Murat Yetkin

15 Temmuz’un kara delikleri

15 Temmuz 2018
Yüzbaşı Süleyman Ahmet Kaya’yı ilk olarak 15 Temmuz 2016’yı 16 Temmuz’a bağlayan gece gördüm. Darbeciler adına gazetemizi basan timin başındaydı. İkinci görüşüm bir yıl sonra, İstanbul Çağlayan’daki 27’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ilk duruşma sırasında oldu. Kaya ve kendisi gibi yüzbaşı rütbesindeki iki baskıncı arkadaşı ömür boyu hapse mahkûm edildi. Bugüne dek 58 general, bu üç yüzbaşı dahil 629 subay müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bu davaların sonuçlanması ve mahkûmiyetler tek başına 15 Temmuz’da tam olarak nelerin olduğunu, üzerinden iki yıl geçtiği halde bize tam olarak anlatamıyor.

Onu hayatımda ilk defa, 15 Temmuz 2016’yı 16 Temmuz’a bağlayan gece görmüştüm. Darbe kalkışması başlamış, halk sokağa dökülmüş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, CNN Türk aracılığıyla halka hitap etmiş, İstanbul’a inmişti. Saat 03.00 sıralarıydı. Biz işimizin başındaydık. Düzgün habercilik yapmanın, demokrasiye sahip çıkmanın parçası olduğuna inanarak işimize sahip çıkıyorduk.

Helikopterle gelip otoparkımıza indiler. Bir kısmının CNN ve Kanal D’nin bulunduğu Bağcılar yerleşkemizdeki TV-radyo binasına girdiğini Ferhat Boratav’ın telefonuyla öğrenmiştim. Bir kısmı da Hürriyet, Hürriyet Daily News, internet yayınları ve DHA’nın bulunduğu, bizim ‘gazete binası’ dediğimiz binaya girmişti.

İşte onu, Yüzbaşı Süleyman Ahmet Kaya’yı ilk o sırada gördüm. Darbeciler adına gazetemizi basan timin başındaydı. Ben de binadaki en kıdemli editör olarak diğer arkadaşlarımızla birlikte (Sefer Levent, Deniz Zeyrek, Ateş Yalazan en önde duranlardandı) onun karşısındaydım. Binaya girerken belki bizleri korkutmak amacıyla havaya ateş açtığı 9 mm otomatik tabancası hâlâ elinde olduğu halde emirler yağdırıyordu.


15 Temmuz’u 2016’yı 16 Temmuz’a bağlayan gece, İstanbul’daki Hürriyet ve CNN Türk binalarını basan darbeci Yüzbaşı Süleyman Kaya, çalışanları binanın dışına çıkarırken, Murat Yetkin, “Genç adamsın, kendini yakıyorsun, mesleğini yakıyorsun, vazgeç” diyordu.

Önce askerlerine G-3 otomatik tüfeklerinin namlusunu indirme emri vermesi için ikna etmeye çalıştım. Biz doğal olarak silahsızdık. Erler ise ne olduğunun farkında bile görünmüyordu, muhtemelen yataklarından kaldırılıp getirilmişlerdi ve birinin eli tetiğe gitse felaket yaşanabilirdi. Birkaç cümle sonra o emri verdi, namlular yere indi. O ilk kırılma anı oldu.

Birkaç defa üsteledik. Aldığını söylediği emirler geçersizdi. Cumhurbaşkanı, Başbakan, generaller televizyonlarda konuşmuş, darbe girişiminin hedefine ulaşmadığı belli olmuştu. “Genç adamsın, kendini yakıyorsun, mesleğini yakıyorsun, vazgeç” diye birkaç defa üstelediğimi hatırlıyorum.

 

Yazının Devamını Oku

Kadının güçlenmesi erkeğe de iyi gelecek

8 Mart 2018
İşlerin akışında artık kadınların da, henüz çok yetersiz de olsa dümeni ele almaları farkını göstermeye başladı.

