Erdoğan’ın konuşmasıyla tutuklama kararının açıklanması arasında geçen sürede Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün, Çağlayan’ın adının iddianameye koyulmasının Fethullahçıların sakız gibi çiğnemeye başlaması benzetmesi, bunun hukuk devletinde yeri olmadığı sözleri vardı.
Erdoğan Kazakistan seyahatine çıkmak üzereyken konuştuğunda henüz yataklarından yeni kalkmakta olan Amerikalı yetkililerin işe gidip mesaiye başlama süresidir arada geçen.
New York Sulh hâkimlerinden Katharine Parker imzalı kararda Çağlayan’ın yanı sıra, evinin yatak odasında ayakkabı kutuları içinde 4,5 milyon dolar bulunduğu açıklanan Halk Bankası eski Genel Müdürü Süleyman Aslan, bankanın uluslararası operasyonlardan sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Levent Balkan ve Zarrab’ın kuryesi Abdullah Happani hakkında da tutuklama kararı verilmiş.
Çağlayan ve diğer Türk yetkililerin de 22 Mart 2016’dan bu yana ABD’de tutuklu bulunan Zarrab’ın ABD’nin İran’a ambargosunu delmesine yardımcı olmakla suçlanıyor. Oysa dün Erdoğan’ın da izah ettiği üzere, Türkiye’nin İran’a yönelik bir ambargo kararı o gün de yoktu, bugün de yok. Hatta Türkiye’nin İran’dan petrol alımı ABD tarafından kapsam dışı sayılıyordu. Yine de bu durum ABD yargı makamlarının bugün AK Parti’nin eski bir bakanı hakkında, Türkiye’yi küçültücü bir şekilde tutuklama kararı almasına engel olamıyor.
Bu durumda 17 Aralık 2013’teki soruşturmasında Zarrab’dan –değerli bir saat dâhil- rüşvet almakla suçlanan ve 25 Aralık soruşturması açılmadan bir kaç saat önce dönemin başbakanı Erdoğan tarafından görevden alınmış olan ekonomi eski bakanı Çağlayan ABD topraklarına ayak basar basmaz tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya.
Tabii bir de Erdoğan’ın bu yıl Mayıs ayında ABD Başkanı Donald Trump ile Washington’da görüşmesini takiben kendisini protesto eden göstericilerin koruma polisleri tarafından dövülerek dağıtılması olayı var. Amerikalılar abartmış, son anda seyahate gitmeyen bir görevli hakkında da adı listede olduğu için tutuklama kararı vermişler ama bu durumu pek değiştirmiyor. Hakkında tutuklama kararı verilen koruma polislerinin Erdoğan’ın 16 ya da 17 Eylül’de başlaması beklenen ABD seyahatine katılması pek mümkün görünmüyor; ülkeye ayak bastıkları an tutuklanabilirler.
Bir de tabii ortada heyula gibi duran ve hiçbir yere ilerlemeyen Fethullah Gülen’in iadesi davası var. Gülen, Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarılırsa iade talebi artık geçersiz mi kalacak? O da belli değil.
ABD’nin gerek siyaset, gerek yargı makamları Erdoğan’a vücut diliyle adeta” gelme” diyor.
Raporun başlığı “Türkiye’de Bir Üniversite Hastanesindeki Ensest Vakalarının Toplumsal ve Demografik Özelliklerinin Değerlendirilmesi”.
Başlıktan sıkılıp vaz geçebilirsiniz, ama neticede bu bilimsel bir çalışma, meraklıysanız devam edin diyeceğim.
Uluslararası tıp yayını Medical Science Monitor tarafından 26 Nisan 2014 tarihinde İngilizce yayınlanmış. Yayınlayan araştırmacıların isimleri Ali Yıldırım, Erdal Özer, Hasan Bozkurt, Sait Özsoy, Özgür Enginyurt, Durmuş Evcuman, Rıza Yılmaz ve Yunus Emre Kuyucu.
Tokat’taki Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Tıp Fakültesi Adli Tıp Bölümüne 2008-2012 arasında gelen ensest vakaları üzerinde yapılmış bilimsel bir araştırma. Çalışmada, Orta Karadeniz bölgesindeki ensest vakalarının genellikle Gaziosmanpaşa Üniversitesi Hastanesine sevk edildiği vurgulanarak insanın içini acıtan veriler paylaşılıyor.
