Son gelişmelerin kökü 6 Ağustos’ta Samsun’da oynanan Beşiktaş-Konyaspor kupa maçına uzanıyor.
Binlerce Konyaspor taraftarı neredeyse 600 kilometre öteden gelmişlerdi Samsun’a. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa” yazılı pankartı alınmayan stada meşaleler, hatta bıçaklar girebilmişti. Maçın sonlarına doğru meşalelerden göz gözü görmez hale gelmişti stadyum. O arada sahaya sustalı bıçak atıldı ve hakem tarafından el konularak polise teslim edildi. Maçı Konyaspor’un 2-1 kazanmasıyla da Konysaspor taraftarları, henüz Beşiktaşlı oyuncular ve hakemler çıkmamışken sahaya hücum etti.
Türkiye Futbol federasyonu (TFF) 10 Ağutsos’ta sadece Konyaspor’a değil, başkanı Fikret Orman’ın tepkisi nedeniyle Beşiktaş’a da ceza verdi.
Başbakan Binali Yıldırım, 19 Ağustos’ta AK Parti’nin oy deposu saydığı Konya’daki bir açılış sırasında “Konyaspor’a verilen cezanın hafifletilmesi için elinden geleni yapacağı” sözü verdi.
Ancak 22 Ağustos’ta Konyaspor Başkanı Ahmet Şan’ın evi polislerce basıldı. Telefonu ve bilgisayarına el kondu. Devletin istihbarat birimlerine gelen bilgiye göre telefonunda ByLock programı vardı.
ByLock, yargı tarafından Fethullahçı örgütlenmenin üyeleri arasında gizli haberleşme kanalı ve dolayısıyla iddianamelerde yazıldığı şekliyle “Fethullahçı Terör Örgütü- FETÖ” üyeliği için güçlü gösterge sayılıyor. Telefonunda ByLock olduğu için bugüne dek binlerce kişi hapse atılmış durumda.
O kadar ki, meslektaşımız Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) Türkiye kolu başkanı ve Cumhuriyet Yazarı Kadri Gürsel’in hem FETÖ, hem de PKK’ya aynı anda yardım ettiği iddiasıyla yargılanmasında, ByLock kullanıcıları tarafından mesaj atılmış olması, aranmış olması savcılık tarafından kanıt sayılıyor. Kadri Gürsel’in yanı sıra yazı işleri müdürü Murat Sabuncu ve Cumhuriyet Vakfı Başkanı Akın Atalay yarın, 26 Ağustos’ta tutukluluklarının 300’üncü gününü dolduracak. Daha önce Fethullah Gülen ve örgütünün kirli çamaşırlarını yazdığı için iki yıla yakın hapis yatırılmış olan Ahmet Şık aynı gün 239’uncu, yine Cumhuriyet çalışanı Emre İper 142’inci gününü doldurmuş olacak.
Özetle, ByLock ile kendi bilgisi dışında dahi uzaktan ilgisi olan birisinin bu günlerde hapisten tahliye edilmesi söz konusu olmuyor.
ABD Suriye iç savaşında 2014’teki Kobani çatışmalarından bu yana PKK’nın Suriye kolu PYD’nin milis gücü olan YPG ile IŞİD’e karşı işbirliği yapıyor ve bu da doğal olarak Türkiye’yi rahatsız ediyor.
Erdoğan daha önce ABD başkanları Barack Obama ve Donald Trump’a söylediği bu “rahatsızlığı” dün bir kez de Mattis’e söyledi.
Cumhurbaşkanı daha bir gün önce Ürdün dönüşü uçakta gazetecilere Amerikalıların dağıttığı askeri malzeme yükünün bin kamyonu bulduğunu söylemişti.
Dünkü görüşmede, Mattis’in Erdoğan’a IŞİD’e karşı savaşırken kullanılmak üzere dağıtılan bütün silahların yer ve seri numaralarının Türkiye’ye teslim edileceği sözünü de vermiş; böylelikle o silahların PKK eliyle Türkiye’ye karşı kullanılmamasını sağlayacakları sözünü de vermiş oluyor.
“İnandırıcı buldunuz mu?” diye sordum. Gelişmelere yakın ama ismini vermek istemeyen kaynağım “Siz NATO müttefikimizsiniz, YPG ile işimiz IŞİD bitene kadar dediler. PKK’ya karşı size daha çok yardım etmek istiyoruz deyip başka ne yapabileceklerini sordular” diye biraz daha açtı konuyu ve tekrar vurguladı: “Bekleyip göreceğiz.”