Daha doğrusu yönetimlere kadın eli değdikçe işler başka türlü, daha doğru, daha adil ve daha canlı bir mecrada akmaya başladı sanki.

Bildiğimiz tarih, biraz daha zorlarsak 10 bin yıl geriye gidiyor.

Bu 10 bin yılda bütün iktidar ilişkilerini, mülkiyet ilişkilerini, ruhani ilişkileri, aile ilişkilerini, bilgi üretimini, felsefi üretimi, sanatı ve hatta mutfağı olmasa da mutfağın nasıl olması gerektiği kültürünü bile erkekler üretti.

ERKEK EGEMEN OLMAYAN BİR DÜNYA DAHA YAŞANILASI OLUR MUYDU?

Bugün teknolojik gelişmelerle övünüyoruz, uzaya filan çıkıyor kimilerimiz, insan hayatı uzuyor ama acaba daha yaşanılası bir dünyada mı uzuyor?

Erkek egemen olmayan bir dünya daha yaşanılası olur muydu?

Bilmem. Varsayımla sorulan geçmişe dair sorulara sağlıklı yanıt bulmak zor.

Yazının Devamını Oku

Rusya ve İran’la Suriye çatlağı

11 Ocak 2018
Rusya Savunma Bakanlığı, 31 Aralık gecesi, Lazkiye yakınlarındaki Hmeymin hava üssüne yapılan saldırıda yedi uçağın hasar aldığı iddialarını doğrulamamış, ama roket saldırısını doğrulayarak iki askerin öldürüldüğünü ta 5 Ocak’ta açıklamıştı.

Bakanlık 8 Ocak’taki açıklamasında ise daha kesin bilgi veriyordu. Bir gün önce Hmeymim üssüne 10, Akdeniz kıyısındaki Tartus deniz üssüne ise 3, toplam 13 silahlı insansız hava aracıyla yapılan saldırılar püskürtülmüştü. Internet medyasında saldırının arkasında olağan şüphelilerden, El Kaide bağlantılı Ahrar üş-Şam örgütü olduğu öne sürülüyordu.

9 Ocak’ta Rusya ve İran’ın Ankara büyükelçileri Aleksey Yerhov ve Bahman Hosseinpour Dışişleri Bakanlığına çağırıldı. Yapılan uyarıyı 10 Ocak sabahı, dün sabah Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Anadolu Ajansı’na açıkladı. Rusya ve İran’dan Suriye ordusunun İdlib civarındaki “ılımlı muhalefete” saldırılarını durdurması istenmişti. Türkiye, İdlib ateşkes anlaşmasına uyuyordu ve Suriye rejiminin Rusya ve İran’ın arkasına saklanmasına izin verilmemeliydi.

Aynı saatlerde Reuters haber ajansı, Moskova kaynaklı bir haber geçti. Rusya Savunma Bakanlığı gazetesi Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) Rus Savunma Bakanı Sergey Shoygu’nun Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a mektup gönderdiğini yazıyordu gazete. İddiaya göre insansız hava araçları, Türkiye’nin kontrolü altında olması gereken bölgelerden havalandırılmıştı.

Ilımlı muhalefet denilen, malum El Kaide ve IŞİD bağlantılı gruplar dışında kalan ve çoğunluğu Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) şemsiyesi altında örgütlü silahlı gruplar. Astana’da varılan çatışmasızlık anlaşmasına göre Türkiye Idlib ve çevresindeki ÖSO güçlerinin Suriye ordusuna, Rusya ve İran da Suriye Ordusu ve İran yanlısı milislerin ÖSO bölgesine ateş açmasına engel olacak, kontrol altında tutacak.

Son günlerde gerilimin artmasının nedenlerinden birisi, Suriye ordusunun 1 Ocak’tan beri Türkiye sınırına yakın, İdlib ve Halep arasındaki Abu Duhur askeri havaalanını geri almak için ilerlemeye başlaması. Suriye’ye göre, havaalanı “terörist unsurların” elinde; anlaşmaya göre bu El Kaide ve IŞİD bağlantılı gruplar demek. ÖSO kaynaklarıysa havaalanı civarının kendi kontrollerinde olduğu bilgisini veriyor.