Ensest, Birleşmiş Milletler (BM) dâhil uluslararası zeminde kan bağı bulunan akrabalıkların yanı sıra yasa ile evlenmeleri mümkün olmayan üvey çocuklar ve aile üyeleri arasında cinsel eylem olarak tanımlanıyor. Dünyanın istisnasız her ülkesinde, her sosyal sınıfta görülen ve tabu sayılan ensest konusu, kolay kolay paylaşılmaması, gerek korku, gerek utanç nedenlerle saklanması, örtbas edilmek istenmesi nedeniyle hem kamuoyu araştırmacıları, hem akademik araştırmacılar tarafından çalışılması en zor alanlardan sayılıyor.
BM’ye bağlı Dünya Sağlık Örgütü (WHO) bu nedenle ensesti “sessiz sağlık acil durumu” olarak tanımlıyor.
Raporda en yaygın ensest türünün babanın kız çocuğuna cinsel saldırısı olduğu yazılıyor. Onu erkek kardeşin kız kardeşe, kız kardeşin kız kardeşe cinsel tecavüzü izliyor; son olarak en az rapor edilen durum olsa da annenin erkek çocuğa cinsel eylemi yer alıyor.
Raporda 1999’da 296 ensest vakası üzerinde yayınlanan bir araştırmada saldırganlardan 70’inin biyolojik baba, 87’sinin (büyükbaba, abi, abla, kuzen gibi) biyolojik akraba ve 73’ünün de üvey baba olduğu saptanmış.
Söylediği şuydu:
- “Hâkimlik ve savcılık mesleğini icra edenlerin yaklaşık üçte birinin terörist faaliyetlerin odağında yer alması, halkın gözünde yargıya olan güveni elbette sarsacak bir durumdur.”
Yargıtay Başkanının bu cümlede atıfta bulunduğu gerçek, hâkim ve savcıların yaklaşık üçte birinin 15 Temmuz askeri darbe girişimi sonrası yasadışı Fethullahçı örgütlenmeyle irtibatlı oldukları gerekçesiyle işlerine son verilmiş olması.
Bu cümledeki kilit ifade ise “halkın gözünde yargıya olan güveni sarsacak bir durumdur” sözcükleriyle ortaya çıkıyor.
Cirit konuşmasında ayrıca “Toplumun yargıya güven duymadığı bir hukuk sisteminde yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı sağlanamaz” diyordu.
Tabii bu sözler daha söylendiği anda o sırada salonda bulunan Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’ün 30 Ağustos’ta, CHP’nin “Adalet Kurultayı”nı eleştirirken sarf ettiği, Türk yargısının, yargıçlarının şimdiye dek hiç bugünkü kadar bağımsız olmadığı sözleriyle çelişiyordu.
Cirit’in ifadeleri ayrıca CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun, milletvekili Enis Berberoğlu’nun 25 yıla mahkûm edilip hapse atılmasının ertesi günü, 15 Temmuz’da Ankara’da başlatıp 9 Temmuz’da İstanbul’da bitirdiği “Adalet Yürüyüşü” sırasında AK Parti tarafından ısmarlanmış olan araştırma sonuçlarını da doğruluyordu.
Bugüne dek yalanlanmayan bu araştırma sonuçları, vatandaşların dörtte üçünün yargıya güvenmediğini gösteriyordu.
Her şey az-ünlü, orta-sosyete bir televizyon yıldızı olan Murat Başoğlu’nun Ege’de bir teknede eşi olmayan bir kadınla öpüşürken paparazziler tarafından fotoğraflanmasıyla başladı. Kısa süre sonra kadının Başoğlu’nun yeğeni Burcu Başoğlu Kabadayı olduğu ortaya çıkınca iş üçüncü sayfa haberi olmanın ötesine taştı. Kadın amcasıyla beraber geçirdiği geceler olduğunu açıkladı, ikisinin de eşleri boşanacaklarını duyurdu, bir savcı da gayrı-ahlaki davranış sergilemek suçlamasıyla dava açtı.
Doğrusu ortada bir istismar yoktu, amca 50, yeğeni de 35 yaşında yetişkin insanlardı; fotoğraflardan anlaşıldığı kadarıyla ortada zorlama da yoktu. Ancak amca-yeğen ilişkisi uygar dünyanın her yerinde ensest, yani aile içi ilişki anlamına geliyordu.