Yani, YPG konusunda ABD ile sorun devam ediyor, biraz hafiflemiş görünmekle birlikte devam ediyor.
Ancak kaynağıma göre, YPG dışında konuşulan (bölgesel güvenlik alanında) “hemen her konuda benzer” düşünülüyor.
Neler bu konular?
Çünkü yakın zamana dek MHP’nin teşkilatından sorumlu olan ve muhalif olduğu zaman dahi MHP lideri tarafından çekirdekten yetişme ülkücü olarak övgü alan Koray Aydın’ın katılmaması halinde Akşener’in kuracağı partinin seçimlerde ciddi bir yüzde 10 ülke barajı sorunu olabilirdi. Şimdi bu sorun ortadan tamamen kalktı demek istemiyorum, ama Akşener’e bir rahatlama sağladığı ortada.
Yeni partinin Ekim ayında, bir duyuma göre Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim’de, Mustafa Kemal Atatürk’ün İstiklal Savaşını başlattığı Samsun’da kuruluşunu duyurması bekleniyor.
Akşener dün Erdoğan’ın “kandırıkçı ve kandırılmış” AK Partisini sandık yoluyla alaşağı edecek yürüyüşünü başlattığını ilan etti ama bu önemli iddiasını gerçekleştirmek için atması gereken başka adımlar da olduğu görülüyor.
Örneğin Akşener’in kurmakta olduğu partinin önemli isimlerinden Ümit Özdağ geçenlerde Hürriyet gazetesine verdiği mülakatta “merkez oylara” talip olduklarını, merkez partisi olacaklarını söyledi.
Ancak yeni parti, kurucu kadroları, vitrin isimleri ve söylemi bakımından MHP’den kopan isimlerin partisi görünümünde hala. Örneğin dün Aydın’ın konuşmasındaki ton daha çok ülkücüler arasındaki ideolojik ayrışmayı anlatan bir ağırlık taşıyordu, ülkenin yönetimine talip olan bir hareketten bundan daha fazlası beklenir.
Mevcut haliyle yeni partinin MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a en zor anlarında stratejik destek veriyor olmasına tepki duyan MHP’lilerin, özellikle Kürt meselesindeki katı Türk milliyetçisi duruşuyla belki kırsal kesimde sınırlı miktarda CHP seçmeninin dikkatini çekmesi mümkün.
Oysa Akşener’in Erdoğan’ı zorlaması için Erdoğan’ın asıl sorunu olan şehirli, belli ölçüde yaşam tarzı rahatsızlığı yaşayan, ancak istikrar ve seçeneksizlik gibi nedenlerle AK Parti’ye oy veren kitleye ulaşabilmesi gerekiyor. Mevcut kadroları, vitrini ve söylemi buna uygun değil.
Akşener’in bir kadın siyasetçi olarak partisine liderlik etmesi, kendisini feminist sayan bir erkek olarak beni memnun ediyor ama kadın lidere sahip olması yeni partinin (altını çizerek tekrarlamak istiyorum ki) mevcut haliyle modernist, şehirli, eğitimli, merkez seçmene hitap eden bir parti olmasına yetmiyor. Bu haliyle yeni parti ancak MHP ve sınırlı miktarda CHP seçmenine göz dikmiş, ancak AK Parti seçmeninin dikkatini nasıl çekeceği açık olmayan bir çizgi sergiliyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dün Ürdün’e hareketinden önce soru üzerine İran ile Irak’ta terörist örgütlere karşı ortak operasyona gidebileceğini söylemesi akla bazı sorular getiriyor.
Ortada birden fazla soru olmasının nedeni zaten birden fazla çelişki olması.
Çelişkilerin başında, hükümetin varoluşsal tehdit saydığı PKK ve Fethullahçı örgütü ABD ve Almanya gibi NATO önemli müttefiklerinin varoluşsal tehdit olarak görmemesi. ABD ve Almanya’nın PKK’yı terörist örgüt saydığı doğru... Ama terörist örgüt saymakla varoluşsal tehdit görmek, yani kendi varlığına karşı tehdit görmek aynı şey değil.