Ankara’nın asıl endişesi ise bu havaalanı yeniden Suriye ordusunun kontrolüne geçerse, ÖSO’nun diğer işi olan YPG’yi durdurma işlevini yerine getiremeyeceği. YPG ile ABD ise hala işbirliği içinde. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceki gün grupta durduk yerde Fırat Kalkanı harekâtını yeniden canlandırmaktan boşuna söz etmiyordu demek ki. Oysa Ankara, Rusya’nın oluru ve Suriye rejimini engellemesi olmaksızın, Fırat Kalkanının imkânsız derecesinde zor olacağını biliyor.

Evet, durum hayli karışık. Dün öğleden sonra gelen haberler arasında İran Büyükelçisinin ikinci defa Dışişlerine çağırıldığı, İran ve Rusya Dışişleri bakanları Cevad Zarif ve Sergey Lavrov’un konultuğu ve ABD’nin Ankara Maslahatgüzarı (John Bass’in ayrılışından bu yana yeni atama yapılmadı) Philip Kosnett’in de Dışişlerine çağırıldığı vardı.

Suriye’de gerilimin nispeten düşmesinde Türkiye, Rusya ve İran’ın Astana’da başlattıkları süreç önemli pay sahibi olmuştu. Ancak bu süreci Cenevre barış görüşmelerine doğru bir adım daha yaklaştıracak olan iktidar ve muhalefet arasındaki 29-30 Ocak Soçi görüşmeleri öncesinde bu çatlak ortaya çıkmış durumda.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın ilk turda MHP desteğiyle seçilme formülü

10 Ocak 2018
MHP liderinin haftalardır devam eden AK Parti’yle ittifak çağrıları nihayet karşılık buldu. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Devlet Bahçeli’ye şimdiye kadar olan desteği için teşekkür etmekle kalmadı, ittifak çağrısını görüşmek üzere davet de etti.

Böylece Erdoğan’ın oyun planı netleşmeye başladı. Erdoğan Kasım 2019’da yeniden cumhurbaşkanı seçilme şansını ikinci tura bırakmadan ilk turda sonuca ulaşmak istiyor ve bu amaçla MHP’den gelen teklifi denemeye karar vermiş görünüyor.

Ne de olsa Erdoğan, bugün kendisini bu noktaya getiren gelişmelerin Bahçeli’nin Cumhurbaşkanlığı sistemini referanduma götürmek için kendisine Meclis’te verdiği destekle mümkün olduğunun farkında. Ve o sistemde gerekli olan yüzde 50 artı 1 oyun MHP desteği olmadan kolayca sağlanamayacağının. Yine unutmamalı ki, MHP desteği olmasaydı, 16 Nisan 2017 referandumunu yüzde 51 ile kazanmak da mümkün olmayabilirdi.

Peki, Erdoğan’ın işi ikinci tura bırakmama kararında On birinci Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün son zamanlardaki çıkışları rol oynamış olabilir mi? Erdoğan bu çıkışlardan, Gül’ün ortak muhalefet adayı olarak ikinci turda kendisine rakip çıkabileceği endişesine kapılmış olabilir mi? Bunları kesin olarak söylemek için elimizde yeterli veri yok. Ancak şu var elimizde: bir gün önce, 8 Ocak’ta Bahçeli Gül’e alışılmadık ölçüde yüklendi.  Bu yüklenişin AK Parti bünyesinde –ne de olsa başlangıçta üç temel direkten birisi, ilk başbakan ve ilk cumhurbaşkanı olması dolayısıyla- tepkiye yol açabileceği tartışılırken, dün, 9 Ocak’ta Erdoğan, ismini vermese de Gül’ü adeta AK Parti defterinden sildi, yolları ayırdı.

