Öyle böyle değil… ABD, Başkan Donald Trump’ın Kudüs hamlesi sayesinde şimdiye dek uluslararası siyasette aldığı en ağır yenilgiyi aldı.
Üstelik bu yenilgiyi 21 Aralık oylaması öncesinde modern diplomasinin gördüğü en çıplak ve kibirli tehdidini savurmasına rağmen aldı. Sanki oylamada hangi ülkenin hangi oyu kullandığı belli olmayacakmış gibi ABD’nin BM Temsilcisi Nikki Haley’e “Evet oyu veren ülkeleri tahtaya yazmasını” buyurdu; hem ABD’den para alıp hem ABD’nin siyasi kararlarına karşı oy kullanamazlardı.
Hem de öyle bir kullandılar ki… Kolay değil 128’e 9 yenilgi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Siyasi irademizi dolarla satın alamazsınız” sözü, Trump’ın “Paramızı alıp bize karşı duramazsınız sözünden daha doğru çıktı.
Ne yapacak şimdi Trump o sıfırcı öğretmen havasında isimlerini tahtaya yazdırdığı 128 ülkeyle, nasıl hizaya sokacak dünyanın ezici çoğunluğunu?
Para alıp Trump’a göre nankörlük edenlerden başlayalım mı? Mesela Suudi Arabistan’a, Afganistan’a, Irak ve Mısır’a ne yapacak?
Ya da ABD’nin gerçek anlamda tek stratejik müttefiki olan İngiltere, Türkiye’nin de öncülüğüyle hazırlanan “ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını kınama” karar taslağına “Evet” oyu vermiş olmasını, karşısında yer almasını nasıl “cezalandıracak acaba?
Ya da BM Güvenlik Konseyinde İngiltere’yle birlikte Batının sesi olarak veto yetkisine sahip Fransa’yı… Avrupa Birliği ve NATO’daki en güçlü müttefiklerinden Almanya’yı… Rusya’ya, Çin’e, Japonya ve Hindistan’a ne gibi öngörüyor acaba?
“Birkaç kaynaktan teyit” ettiğini söylediği bu istihbarata göre, “Türkiye merkezli bir yapı”, Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde bulunan muhalif “akademisyen, gazeteci ve siyasetçilere” suikast girişiminde bulunma hazırlığındaydı. İsim vermiyordu ama suikast girişiminin hedefindeki bazı isimlerin bulundukları ülkelerde resmi korumaya alındığını da söylüyordu. Paylan, bu yapının “Ogün Samast gibi” üç suikastçıyı bu tip cinayetler için görevlendirdiğini de ileri sürüyordu.
Samast, malum, 19 Ocak 2007’de gazeteci Hrant Dink’i öldüren katil, halen hapiste. Cinayeti işlediği sırada 18 yaşını doldurmamış olduğu için bir süre sonra serbest kalacak. Yakalandığı sırada polis ve jandarma görevlilerinin “Ermeni’yi öldüren” Samast’la hatıra fotoğrafı çektirmek için nasıl yarıştıklarını hatırladıkça onların yerine hala ben utanıyorum insanlığımdan.
Aceleyle görülen ve neredeyse sadece tetikçinin ceza aldığı o suikast, hatırlayacaksınız dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Devlet Denetleme Kurulunu görevlendirmesi sonucu 2011’de yeniden görülmeye başlamış ve 2014’ten itibaren cinayete Fethullahçı güvenlik görevlilerinin isminin karıştığı iddiaları doğru çıkmaya başlamıştı. Cemaat, kurnaz psikolojik savaş taktikleriyle cinayetin tamamen Dink aleyhine nefret kampanyası yürüten ve devlet içinde bağlantıları olan radikal milliyetçilerin eseri olduğu algısını işliyordu. Dink’in öldürülmesini takip eden aylarda 27 Nisan e-muhtırası, dönemin başbakanı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın resti görüp erken seçim ilanı ve Ergenekon soruşturmasının başlaması gibi gelişmeler bu algıyı güçlendiriyordu.