Orada ilk gerçeğimizle yüz yüze geldik. Türk Ceza Kanununda ensesti açıkça tanımlayıp suç sayan bir madde yoktu. Türk Medeni Kanununun 129’uncu maddesi, evlat edinilmiş çocuklar dahil, ikinci derece akrabalar arası evliliği yasaklıyor, dolayısıyla konuyu yalnızca evlilik bağıyla sınırlı tutuyordu. Ceza Kanununun 102’inci maddesinde ise cinsel saldırının üçüncü dereceye kadar akrabalar arasında olması halinde verilecek ceza yarısı kadar artırılabiliyordu; ama özel olarak ensest ilişki tanımlanmıyordu. Ceza Kanunu akrabalar arasındaki cinsel saldırı olayını şikâyete tabi kılmıştı. Yani bir çocuk aile içinde kendisine tecavüz eden büyüğünü ancak mahkemeye gidip şikâyet edebilirse mağdur sayılıyor; bu nereden bakarsanız bakın, saldırganı koruyan, mağduru kurban durumuna düşüren çağdışı bir yaklaşım. 2012 yılında Ceza Kanununda düzenlemeler yapılırken saygın hukukçular ensestin ayrı bir suç olarak tanımlanmasını talep etmişler, ancak bu talep Meclis’te yankı bulmamıştı.
Bu arada Diyanet tartışmaya dâhil oldu. Durumu Kuran’a göre yorumlayan Başkan Vekili Ekrem Keleş, kuzenler, yani kardeş çocuklarına kadar evliliklerin “tavsiye edilmese de” kabul edilebilir olduğunu, ancak amca, dayı, teyze, hala ve yeğenleri arasındaki evliliklerin haram olduğunu, “afet” sayıldığını söyledi. Diyanet de konuyu kişi hak ve özgürlükleri, bakımından değil, evlilik kurumu bakımından değerlendiriyordu.
O günlerde Hürriyet’ten Melis Alphan, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu (TKDF) Başkanı Canan Güllü’den alıntı yaparak Türkiye’de ensest oranının yüzde 40’ı bulduğunu yazdı.
Alphan’a en sert eleştiri bir başka Hürriyet yazarından, Ahmet Hakan’dan geldi. Ahmet Hakan yüzde 40 rakamını “Yuh” sözüyle abartılı buluyor, “gönüllü” olan ilişkilerle olmayanların birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu.
Zorla ensest, diğer deyişle aile içi tecavüz söz konusu olduğunda ancak mağdur “şikâyette” bulunursa “gönüllü” olmadığı var sayılıyordu ceza yasasına göre oysa.
Kadın dernekleri Ahmet Hakan’a yaylım ateşi açtılar ama onun çok daha fazlası Türkiye’nin bu gerçeğini yüzümüze vuran Melis Alphan’ın başına geldi. Alphan özellikle sosyal medyada son derece maço bir saldırıya maruz kaldı.
Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ, “Nezaketen dahi uygun değildir. Yargıçlar her zaman cumhurbaşkanına karşı dahi bağımsızdırlar ve hiç kimse önünde eğilmezler” demiş.
Ankara Barosu Başkanı Hakan Canduran ise “AYM Başkanı dahi yürütme karşısında iki büklüm eğilebiliyorsa, bu yargının bağımsız olmadığının açık kanıtıdır” deyip, ABD’de yüksek yargıçların Başkan’a ayağa kalkmayıp alkışlamadıklarını örnek göstermiş.
Aynı gün Danıştay Başkanı Zerrin Güngör de Habertürk’ten Nagehan Alçı’ya CHP’nin “Adalet Kurultayı”ndan duyduğu rahatsızlık konusunda içini dökmüş. “CHP’nin ne yapmaya çalıştığını biliyorum” demiş; “Tek başlarına güçlü siyaset yapamadıkları için eskiden onların imdadına yargı yetişiyordu. Şimdi artık yargı bunu yapmıyor. O nedenle rahatsızlar”.
Sonra da bizi “temin etmiş” Danıştay Başkanı: “Yargı şimdiye kadar hiç bu kadar tarafsız ve bağımsız olmamıştı.”
CHP’li Levent Gök, “Siyaset yapmak istiyorsa, cübbesini çıkarsın” diye tepki göstermiş; “Zaten bu açıklama ile yargının neden taraflı olduğunu gösterdi. İktidar sahipleri (…) boyun eğerek hakimlik yapılmaz.”
Tesadüfen yine aynı 30 Ağustos günü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa Konseyi İnsan Hakları Sorumlusu Nils Muiznieks’in Türkiye’deki bazı gazeteci davalarına müdahil olma talebini kabul etti. Muiznieks’in davalarına 11 Ekim’e dek yazılı olarak müdahil olabileceği isimler Akın Atalay, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu, Ahmet Şık, Murat Aksoy, Mehmet Altan, Ahmet Altan, Nazlı Ilıcak, Şahin Alpay, Deniz Yücel ve Atilla Taş.