Bu gelişmenin Erdoğan’ın Bahçeli’nin çağrısına olumlu yanıt vererek hedefini ilk turda seçilme olarak belirlediğini göstermiş olmasıyla aynı zamanda yaşanması tesadüfün ötesine geçiyor.

Baksanıza: Beştepe davetinden hemen sonra Bahçeli’nin AK Parti ile işbirliği 2019’un ötesine geçebilir sözleri kulise düştü.

Bu sözler gözleri Beştepe’deki görüşmeye çevirdi. Acaba Erdoğan ve Bahçeli nasıl bir formül bulacaklar? Erdoğan’ı ilk turda yeniden cumhurbaşkanı seçtirecek ve daha sonra AK Parti-MHP ittifakını yaşatacak formül ne olacak?

Bahçeli, Erdoğan’dan ya yüzde 10 barajını düşürecek, ya da seçim ittifaklarına izin verecek yasal düzenleme istiyor. Malum, İYİ Parti’nin çıkışıyla MHP’nin Meclis’e girebilmek için yüzde 10 barajını tutturması epey zorlaştı; zaten AK Parti’ye ısrarlı çağrılarının altındaki en önemli neden bu.

Oysa AK Parti şu sıra pek iştahlı değil barajı düşürmeye; HDP’nin barajın altında kalmasıyla Kürt seçmen oylarının kendisine yaramasını tercih ediyor. O yüzden MHP’lilerin seçime AK Parti listesinde girip, sonra ayrılarak Meclis’teki mevcudiyetlerine (yüzde 10 barajına takılmadan) devam etmesini tercih ediyor. Ama MHP bu durumda ne kadar oy aldığının anlaşılmayacağından endişe ediyor. Çünkü seçime kendi adıyla girip yüzde 7 alamazsa, partiyi çevirmede önem taşıyan Hazine yardımı alamayacak.

Yazının Devamını Oku

Bahçeli, Erdoğan’dan çok şey mi istiyor?

9 Ocak 2018
Devlet Bahçeli’nin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ı destekleyeceğini açıklaması AK Parti hükümetince memnuniyetle karşılandı.

Memnuniyet beyanı, Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ tarafından Olağanüstü Halin 19 Ocak’ta itibaren üç ay daha uzatılacağını ilan etmesinden hemen sonra yapıldı.

Bu altıncı uzatma olacak 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından, 20 Temmuz 2016’da ilanından bu yana. İlk aylarda devlet yapısından Fethullahçı gizli örgütlenme yanlılarının temizlenmesi, can yakan PKK ve IŞİD eylemleri vardı OHAL gerekçesi olarak fazla kişinin ses çıkarmayacağı. Neyse ki Suriye iç savaşında Türkiye-Rusya-İran tarafından sağlanan ateşkes ve PKK’nın da kısmen ABD kontrolü altında olması sayesinde terör eylemleri duruldu; tabii özellikle Suriye sınırında alınan güvenlik önlemlerinin de büyük payı var bunda. Ama hükümet açısından OHAL’in en az güvenlik kadar önem taşıyan boyutunun Meclis ve yargının denge-denetleme işlevi tarafından “yavaşlatılmadan” Kanun Hükmünde Kararnameler yoluyla icraat yapma imkânı olduğunu geçenlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan söyledi.

OHAL kaldırılacak olsa şimdi KHK ile yapılması mümkün olsa, bütün bu yasaları Meclis’ten geçirmek gerekecek. Bu sadece CHP ve HDP muhalefeti değil, her seferinde MHP’nin kapısının tekrar tekrar çalınması demek olacak.

Ne ilgisi mi var? Bu gelişmelerin hiç biri Bahçeli idaresindeki MHP’nin 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra Erdoğan idaresindeki AK Parti’ye verdiği olduğu kayıtsız şartsız destek dışında mümkün olamazdı.