Dünkü telefon görüşmemizde Paylan’a bu yapının ne olduğu konusunda bilgisi olup olmadığını sordum. Hayır, yoktu, “Almanyalı Osmanlılar” gibi ne olduğu belli olmayan örgütlerin adı basında geçiyordu ama Paylan’ın başka kuşkuları vardı.
“Türkiye’deki siyasi gerginliğe bakıp durumdan vazife çıkarmaya çalışanlar da olabilir” dedi; “daha ciddi bir başka örgütlenme de… Belki birileri yeni bir darbe girişimine zemin hazırlıyor, belki Türkiye ile Almanya’nın, Avrupa Birliği’nin arasını daha da açmaya, Batıdan uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Barış sürecini bozmak isteyen yapılarla aynı olabilirler. Paris’teki cinayetleri de unutmamak lazım.”
Paylan’ın sözünü ettiği olay 9 Ocak 2013’te Paris’teki Kürt Enformasyon Merkezinde PKK’lı Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in öldürülmesi. Katil olarak yakalanan Ömer Güney’in 2016’da cezaevinde ölmesiyle dosyası kapanan cinayetin arkasında, bazı HDP’lilerin “MİT içinde yuvalanmış Cemaatçileri” sorumlu tuttuğu biliniyor. Keza 2009-2010 Oslo görüşmelerinin sonuçsuz kalmasındamn da Fethullahçılar sorumlu tutuluyor. Nihayet, son zamanlarda Dink davasında payı iddiasıyla tutuklanan bazı emniyetçilerin de aslında devlet içindeki Fethullahçı gizli örgütün elemanı olduğu öne sürülüyor.
Peki o zaman Paylan, iddianamelerdeki tanımıyla “Fethullahçı Terör Örgütü – FETÖ”yü mü işaret ediyor?
“Bu konuda kesin bir şey söyleyecek bilgi elimde yok” diyor Paylan, “Ama Dink cinayetinde kalemi kıran bir yapıydı, görüp engellemeyen Fethullahçılardı; siyasi atmosferin daha da keskinleşmesi isteniyordu. Rahip Santoro cinayeti de bence böyleydi.”
Bundan birkaç sene önce “Neden yok” diye eleştiri konusu olabilirdi oysa. Nedeni açık. Bu belgede Türkiye’nin adı eğer anılsaydı, kötü anılacaktı endişesi vardı Ankara’da, bu da hiç boşuna değildi.
Çünkü daha 12 Aralık’ta Washington’da bir düşünce kuruluşunda konuşan Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı HR (Herbert Raymond) McMaster, 18 Aralık’ta açıklanacak strateji belgesinden söz ederken “Türkiye ve Katar’ın Batıyı hedef alan aşırılıkçı İslami ideolojilerin temel destekçileri” haline geldiğini söylemişti; konuşmasında Müslüman Kardeşler örgütüne açık atıflar vardı.
Saat farkından dolayı ertesi güne kaldığı için Türkiye bunu 13 Aralık’ta şiddetle kınadı. Türkiye terörizmin hedefiydi, Türkiye’deki IŞİD ve El Kaide saldırılarında yüzlerce kişi öldürülmüş ve yaralanmıştı ve gerek Suriye, gerekse Irak’ta bu örgütlerle savaşıyordu.
McMaster’ın başında olduğu Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) aynı gün bir açıklama yaparak ABD’nin “Bölgeye istikrar getirme ve her türlü terörizmi defetme çabasında Türkiye ile stratejik ortaklığına bağlı” olduğunu ilan etti. Açıklamada Türkiye’nin Suriye ile “sınır güvenliğini güçlendirme, yabancı savaşçıların topraklarını kullanmasını durdurma ve önemli Suriye şehirlerini [IŞİD’ten] temizleme savaşının” ABD tarafından “takdir edildiği” de söyleniyordu.