Muiznieks’in başvurusu, bu yıl Şubat ayında yayınladığı 25 sayfalık Türkiye raporuna dayanıyordu. Raporunda AK Parti hükümetinin yeni kurulan sulh ceza mahkemeleri aracılığıyla yargıya müdahale etmeye çalıştığını ve durumun giderek kötüye gittiğini öne sürüyordu. Aynı raporda, özellikle 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi ve ardından ilan edilen Olağanüstü Hal sonrasında Türkiye’de ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünün gerilemekte olduğu iddia ediliyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın baskın rolü öne çıkarılıyordu.
Belki de daha doğru soru şu: acaba Erdoğan, Kılıçdaroğlu’dan korkmalı mı?
Sorunun iki yanıtı var: hem evet, hem hayır.
Evet, çünkü AK Parti’nin yüzde 50’ya yakın ezici fark yapan oyuna karşın CHP’nin de adeta “dövsen gitmeyecek” yüzde 25 oy kitlesi var. Bu yüzde 25’in tamamının CHP ile fikren aynı çizgide olduğunu, CHP’nin kendi çıkarlarını en iyi temsil eden parti olduğu için ona oy verdiğini düşünmek saflık olur.
Bu konuda yayınlanmış ciddi bir çalışma olmadığı için yüzde veremiyoruz, ama vatandaşın bir kısmı, muhafazakâr, dindar, batı değerlerine şüpheyle bakılan bir siyasi atmosferde AK Parti karşısında laik, modernist ve yüzü batıya dönük bir karşı-ağırlık olsun diye CHP’ye oy veriyor. 16 Nisan referandumunda seçmenin yarısının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bütün yürütme yetkisini ele almasına karşı durmasında, sağ ve soldaki laik cumhuriyetçiler rol oynamıştır.
Erdoğan ve AK Parti bu kitleyi saflarına kazanmak için ne yaptıysa -2010’da Fethullahçıların desteğiyle yürütülen “Yetmez ama evet” kampanyası hariç- başarılı olamadı. Referandumda büyük şehirlerin “hayır” demesi, Erdoğan’ın 2019 yerel seçimleri için hedef listesinin başına İstanbul’u kaybetmemeyi koyması hep bunu gösteriyor.
Bir de Adalet Yürüyüşü, Adalet Kurultayı türünden hamleler var CHP’nin aslında kendi tabanından daha geniş bir enerjiyi açığa çıkarabileceğini gösteren. Kılıçdaroğlu’nun CHP slogan, bayrak, pankartlarını yasakladığı bu eylemler, Erdoğan muhalifi olup da CHP’ye oy vermeyen kesimleri de hareketlendirdi. Tabii bu hareketlenmenin CHP’ye oy olarak tahvil olacağını gösteren bilgi yok elimizde. Dolayısıyla bir strateji çerçevesinde doğru liderlik gösterildiğinde açığa çıkabilecek siyasi enerji, CHP’yi yüzde 25’in üstüne taşıyabilir, CHP-dışı muhalefeti canlandırabilir ve Erdoğan’ı endişeye sevk edebilir.
Ancak… Ancak buradaki kilit sözcükler “strateji” ve “liderlik” sözcükleri.
İşte bu noktada “Erdoğan, Kılıçdaroğlu’ndan korkmalı mı?” sorumuza verilebilecek ikinci yanıta, “Hayır” yanıtına geliyoruz.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu bu ayrıntı nedeniyle toplamamıştır 26-30 Ağustos “Adalet Kurultayını” Çanakkale’de muhtemelen, ama Adalet ve Kalkınma Partisi’ne ismindeki ilk sözcük olan “adalet” üzerinden yüklenmeye devam ettiğine göre Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Aşil Topuğunu” adalet kavramında bulduğu anlaşılıyor.
CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun 25 yıla mahkûm edilip hapse atıldığı 14 Haziran’ın ertesi günü Ankara’dan İstanbul’a başlattığı “Adalet Yürüyüşü” gibi, “Adalet Kurultayında” da CHP bayrak, pankart ve sloganları kullanılmıyor.
Kılıçdaroğlu açış konuşmasında “Hepimiz adalete susadık, 80 milyonun adalete ihtiyacı var, herkese açık” dedi. Gerçi CHP’liler dışında da katılanlar var. Ancak işin merkezinde CHP bulunuyor.
Konunun CHP bakımından anlam ve önemine gelmeden önce adalet konusunun gerçekten Erdoğan ve AK Parti bakımından zayıf nokta olup olmadığına bakmak gerekiyor.