Öncelikle, örneğin Erdoğan ve AK Parti, cumhurbaşkanına geniş icraat yetkileri veren ve Meclis ile yargının icraat üzerindeki denge ve denetleme imkânlarını azaltan anayasa değişikliğini 16 Nisan 2017 referandumuna götüremezdi.

O referandum Olağanüstü Hal koşulları altında yapıldı. MHP’nin AK Parti’ye verdiği destek olmasaydı yüzde 51 “Evet” çıkıp çıkmayacağını kimse bilemez, çünkü “MHP’nin şu kadarı evet dedi” türü yorumlar, sadece referandum sonrası yapılan kamuoyu araştırmalarına, yani şahsi beyanlar üzerine yapılmış tahminlere dayanıyor. Kaldı ki o sonuç dahi Yüksek Seçim Kurulunun rolü üzerine tartışmalara yol açtı ve Bahçeli idaresindeki MHP orada da tavrını net biçimde Erdoğan ve AK Parti’den yana koydu.

Bahçeli partisi bir ölçüde dağılmış, İYİ Partiye kan kaybetmiş ve artık yüzde 10’u bulup Meclis’e girmeme sınırına gelmişken AK Parti’den acaba çok şey mi istiyor?

Seçim ittifakı Anayasaya göre mümkün olsa sorun olmayacak.  AK Parti-MHP ittifakı ile hem Mart 2019’daki belediye seçimlerinde –özellikle “Hayır” demiş büyük şehirlerde sonuç alabilir, hem Kasım’daki Cumhurbaşkanlığı seçiminde belki de daha ilk turda Erdoğan’a yüzde 50 artı 1 oyu garantileyip yeniden seçilmesini sağlayabilirler. Üstelik aynı gün yapılacak Meclis seçimlerinde MHP’liler de yüzde 10 endişesi olmadan milletvekili sıralarını doldurabilirler.

Yazının Devamını Oku

Erdoğan’ın duymak istemediği: AB rüyasının sonu mu?

8 Ocak 2018
İngiliz yayın kurumu BBC 5 Ocak’ta Paris mahreciyle verdiği haberde Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle üyelik görüşmelerinde bir umut görmediğini söyleyerek ikiyüzlülüğe son verdiği yorumunda bulundu.

Macron, davetlisi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ortak basın toplantısında şunları söylemişti:

- “Türkiye’nin AB ile ilişkileri söz konusu olduğunda, yakın dönemdeki gelişmeler ve tercihlerin, bağlı bulunduğumuz süreçte herhangi bir gelişmeye izin vermediği açıktır.” Burada “bağlı bulunduğumuz süreç ile Türkiye’nin AB’ye tam üyelik görüşmelerinin kast edildiği da sanırım açık.

Buna karşın Macron, tam üyelik olmasa da Türk halkının Avrupa’yla bağının korunması için ilişkilerin yeniden yorumlanmasını öneriyordu. Macron “çıpayla bağlı” ifadesini kullanıyordu; bu da limanda olsa da rıhtımda değil, koyda demir atarak bekleme durumunu anlatıyordu. Bu sözler aslında bundan tam on yıl önce dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ve halen (Erdoğan gibi) ülkesinin dümeninde bulunan Alman Şansölyesi Angela Merkel’in söylediklerinin bire bir tekrarıydı.

O dönem Başbakan olan Erdoğan Fransa ve Almanya’ya çok sert tepki göstermiş, Türkiye’nin tam üyelikten daha azına razı olamayacağını söylemişti. Paris’teki basın toplantısında Türkiye’nin AB’ye “Haydi bizi de alıverin” demeyeceğini söyledi, sonra da 2018’in AB ile ilişkilerde “yumuşama” yılı olmasını umduğunu söyledi.

“Ne yapsaydı? Kavga çıkarıp masayı mı devirseydi?” diye sorarsanız, siz de haklısınız. Masayı deviririm demekle masayı devirmek arasında dağlar kadar fark var. Türkiye’nin Arap Baharından sonra yaşadığı Doğu tercihleri kısa sürede geleceğin bir şekilde Batıyla olduğunun –epey zaman ve imkân kaybıyla-yeniden anlaşılmasıyla sonuçlandı. Ayrıca işler karşı taraf da sizi duymak istemediğinde daha da zorlaşıyor.

