Paylaş
Üstelik herhangi birisi de değil. Örneğin 2012’de AK Parti Grup Başkan Vekilliği yaparken, bir grup AK Parti milletvekili Pennsylvania’ya, o zaman “Hocaefendi” diye önünde diz çöktükleri Gülen’i ziyarete gitmek istediklerinde izin vermeyen bir siyasetçi. Hocaefendilerini görmekte ısrarlı vekiller izni bir başka grup başkan vekilinden almışlar. Onun kim olduğunu henüz teyit edemedim, teyit edince paylaşırım, söz.
Ünal Kültür ve Turizm Bakanlığı da yaptı. Şimdilerde AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü.
Mahir Ünal’ın bugün Hürriyet Daily News gazetesinde Barçın Yinanç ile yayınlanan önemli mülakatında söyledikleri AK Parti ile Fethullahçıların, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden bu yana özellikle tartışılan sorunlu ilişkisine ışık tutar nitelikte.
Ünal soru üzerine “Bizim dönemimizde güçlenmediler” diyor ve şöyle devam ediyor:
* “Biz devletin demokratikleşmesi adına sivil topluma geniş bir alan açtık ve dolayısıyla, siyaset üzerindeki vesayet odaklarının temizlenmesi için mücadele verdik. Biz bu mücadeleyi sivil toplumla verdik. Sivil toplum örgütü görünümündeki bu yapı, demokratikleşme ve vesayetle mücadele sürecine destek verirken devletin içindeki yapılanmasını hızlandırdı.
* “Çünkü düşünün, 367 garabeti ile karşı karşıya kalan, kapatma davasıyla karşı karşıya kalan, darbe tehdidiyle karşı karşıya kalan, Genelkurmay’dan, yargıdan tehdit üstüne tehdit alan bir hükümet ne yapacak; sivil alanı daha çok güçlendirmeye çalışacak… Ama siz sivil alanı güçlendirmeye çalışırken yağmurdan kaçarken doluya tutuluyorsunuz. Çünkü sivil alanda yapılanmış legal görünümlü illegal bir örgüt bu defa devletin içine giriyor.”
Ünal’ın “Bizim dönemimizde güçlenmediler” savunmasını, parti sözcüsü olmasına bağlayabiliriz, çünkü evet, Fethullahçılar 1980 askeri darbesinden itibaren devlete sızmaya başladılar ama kademelerde yükselmeleri ve etkili konuma gelmeleri AK Parti döneminde oldu.
Zaten Ünal’ın sonraki iki paragrafta söyledikleri de AK Parti’nin yaşadığı zorluklara çare olacakları umularak “devletin içine nasıl girdiklerini” anlatıyor.
Şimdi Ünal’ın söylediklerini tahlil etmeye çalışalım:
* “Devletin demokratikleşmesinden” kastedilen, siyaset, yargı ve eğitim üzerinde askerin etkisinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu anlaşılabilir bir gerekçe. 1960, 1971, 1980 askeri darbeleri ve 1997’de Erbakan’ın başbakanlıktan istifasıyla sonuçlanan psikolojik operasyon 2000’lere gelindiğinde askerin devlet kademelerindeki ağırlığını artırmıştı. Keza “vesayet odakları” ile kast edilen de çoğunlukla asker ve bir ölçüde bürokrasi ve yargıdaki laik-cumhuriyetçi gelenekti.
* “Genelkurmay’dan tehdit” açıkça 28 Nisan 2007’de Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt adına yapılan ve e-muhtıra denilen açıklamaya atıfta bulunuyor. Asker, eşinin başı kapalı olan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini bu yolla engelleyebileceğini düşünmüştü (ve yanılmıştı).
* Ünal zaten aynı cümlede “367 garabeti” diyerek Anayasa Mahkemesi’nin şekil şartı gerekçesiyle Meclis’teki seçimi iptalini anlatıyor. Devamında Başbakan Tayyip Erdoğan erken seçim ilan etmiş, kazanmış ve MHP lideri Devlet Bahçeli’nin desteğiyle Gül Cumhurbaşkanı seçilmişti.
* “Yargıdan tehdit” ile en çok kastedilen 2008’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının kapatma davası açması ve Anayasa Mahkemesinin de davaya bakmayı kabul etmesiydi.
AK Parti’nin gerçekten baskıdan bunaldığı o noktada, devlet kademelerinde zaten önceki dönemlerde yer etmeye başlamış Fethullahçıları devreye girdiği görülüyor. Cumhuriyet mitinglerinin ortaya çıkardığı atmosferi de buna eklemek lazım.