AK Parti’nin Kılıçdaroğlu’nun Adalet Yürüyüşü sırasında yaptırdığı anketi hatırlıyorsunuzdur; AK Parti tabanında da Türkiye’nin (yüzde 76 ile) en önemli sorunları arasında gösterilmişti.
Yargının adalet dağıtmadığı tartışmaları ne 15 Temmuz askeri darbe girişimiyle, ne de Kılıçdaroğlu’nun “Erdoğan’ın sivil darbesi” diye nitelediği 20 Temmuz 2016 Olağanüstü Hal ilanıyla ortaya çıkmış bir durum. Yargının siyasallaşması öteden beri Türkiye’nin en ağır sorunlarındandı.
Fazla geriye gitmeyeceğim. 2008’de bu yargı iktidardaki AK Parti’yi kapatma girişiminde bulundu, yine bu yargıdan bir oy farkla döndü. 2008-2012 arası Türk Silahlı Kuvvetlerini Fethullahçıların ve kim bilir başka kimlerin saldırılarına açık hale getiren Ergenekon, Balyoz, OdaTV vd. davaları gören de bu yargıydı; şimdi o hâkim ve savcıların büyük kısmı ya hapiste, ya aranıyor. 2009 ve 2010’da Bülent Arınç’a suikast düzenleneceği iddiasıyla ordunun en mahrem noktalarına girilip devlet sırlarının kim bilir kimlerin hizmetine sunulmasına hizmet eden de bu yargı idi.
Öte yandan “Kıblemiz aynı” diye göz yumulan Fethullahçıların “Mezardakilere dahi oy kullandırın” komplosuyla 2010 referandumunda bir darbe daha yiyen bu yargıydı. 15 Temmuz kanlı darbe girişimine giden yolun taşların döşenmesinde yargıdaki yapısal çürümüşlüğün payı büyüktü.
Hükümetin Olağanüstü Hal çerçevesinde dün, 25 Ağustos’ta yayınladığı 694 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK) istihbarat ve devlet içindeki rolüne dair şu düzenlemeler yapıldı:
- MİT Müsteşarı artık doğrudan Cumhurbaşkanına bağlı olacak, raporunu ona verecek. Daha önce Başbakana bağlıydı, Başbakanın uygun bulmasıyla Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanına rapor vermekle yükümlüydü.
- Yalnızca MİT Müsteşarı değil, MİT yapısal olarak da Cumhurbaşkanlığına bağlandı. Artık MİT bütçesi, zaten kısmen örtülü olan Cumhurbaşkanlığı bütçesiyle birleştirilecek.
- MİT Müsteşarı ataması, şimdiye dek Milli Güvenlik Kurulunda (MGK) görüşülen isimler arasında Başbakanın teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından yapılırdı. Yeni ifade “Cumhurbaşkanına atanır”. Cumhurbaşkanı yalnızca MİT Müsteşarını değil, yardımcılarını ve MİT’te işleyiş bakımından önemli işlevi olan başkanları da doğrudan kendisi atayacak.
- Üç ayda bir MİT Müsteşarının başkanlığında toplanan Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu (MİKK) artık Cumhurbaşkanı tarafından yönetilecek. Kurul uzun yıllardır MİT, Genelkurmay ve Emniyet arasındaki mesleki rekabet gibi nedenlerle işlevsel olamıyordu, bu önlem siyasi otoritenin ağırlığıyla Kurulu işletmeye yönelik olabilir.
- Yalnız MİTR müsteşarı değil, eski ve yeni personelinin mahkeme ya da örneğin Meclis komisyonlarına tanık ya da sanık sıfatıyla ifade verip vermemesi Cumhurbaşkanının iznine tabi olacak. Bu durumun örneğin emekli MİT üyelerinin komisyon ya da mahkemelerde ifade vermesine de engel olup olmayacağını zaman gösterecek.
- Bu çerçevede MİT üyelerinin ve ailelerinin kimlik, görev ve yerlerinin açık edenler 3 ila 7 yıl hapisle yargılanabilecek.
- MİT yönetimiyle uyum içinde çalışmayan MİT personelinin, Müsteşarın Cumhurbaşkanına sunup onay almasını takiben 17 gün içinde kurumla ilişkisi kesilecek ve bir başka devlet dairesine geçişi sağlanacak. Bu madde daha önce de vardı ama zaman sınırlaması bulunmadığı için uzun sürelere yayılabiliyordu; 17 gün, cumadan pazartesiye iki haftalık bir süreye işaret ediyor.