Zaten dönüş yolunda, 6 Ocak oluyor, uçaktaki gazeteciler Macron’un sözlerini yorumlamasını istediğinde Erdoğan içinden çıkması çok da kolay olmayan şu cümleleri sarf etti:

- “Ben onun tam ne demek istediğini anlamak istemedim. Onların bizi anlamasına odaklanmayı tercih ettim. (..) Hem içeride hem de basın açıklamasında buna odaklandım. Temenni ederim ki bizi anlamışlardır."

Bu karmaşık söylemin gösterdiği bir şey var: Erdoğan, Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin eleştirilmesine rağmen Batı Avrupa’da görünürlük aradığı sırada Fransız Cumhurbaşkanından (resmi ziyaret olmasa da) gelen bu davette, Macron’dan duymak istemediği şeyleri duyduğunu kabul etmek istemiyor.

Yazının Devamını Oku

Kadın hakları için erkekler de sesini yükseltmeli

6 Ocak 2018
Vicdan dediğiniz aslında bir bilinç düzeyidir. Vicdanın da, bilincinde cinsiyeti olmaz. Bir şey vicdanınıza sığmıyorsa, onu aslında aklınız da almıyor demektir.

Şahir olduğunuz insanlık acıları vicdanınıza dokunmuyorsa, bencil önceliklerinizi aşamıyorsa, sorun en başta sizde demektir.

Vidanınız Dilek Yardım’a sızlamadı mı örneğin. İstanbul’da Maltepe de kendisini gözyaşları içinde musalla taşında duran iki minik yavrusunun, 4 yaşındaki Elif ve 2 yaşındaki Hira’nın tabutuna sarılıp ağlarken gördüğünüzde ne düşündünüz?

İki yavru, daha sonar aynı av tüfeğiyle kendisini de öldüren babaları Ali Yardım tarafından katledilmişti. Dilek’in Ali’den duyduğu son cümle, telefondaki “Çocuklarını öldürdüm, gel de al” cümlesi olmuştu. O gün, Dilek’in şiddet gördüğü gerekçesiyle boşanma davası açtığı Ali’nin çocuklarını polis kontrolünde görüş günüydü.

Bazılarımız artık kullanmamamız gereken bir ifadeyle “Cinnet geçiren koca…” diye verdi haberi.

Dilek cenazede kendisini sakinleştirmek isteyen yakınlarına, ebeveynine öfkeyle bağırdı: “Bu ecel değil!” diye. “Polise gittim. Hepinize yalvardım. Hepinizin kapısına gittim. Hiç biriniz sahip çıkmadınız. Kimse bana yaklaşmasın.”

Katil Ali Yardım’ın erkek kardeşi Ekrem Yardım öyle bakmıyordu olaya: “Bir baba o hale nasıl gelebilir. Anne sebebiyet vermiş ki olmuş. (..)Ondan sonra kadın cinayetleri oluyor. Devlete rica ediyorum. Biraz da erkekleri düşünsün.”

İşte beni de bu tür sözler çileden çıkacak duruma getiriyor. Devlet biraz da erkekleri düşünecekmiş. Devlet de, mahkemeler de zaten erkeklerin üstünlük iddiasını sürdürmekten başka ne düşünüyor ki? Son zamanlarda değişen yasalalar, bir az da medyada vicdan, sorunluluk sahibi editörlerin eşlerini, kızlarını, kız kardeşlerini, annelerini öldürenleri “Töre cinayeti”, ya da “Namus cinayeti” adı altında hafifletmeye çalışmasıyla biraz olsun durum farklılaşıyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Medya yer vermese mi?” cümlesi çözüm değil. Medyada bu işi abartan meslektaşlarımız hala var ama biz yazmasak bu cinayetler eskiden olduğu gibi sıradan vakalar olarak kalacak, kimsenin ruhu duymadan katillerin, tecavüzcülerin “Namus belası” diyerek ellerini yıkayıp sıyrılmasıyla sonuçlanacaktı.