İşte bu nedenle Ankara “stratejik ortağının” belgesinde Türkiye’den hiç bahis olmadığını görünce rahat bir nefes aldı; ya yer alsaydı, kötü yer almasından endişe vardı.
Şimdi… İki seçenekten birisini geçerli varsayabilirsiniz. Birincisi, McMaster’ın ilk beyanını “Allah söyletmiş” diyerek gerçek düşüncesi olarak esas alarak, bu görüşlerin strateji belgesinden muhtemelen Trump’ın devreye girişiyle çıkarıldığını varsaymaktır. Diğeri de –muhtemelen Trump’ın “Bir de bununla uğraştırmayın beni” uyarısıyla- McMaster’in birinci beyanını kayıtlarınızdan silip, ikinci (düzeltme) beyanını esas alarak Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin mükemmel devam ettiğini varsaymaktır.
Oysa Türk-Amerikan ilişkileri mükemmel olmak bir yana, hiç olmadığı kadar kötüleşmekte, baş aşağı gitmektedir.
Bu baş aşağı gidiş yalnızca Reza Zarrab davası nedeniyle değildir. Yalnızca Fethullah Gülen’in hala ABD’de oturup Türkiye’deki faaliyetlerini yönetiyor olmasına 15 Temmuz iddianameleri ortadayken izin verilmesi nedeniyle de, yalnızca Suriye’de YPG/PKK nedeniyle yaşanmaya devam eden gerilim nedeniyle, tutuklu rahip Andrew Brunson, tutuklu Türk vatandaşı Amerikan konsolosluk çalışanları ve vize krizi nedeniyle de değildir.
Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov, Atatürk Bulvarı üzerindeki ABD Büyükelçiliğinin karşı tarafında, suikaste kurban giden ABD Başkanı Kennedy'nin adı verilen caddenin hemen başındaki Çankaya Belediyesi Kültür Merkezindeki açılışa tam zamanında geldi.
Açılış Rusya'da günlük hayat üzerine bir fotoğraf sergisiydi.
Büyükelçi konuşurken arkasında duran siyah takım elbiseli genç adamı herkes koruması sanıyordu.
Silahını çekti, Arapça sloganlar atarak Büyükelçiyi vurdu, öldürdü.
Ortalık can pazarına döndü. Büyükelçi Karlov'un cansız bedeni sırt üstü yatıyor, katil elinde silah etrafı terörize etmeyi sürdürüyor, davetliler kendilerini yere atıp duvar diplerine kaçışıyorlardı.
O sırada pek çok foto muhabiri olay yerindeydi. Aralarından yalnızca biri kendisini korumak için eğilmek, geri çekilmek, ya da çok doğaldır kaçmak yerine olduğu yerde durdu, fotoğraf makinesinin deklanşör düğmesine basmaya devam etti ve sonuna kadar oradan ayrılmadı.
Ortaya ertesi gün dünyayı sarsan, yüzlerce gazetede manşet olan işte bu fotoğraf çıkmıştı.
Birisi İstanbul 27'inci Ağır Ceza Mahkemesinden. Bu aynı zamanda 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Hürriyet, CNN Türk, Kanal D'nin de bulunduğu Doğan Medya binasını basan askerlerle hesaplaştığımız ve Cumhuriyet gazetesinden meslektaşlarımızın yargılandığı mahkemedir, aşinayız yani.
Mahkemede aynı zamanda 1 Ocak 2017'nin ilk saatlerinde İstanbul'daki Reina gece kulübünün basılıp 39 kişinin öldürülmesi, 57 kişinin yaralanması davası da görülüyor.
İstanbul polisi tarafından sıkı takip sonucu yakalanan Özbek asıllı IŞİD militanı Abdulkadir Masharipov, kulubü basıp katliama yol açmakla suçlanıyor, davanın bir numaralı sanığı. Bir kısmı Özbek ve Uygur kökenli diğer sanıklar, IŞİD adına ona yardımcı olmakla suçlanıyor.