Hal böyle olunca ABD Suriye’de IŞİD’e karşı ortak olarak kendi ulusal çıkarlarını korumak için engeller çıkarabilecek NATO müttefiki Türkiye yerine, meşruiyet için her şeyi yapmaya hazır PKK’yı seçebiliyor. Kurucusu Abdullah Öcalan’ı MİT’e yardım ederek yakalatan CIA değilmiş gibi, Ankara’yı küstürmek pahasına PKK’yı Amerikan Merkezi Komutanlığın Suriye’deki piyade lejyonu olarak değerlendirmekte sakınca görmüyor. Çünkü PKK’nın Amerikan varlığına karşı mesela IŞİD gibi, El Kaide gibi bir tehdit oluşturamayacağını biliyor.
Türkiye içinse durum tam tersine. Almanya ve ABD’den alamadığı desteği İran’dan alabileceğini düşününce o imkânı değerlendiriyor. ABD’nin, İsrail’in ve Suudi Arabistan’ın varoluşsal tehdit sayması nedeniyle karşısına aldığı İran ise, Türkiye için tarih boyunca rakip olmasına rağmen, varoluşsal bir tehdit değil.
Üstelik geçmişte PKK’yı Türkiye’ye karşı kullandığı da vaki olan İran, şu anda ABD ile işbirliği yaptığı için PKK’ya kızgın. Geçtiğimiz hafta, 15-17 Ağustos’ta Ankara’da temaslarda bulunan İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Hoseyn Bagıri’nin dönüşünde Türkiye ile “operasyonel işbirliğini” söz konusu etmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü sözleri onu tamamlıyor. (Bu arada İran genelkurmay başkanının tümgeneral rütbesi taşıması nedense bizde koramiral kuvvet komutanı olunca ayrıntılı yorum yapan meslektaşların pek dikkatini çekmedi.)
Erdoğan’a soru Kandil ve Sincar dağlarına ortak operasyon olup olmadığı şeklinde soruldu.
Kandil malum, fazla söze gerek yok: Mesud Barzani liderliğindeki Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) bölgesinde, Türkiye ve İran sınırları boyunca PKK kontrolünde. Sincar ise ağırlıkla Barzani’nin peşmerge kuvvetleri tarafından IŞİD işgalinden alındıktan sonra PKK’nın kontrolüne girmeye başladı. Ne Türkiye, ne İran, üzerinde ABD koruması olacak şekilde Irak’ın kuzeyiyle Suriye’nin kuzeyinde PKK kontrolünde bir toprak bütünlüğü görmek istemiyor. Bu nedenle iş işten geçmeden harekete geçmek istiyorlar.
Almanya’daki seçim kampanyasında Türkiye’de hak ve özgürlüklerin olağanüstü hal altında gerilemesi temasının prim yaptığı, kampanyanın giderek Türkiye-karşıtı olmaktan Erdoğan-karşıtı olmaya dönüştüğü ve Merkel’in Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a adeta takmış olduğu görülüyor.
Ama Merkel’in son hamlesi artık yalnızca Almanya’yı bağlamıyor; Avrupa Birliği’ni (AB) bağlıyor. Merkel, hapisteki Alman vatandaşlarından Suriye iç savaşı kaynaklı mülteci tehdidine dek bir dizi konudan sorumlu tuttuğu Erdoğan’ı cesaretlendireceğine inandığı için Gümrük Birliği anlaşmasının yenilenmesine fren koydu. Dahası, AB’ye başvurarak Türkiye’ye artık sadece kâğıt üzerinde kalan Katılım Ortaklığı yardımının da kısıtlanmasını istedi. AB ülkelerinden Merkel’in bu tutumuna karşı duran kimse olmadı; zaten karşı durana Avrupa mahallesinde Erdoğan’ı onaylıyor etiketi yapıştırılacağı anlaşılıyor.
Merkel’in bu adımları, Alman Siemens ortaklığının 1 milyar dolarlık enerji ihalesini almasından sonra atması ise gelinen noktada “Ekonomik çıkarlar umurumda değil” mesajı gibi duruyor. Aslında Ağustos başında AB Genişleme Sorumlusu Johannes Hahn’ın mülteci akınından artık eskisi kadar çekinmediklerini açıklaması dikkat çekmedi, ama önemliydi. Erdoğan’ın “Otobüse koyar, güle güle deriz” demesinden bu yana AB’nin bir takım ek önlemler aldığı anlaşılıyor, zaten IŞİD’in geriletilmesiyle birlikte Suriye iç savaşının kendi sınırlarına hapsedilmesi de Avrupa’nın korkularını azaltmış bulunuyor.