Yazının Devamını Oku

ABD ile gerilim artarken gizli diplomasinin önemi

5 Ocak 2018
New York mahkemesinin Halkbank Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla’yı İran’a yönelik ABD yaptırımlarının delinmesinden suçlu bulan kararı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın tarafından “skandal” sözleriyle kınandı.

Karar ile sanıkken suçlamaları kabul edip tanığa dönen Reza Zarrab’ın “Benden rüşvet almadı, istemedi de” dediği, “O işlerimi bozduğu için üstlerine rüşvet verdim” dediği Atilla suçlu bulundu; hem de Türkiye’nin uymak zorunda olmadığı Amerikan yaptırımını delmekten. Aslında dava Zarrab saf değiştirdiğinde akıbeti belli olmaya başlamıştı. Sonra da Fethullahçılık suçlamasıyla meslekten çıkarılan, gidip gizli belgeleri Amerikan makamlarına veren ve mahkemede Amerikan polisi FBI’dan 50 bin dolar aldığını da kabul eden Hüseyin Korkmaz’ı tanık olarak kabul ettiğinde. İşin bir boyutu da tiyatroya dönen bu dava nedeniyle Türkiye’nin kendi içinde hala görmesi gereken bazı hesapların da temize çekilmiş muamelesi görme ihtimali.

Neresinden bakarsanız bakın, bu karar Türkiye ve ABD arasındaki duvara bir koca tuğla daha ekledi.

Zaten iki ülke arasındaki ilişkiler tarihte hiç olmadığı kadar kötü gidiyor. Yakın zamana dek en fazla Nisan’dan Nisan’a gelen Ermeni soykırımı iddiaları tasarısı olur, o da Başkan’ın soykırım diyerek hukuki sonuç yaratmak yerine Ermenice “Medz Yeghern”, yani “Büyük felaket” demesiyle atlatılmış sayılırdı. (Evet, haklısınız, Nisan da yaklaşıyor.)

Şimdi iki devasa ve birden fazla daha düşük düzeyde sorun var. Devasa sorunlar Fethullah Gülen’in Türkiye’nin bütün ısrarına karşın hala Pennsylvania ‘da oturup faaliyetine devam ediyor olması ve ABD askeriyesinin hala PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG ile işbirliğine devam etmesi.

Diğer sorunlar arasında Amerikalı rahip Andrew Brunson ile iki Türk konsolosluk görevlisinin tutuklu bulunması, Erdoğan’ın korumaları ve Zarrab’ın rüşvetle suçladığı eski bakan Zafer Çağlayan hakkındaki tutuklama kararları, Rusya’dan alınacak S-400 füzeleri var. Ve tabii ABD Başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti tanıması sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önayak olarak ABD’nin BM zemininde ciddi bir siyasi yenilgi almasına katkıda bulunması var.

Bütün bu tabloya rağmen Türkiye ve ABD arasındaki ilişkilerin geri dönülmez noktaya gelmemesi için sürdürülen girişimler, gizli diplomasi girişimleri var. Ayrıntı vermek şu aşlamada mümkün görünmüyor ama bu girişimlerin varlığı büsbütün yalanlanmıyor da.

Henüz hazırlık aşamasında yani sonuç getirip getirmeyeceği belli olmaz halde olan bu girişimlerin işaretlerini ise yapılan açıklamaların satır aralarından okumak mümkün.

Bunlardan birisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 30 Aralık’ta Kastamonu’daki konuşmasında sarf ettiği şu cümleler: “Biz Suriye'de Rusya ve İran'la nasıl çalışıyorsak ABD ile de çalışmak isteriz. Bize bir adım atana biz misliyle mukabele etmekten çekinmeyiz. Aramızda çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur.”

Yazının Devamını Oku