Onlardan birisi de Celil Çelik. Beş gün süren ve Cuma gece yarısı sonuçlanan duruşmalar sırasında "Gider Şam'da da Medine'de de savaşırım. Çünkü cihat savaşına inanıyorum" diye ifade vermiş.
İşte mahkeme, bu Celil Çelik dahil 7 sanığın tahliyesine, tutuksuz yargılanmasına karar vermiş bulunuyor. Gerekçeler, suçlama vasfının değişmesi ihtimali, kanıtların "büyük ölçüde" toplanmış bulunması, sabit adreslerinin olması ve kaçma şüphesinin bulunmaması.
Yani, "Gider savaşırım" diyen sanıkta kaçma şüphesi görmeyen mahkeme, mesela polisin her dönem gidip evinde bulabildiği Ahmet Şık'ı hala içeride tutuyor. Adalet Bakanlığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine "gazetecilikten değil, terör örgütü üyeliğinden" diye gerekçe yazıyor ama ortada yazılanlardan ve söylenenlerden başka "kanıt" yok, onlar da "büyük ölçüde" filan değil, tamamen savcının elinde zaten.
Bu söylediklerim (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti verilerine göre) halen Türkiye'de cezaevlerinde bulunan 146 gazeteci, yazar, medya çalışanının büyük çoğunluğu için geçerli.
Mesela Akın Atalay'ın, Murat Sabuncu'nun adresleri mi yok? Yaşları nedeniyle sağlık sorunları yaşayan Nazlı Ilıcak, Şahin Alpay, Ali Bulaç'ın ne gibi kaçma şüpheleri var?
Bu sözü edince petrolcüler hemen koro halinde “Daha şu kadar yıl yetecek petrol, bu kadar yıl yetecek gaz” var diye itiraz ediyorlar ama bu sözü eden bir zamanların dünya siyasetine yön veren Suudi Petrol Bakanı Zeki Yamani.
Şeyh Yamani 2000 yılında (aynı zamanda İngiliz parlamentosu üyesi olan) Daily Telegraph yazarı Gyles Brandreth ile mülakatında tam olarak şöyle demiş: “Bundan otuz yıl kadar sonra petrol bolluğu yaşanacak –ama alan kalmayacak. Petrol durduğu yerde bırakılacak. Taş devri, taş yokluğundan bitmedi, petrol devrinin bitişi de petrol kalmadığı için olmayacak.”
Dünya 1973 petrol krizinin başrol oyuncusu Yamani’nin otuz yıl kehanetinin yarısını geride bıraktı ve şimdiden petrol çağının bitişinin işaretleri fazlasıyla ortada.
Baksanıza, ABD’nin Irak işgali 2003’te başladığında petrolün varil fiyatı yüz dolarların üzerine çıkmış ve epey orada kalmıştı. Suriye iç savaşı bir yana, geçen yaz yaşadığımız Suudi-Arabistan-Katar, ya da geçtiğimiz aylarda Yemen üzerinden yaşanan Suud-İran söz düellosu, ye da geçen hafta ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve İslam İşbirliğinin buna tepkisi gibi gelişmeler bundan beş yıl öncesi olsaydı, petrol fiyatları çıldırırdı. Oysa ufak tefek kıpırdanmalar dışında bir şey olmadı.
Neden mi?
Nedenlerinden biri, Suudi Bakanın bu erken uyarısını kendi ülkesi değil, ama başka iki ülkenin ciddiye almış olması. Bunlardan birisi İran oldu, diğeri ABD.
İran’ın son on-onbeş yıldır nükleer enerjiye geçme isteğini sadece doğusunda Pakistan ve Hindistan, batısında İsrail gibi atom bombası ülkeler karşı kendi atom cephaneliğini kurmak olduğuna inanacak kadar saf olamayız. İran, Rusya’nın yardımıyla enerji kaynaklarını çeşitlendirmek, böylelikle ekonomisini yalnızca petrol, gaz ve silah sanayiine bağımlı kalmaktan kurtarmak istiyor. Ama ABD ambargoları ve kendi içindeki şahin-güvercin çelişkisi nedeniyle dik duramıyor pek.