Erdoğan’ın buna karşın Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli 3 milyon küsur kişiden Hristiyan Demokratlara, Sosyal Demokratlara ve Yeşillere oy vermemesini istemesi de riskli bir hamle. Çünkü bu Türk seçmeni ya seçimde oy kullanmama, ya da Alternatif gibi aşırı sağ, ırkçı ve İslam düşmanı, Demokratik Sol gibi zaten Türkiye’ye öteden beri alerjik veya Hür demokratlar gibi etkisi kalmamış partilere oy kullanma seçeneğiyle baş başa bırakıyor. Tabii bu çağrının aslında büyük kısmı Almanya’da Alman toplumuyla kavga ederek değil barış içinde yaşamak isteyen Türkiye kökenliler üzerinde topyekûn etkisi olacağını var sayarsak; o konuda da soru işaretleri var aslında.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendiren konularda Almanya’dan bir müttefikten beklenen desteği alamadığı yolunda şikâyetçi ve bu konuda, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında siyasi iltica isteyen subaylar konusunda haklı da. Neticede NATO üyesi ülkelerde, çoğu NATO göreviyle bulunan Türk subayları, Türkiye’deki darbe girişimi ardından topluca iltica talep edip kabul görüyorlarsa bu üzerinde durup düşünülmesi gereken bir gelişmedir. Keza AK Parti iktidarının daha önceki yıllarında Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda kumpas kurarken hükümetin göz bebeği konumunda çeşitli sırlara vakıf olan, ama şimdi kaçak durumdaki savcı ve hâkimlerin de Almanya’da bulunduğu haberleri Erdoğan’ın rahatsızlığını artıran konular.
Tabii Merkel bunların bağımsız Alman yargısının alacağı karar olduğunu söyledikçe, Erdoğan da Türkiye’de tutuklu Alman vatandaşları ve başta siyasetçi ve gazeteciler olmak üzere diğer tutuklular konusundaki kararın bağımsız Türk yargısına ait olduğunu söylüyor.
Oysa içeride ve dışarıda tartışılan konuların başında zaten Türkiye’deki mahkemelerin durumu geliyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun milletvekili Enis Berberoğlu’nun 25 yıla mahkûm edilip hapse atılmasının ertesi günü, 15 Haziran’da başlattığı “Adalet Yürüyüşü” sırasında AK Parti tarafından yaptırılan bir araştırmada AK Partililerin de adalet konusundan şikâyetçi olduğu ortaya çıkmıştı. Kılıçdaroğlu şimdi hükümetten gelen “Sen de girebilirsin” imalarına karşın 26-30 Ağustos’ta Çanakkale’de “Adalet Kurultayı” toplamaya hazırlanıyor.
HDP eş-genel başkanı Selahattin Demirtaş 5 Kasım 2016’dan bu yana hapiste ve hala hâkim karşısına çıkartılacağı günü bekliyor. HDP milletvekilleri adeta birer birer hapse alınıp bırakılarak sanki ileride Meclis çatısı altında atılabilecek başka bir hamleye zemin hazırlanıyor.
Bagıri Ankara’da yalnızca ev sahibi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar ile değil, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli’ye dek üst düzey siyasi yetkililerle de görüştü. Dönüşte İran devlet televizyonuna yaptığı açıklamadaysa Türkiye ile “terörle mücadelede istihbarat paylaşımı ve operasyonel işbirliği” yapma konularında anlaşmaya vardıklarını söyledi.
Bagıri’nin Ankara’da Suriye, Irak ve Kürt meselesi üzerine temaslarda bulunduğu sırada Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) ilişkileri yeniden gerilmeye başlamıştı.
Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği anlaşmasının yenilenmesi konusunda girişimde bulunmayacağını açıklaması ve bunu da siyasi ortama bağlaması yeni bir tırmanmaya işaret oldu.
AB İşleri Bakanı Ömer Çelik gerçi bunu 24 Eylül’deki Alman seçimleri çerçevesinde bir manevra olarak “ciddiye almadığını” söyleyerek kınadı. Ama Almanya AB nezdinde girişimde bulunarak Gümrük Birliğinin yenilenmesi girişiminin Türk hükümetine doğru mesaj vermeyeceğini söyledi.
