağustos gecesi CNN Türk’teki hezeyanı geldi; “Yeni bir devlet kuruyoruz, lideri de Erdoğan”. Oğan, 2010’daki Anayasa referandumu öncesinde Fethullah Gülen “Mezardan ölülerinizi kaldırın getirin” diye tüyleri diken diken ettiği çağrısını yaparken “Yetmez ama evet” kampanyasını yürütenlerdendi; muhtemelen onun ödülü olarak bir dönem MKYK üyesi alınmıştı.
Batı dünyasının askeri örgütü NATO’nun Genel Sekreteri Jens Stoltenberg 3 Ağutos’ta CNN International kanalında yayınlanan konuşmasında NATO-Rusya ilişkilerinin “Soğuk Savaşın bitiminden bu yana en zor” dönemini yaşadığını söyledi.
Gerekçe olarak da Rusya’nın Ukrayna’yı “istikrarsızlaştırma” çabalarını gösterdi.
Rusya-Ukrayna krizi 2014’de baş göstermiş ve Kırım’ın tartışmalı bir plebisitle Rusya tarafından ilhak edilmesiyle zirveye ulaşmıştı.
Baltık bölgesinde, Polonya sınırı boyunca ve Boğazların stratejik rolünün bulunduğu Karadeniz’de NATO ve Rusya tatbikat üzerine tatbikat yapıyor, karşılıklı birlik yığınağı yapıyorlar. NATO Genel Sekreteri ise buna karşı gerilimin daha da artmaması için “caydırıcılık ve diyalogun” birlikte yürütüldüğü bir çift-hat diplomasisi yürüttüklerini söylüyor.
Bir de ABD Başkanı Donald Trump etkeni var. Kongrenin Ukrayna nedeniyle Rusya’ya yaptırım uygulama kararını istemeye istemeye imzalamak zorunda kalan Trump, Twitter hesabından ABD-Rusya ilişkilerinin tarihteki en kötü döneminde olduğunu söyledi.
Burada Trump’ın tarih bilgisini sorgulayabiliriz elbet ama ilişkilerin en kötü durumunda olmasa bile oldukça gergin bir durumda olduğunu söylemek mümkün.
ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence geçenlerde Karadağ ziyareti sırasında Rusya’nın Doğu Avrupa ülkelerinden toprak alma peşinde olduğunu söyleyince Moskova’dan “Bunlar ilkel Soğuk Savaş ideolojisi” cevabı verilmişti. Şimdi bir Soğuk Savaş benzetmesi de NATO Genel sekreterinden gelmiş oldu.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki nükleer güç dengesiyle tanımlanan Soğuk Savaş’ın 1991 sonunda Sovyetlerin yıkılıp Rusya Federasyonuna dönüşmesiyle sona erdiği kabul ediliyor.