Şimdi hemen hepsi “Fethullahçı Terör Örgütü – FETÖ ütesi olmak” suçlamasıyla hapiste olan, ya da aranan polis, savcı ve hâkimlerin başlattığı Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, OdaTV gibi davaların da o dönem başlaması rastlantı değil. CHP’nin önceki Genel Başkanı Deniz Baykal’ın “Devlet içinde F-tipi örgütlenmeden” söz etmeye başladığı, Baykal ile Erdoğan arasında savcı-avukat tartışmasının yaşandığı dönemdir bu.
Kırılma noktasını AK Parti kapatma davasının Anayasa Mahkemesinde reddedildiği 2008 yazı olarak görmek mümkün. Ankara’da hep konuşulan, bugün dahi konuşulan ama kanıtlanması çok zor iddialara göre, Fethullahçılar Anayasa Mahkemesinde 7’ye 4 kapatma yönünde çıkacak karara bir şekilde etki ederek, bir oy farkla 6’ya 5 kapatmama yönüne çevirmeyi başarmışlar, ya da böyle olmasa da olayı Erdoğan’a bu şekilde anlatabilmişlerdi.
O tarihten itibaren yükselme devirleri de başladı. 2009’da Dışişleri Bakanlığı Türk diplomatlarına Fethullah Gülen’in okullarına, düşünce kuruluşlarına, derneklerine asli gelir kaynaklarından olan ticari örgütlenmeleri olan TUSKON’a her türlü yardımı yapma talimatı verdi.
Zaten Gülen Amerika'daydı, orada ve Avrupa'da güçlü bağlar kurmuştu, bu da paralel diplomasi yapmak isteyen AK Parti'ye cazip geliyordu.
Bugün tamamı inkâr içinde olan AK Parti ağır topları, kendilerine artık “Hizmet Hareketi” demeye başlayan Cemaatin toplantılarında boy gösterip nutuk atmak için yarış içine giriyor, “Hocaefendiyi” ışığıyla yollarını aydınlatan, kusursuz bir insan olarak tarif ediyorlardı.
AK Parti’nin Fethullahçılarla ilişkisi zirveye 2010’daki Anayasa referandumu sırasında ulaştı. Gülen'in taraftarlarına "gerekirse mezardan ölülerinizi kaldırın" diyerek destek istediği, şimdi çoğu pişmanlık beyan eden liberallerin "yetmez ama evet" kampanyası açtığı referandumdan söz ediyoruz. Dönemin Adalet Bakanı Sadullah Ergin'in Erdoğan'ı, "Ama şimdi bunların eline geçecek" diye uyardığı ve "fark etmez, Kıblemiz bir" mealinde cevap almasının basına yansıdığı dönem.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 15 Temmuz sonrasında belki de bütün bunları düşünerek "Rabbim ve milletimiz bizi affetsin" dedi.
Ünal'ın "Yağmurdan kaçarken doluya tutulduk" diye özetlediği tablo budur. AK Parti devlet içindeki cumhuriyetçi-laik görüntü altında siyasete müdahaleci, başka deyişle “vesayetçi gelenekten” kurtulmak isterken, kendisini Batı'ya "Ilımlı İslam’ın temsilcisi" olarak tanıtan bir örgütün kaleyi içten fetih stratejisine yardım eder konuma düşmüştü.
Örneğin Fethullahçıların asker içinde bu kadar sessiz ve derinden örgütlendiğini 15 Temmuz'a kadar kimse tahmin edemezdi.
Ünal mülakatta önceki askeri darbelerin bir süre sonra yönetimi sivillere devrettiğine dikkat çekerek "Bunlar kalıcı olacaktı iddiasıyla şunları da söylüyor:
* "FETÖ'nün bir takım dış mihraklarla bazı küresel güçlerin Türkiye’yi yönetilebilir hale getirilmesiyle ilgili olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu darbe girişimi başarıya ulaşsaydı bizim ne bağımsızlığımız ne özgürlüğümüz ne demokratik cumhuriyetimiz kalırdı her yönüyle biz bir müstemleke hale gelirdik."
Yani aslında AK Parti bir yanlışla, siyaset ve yargıdaki asker etkisiyle mücadele etmek için bir başka yanlışla, hedefi devleti ele geçirmek olan bir örgütle ittifaka girmişti.
Bu ittifak 2012'de MİT Müsteşarının sorgulanmak istenmesinde çatırdadı ama devam etti. Kopması için 17-25 Aralık 2013 ve Ocak-Mart 2014'te Suriye siyasetinin sabotajı gerekti.
Sonrasını biliyoruz.
Şimdi Fethullahçılarla mücadele için şeffaf olmayan başka yapıların kapısı çalınmamalı. Çözüm yasal ve şeffaf yapılarla Meclis içinde aranmalı.
SON 24 SAATTE YAŞANANLAR
Paylaş