Bunun diplomatik lisandaki anlamı şu: Almanya, Gümrük Birliğinin yenilenmesinin Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti hükümetine yönelttiği hak ve özgülükler eleştirilerinin anlamı olmadığı, eleştirisi yapılan konulara maddi çıkar karşılığında göz yumulabileceği şeklinde yorumlanmasını istemiyor. Merkel’in bu açıklamayı, Alman Siemens ortaklığı 1 milyar dolarlık enerji ihalesini aldıktan sonra yapması o bakımdan önemli.
Merkel’in çıkışının zamanlama açısından bir özelliği de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na yönelik suç iması ardından başlayan, HDP eş-başkanı Selahattin Demirtaş ardından Kılıçdaroğlu’nun da tutuklanıp tutuklanmayacağı tartışması.
Dün Ankara’da Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve diğer üst düzey yetkililerle görüşen İngiltere’nin Avrupa ve Amerika işlerinden sorumlu devlet bakanı Alan Duncan’ın ziyaret programına Kılıçdaroğlu’nu da eklemiş olması boşuna değil. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin hemen ertesi günü Ankara’ya gelerek dayanışma sergileyen Duncan dün de darbe girişiminin karşısında durdu ama bir yandan da artık normalleşme zamanı geldiğini söyledi. Hürriyet’ten Hande Fırat’a yaptığı açıklamalarda, mesela olağanüstü halin daha fazla uzatılmamasının Batı’ya bu yönde verilecek olumlu bir işaret olacağını söyledi.
Olağanüstü hal altında gazetecilerin, siyasilerin, aydın ve insan hakları savunucularının hapsedilmesi Türkiye’nin parçası olmak istediği AB ile arasını daha da açıyor. Hükümet ise buna karşın özellikle Almanya’dan 15 Temmuz sonrasında siyasi sığınma talep eden eski ordu mensuplarının iadesini istiyor. Fethullah Gülen ve örgütü üyelerinin iadesi konusunda aranın açık olduğu bir başka müttefik ise ABD.
Bugünlerde ne olduğu dahi tam açıklanmayan imalara dayanarak CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Enis Berberoğlu’nun 25 yıl hapse çarptırılmasına yol açan suçlamalarla ilişkilendiriliyor; bunun ucu hapisle sonuçlanabilecek bir süreç olduğunun anlaşılması isteniyor.
Önceki gün Ahmet Hakan Hürriyet’te açıkça sordu, Kılıçdaroğlu tutuklanacak mı diye. Aslında bir gün önce CHP sözcüsü Bülent Tezcan’ın “Bu bir kumpas” tepkisine, AK Parti sözcüsü “Yarın CHP’ye cevap verilecek” karşılığı vermişti. Ancak Ahmet Hakan’ın o soruyu sorduğu gün yapılması beklenen basın toplantısı iptal edildi. Dün Ünal’ın yaptığı yazılı açıklama ise aslında tartışmaya son vermedi. Çünkü “hayır, ne ilgisi var” gibi bir şey yoktu ortada; iddiaların ne olduğu söylenmeden, Kılıçdaroğlu’nun iddialara cevap vermesi isteniyordu.
Kılıçdaroğlu ise, bugün Hande Fırat’ın haberinde okuyabileceğiniz üzere, Erdoğan’ı siyasi rakiplerini tasfiye etmeye çalışmakla suçluyor ve “adaletsizliğe karşı susmayacağız” diyor. Kılıçdaroğlu böylelikle Berberoğlu’nun hapse atılması ardından 15 Haziran’da başlattığı 25 günlük “Adalet Yürüyüşünün” devamı olarak 26-30 Ağustos’ta toplayacağı “Adalet Kurultayına” atıfta da bulunuyor.
Günlerdir Cumhurbaşkanına acaba bu konuda yanlış bilgiler mi aktarıldığını sorguluyoruz. Çünkü uğraşılsa bu kadar zarar vermek zor…
Gelişmeler hakikaten gerçek-üstü bir seyir izliyor. Geçen sene bugünlerde inanılması zor bir askeri darbe girişiminin travmasını atlatmaya çalışıyorduk, bu sene Türkiye’ni üçüncü dünya ülkelerinden farksız gösterecek şekilde ana muhalefet liderinin tutuklanıp tutuklanmayacağı tartışması içindeyiz. Üstelik bir başka muhalefet lideri, HDP eş-genel başkanı Selahattin Demirtaş aylardır terörizm suçlamasıyla hapiste hala yargı karşısına çıkacağı günü bekliyorken.
Diyorum ya, birileri dışarıdan uğraşsa Türkiye’ye içeriden verilen bu zararı veremez.
Tabii bunu dışarısı, özellikle Avrupa Birliği (AB) yakından izliyor ve orada Türkiye aleyhinde önyargı taşıyanların eline uğraşsalar bulamayacakları malzeme geçmiş oluyor.
Bu tartışmaların tam ortasında mesela Suriye konusunda, İsrail’le kriz konusunda devreye girip krizlerin giderilmesinde olumlu rol oynayan Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı arayıp casusluk suçlamasıyla tutuklanan gazetecinin durumunu sormasını rastlantı mı sayıyorsunuz. Bence saymayın.
“Sayın Cumhurbaşkanım” dedi; “Zaman zaman siz teşkilatlarımızda metal yorgunluğundan bahsediyorsunuz. Bu yorgunluğun bir bahar yorgunluğu kadar kısa süreceğine inanıyorum. Yeter ki gönüllerimiz yorgun olmasın. Yeter ki birlik ve beraberliğimize zarar gelmesin. Sizi tekrar eve dönmeniz, başımıza geçmeniz zaten hepimiz için bambaşka bir heyecan. Biz güçlü ve büyük bir partiyiz.”
Bir Shakespeare oyunundan, ya da eski saray protokolünden alınmışçasına nazik övgülerle ve mutedil tonda sarf edilmiş bu sözler, şimdiye dek Erdoğan’ın AK Parti’de köklü değişiklik yapma beyanı üzerine kamuoyuna yansıyan ilk ve tek itiraz oldu.
Başbakan Yıldırım, adeta pamuklara sarmalayıp sararak, belki baş başa daha açık konuştukları itirazları, olabilecek en nazik, en dolaylı şekilde ve Erdoğan’ın arkasından değil, yüzüne karşı kamuoyuyla paylaşmış oldu.
Belki de böylelikle parti içinde Erdoğan2ın öngördüğü ölçüde köklü bir temizliğin o kadar pürüzsüz gerçekleştirilemeyeceği, bunun partinin “birlik ve beraberliğine zarar” getirebileceği, hatta “gücünü” zayıflatma tehlikesi bulunduğu görüşlerini kırıp dökmeden kayda geçirmek istiyordu.
Genç okurların hepsi bilmeyebilir, Rusya’nın öncülü Sovyetler Birliği yıkılmadan önce, Soğuk Savaş günlerinde Batı dünyasında “Kremlinoloji” denilen bir tahlil yöntemi vardı. Kremlin, o zaman Sovyet, şimdi Rus yöneticilerin makamı olan Moskova’nın merkezindeki külliyenin adı.
Sovyetler Birliği kapalı bir toplumdu, Kremlin’in içinde ne olup bittiğini kimse bilemezdi. Basın Komünist Parti kontrolünde olduğu için serbest yorum, tartışma ortamı da yoktu. O nedenle Kremlin’den ara sıra yapılan bir açıklama, parti gazetesi Pravda’da yer alan bir makalenin satır araları, ne bileyim 1 Mayıs törenlerinde Kremlin’e sıralanan partili zevatın birbirlerine yan bakışı, kaş çatışı hep Sovyetlerin filanca konuda ne yapacağı, ya da yapmayacağına işaret olarak yorumlanır, buna karşı siyaset geliştirilmeye çalışılırdı.
Bugünün Türkiye’sini o günün Sovyetler Birliğiyle aynı saymak gibi bir benzetme yapacak değilim. Ancak Kremlinoloji yöntemini uyarlamaya çalışırsak, Yıldırım’ın Erdoğan’a satır aralarında şunları demek istediği yorumunu yapmak mümkün:
- “Partimizdeki heyecan azalmasına bakarak örgütümüzün “metal (ya da malzeme) yorgunluğu” içinde olduğu “profesyonel deformasyon” içinde olduğu sözlerinize parti üyelerimizden alınanlar var. İktidarda geçen on beş yıl ardından kendi içimizden de hükümet icraatına tam katılmayanlar olabilir. Ama hala Türkiye’nin en büyük partisiyiz ve yönetimdeyiz. Doğru yaklaşımla insanlarımıza yeniden heyecan aşılayıp kazanabiliriz.