ABD ise 2005 yılında, yani 2003’teki İran işgali ardından önemli bir saptama yaptı. Orta Doğu’ya müdahaleleri mutlaka kendi lehine sonuçlanmıyordu ama petrol ve gaz fiyatları arttığı için mutlaka Rusya ve İran gibi hasımlarının işine yarıyor, onları güçlendiriyordu. Kongre’de oluşturulan bir çalışma grubu 2006 itibarıyla şu sonuca vardı: ABD petrol ve gaz dış alımını bırakıp, özellikle Orta Doğu’ya bağımlılığını kopartacak şekilde yeni enerji kaynaklarının bulunmasına yönelmeliydi.
“Kudüs’e Özgürlük” adı verilen sonuç bildirgesinde bütün ülkeler Filistin devletini ve Doğu Kudüs’ü de onun başkenti olarak tanımaya çağırıldı.
İstanbul’da üç çağrı daha yapıldı. Birincisi yine bütün ülkelere ABD’nin kararına destek olmaktan kaçınma ve büyükelçiliklerini ABD’nin ilan ettiği üzere Tel Aviv’den Kudüs’e taşımama çağrısı. İkincisi ABD’ye kararını geri çekmemesi halinde doğacak tüm sonuçlardan sorumlu tutulacağı beyanı. Ve tabii İsrail’den işgal altında tuttuğu Filistin topraklarından 1967 sınırlarına geri çekilme çağrısı.
Bir çağrı da “Kudüs’ün statüsünü teyit etmesi için” Birleşmiş Milletlere yapılmış.
Bu sonuç bildirgesi ne kimseyi tehdit ediyor, ne de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kapanış konuşmasında söylediği üzere “altında ABD’nin de imzası olan” Birleşmiş Milletler kararları dışında bir şey söylüyor.
Ama yine de Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ı dahi hayrete düşürecek şekilde “başarıyla sonuçlanmış ender” bir İslam İşbirliği toplantısı oldu; Abbas haklı, çünkü genel olarak İslam İşbirliği toplantılarında keskin laflarla havanda su dövülür.
Aslına bakarsanız bu toplantı öncesinde diplomatik gözlemcilerin beklentisi de fazla değildi. İtiraf edeyim ki benim de beklentim fazla değildi. Türkiye, İran, Malezya gibi Arap-olmayan Müslüman ülkelerin Kudüs konusunda daha kesin duruşlarının, son zamanlarda ABD-İsrail eksenine daha da yakın duran Suudi Arabistan tarafından sulandırılacağı tahmin ediliyordu. Nitekim ne Suud Kralı gelmişti zirveye, ne dışişleri bakanı; Arap dünyasının, hatta İslam dünyasının liderliği iddiasındaki Krallık, örneğin tıpkı gözlemci konumundaki Rusya gibi dışişleri bakan yardımcısı düzeyinde temsil ediliyordu.
Ancak sabah saatlerinde Kral Salman bin Abdülaziz tarafından İstanbul’a iletilen bir mesaj havayı değiştirdi; Suudi Arabistan da Filistinlilerin Kudüs üzerindeki hakkını teslim ediyordu. Bu değişimin iki temel nedeni olduğu yorumuna varmak mümkün. Biri, Suudi Arabistan’ın İslam İşbirliği içinde ağırlık ve etkisi artan Arap-olmayan ülkelerin talepleriyle uzlaşmak durumunda kalmasıdır. Diğeri de, Suud Krallığının ABD ve İsrail ile ilişkilerini zora sokabilecek de olsa Müslümanların ilk kıblesi Kudüs’ü layıkıyla savunamadan şimdiki kıblesi Kâbe’yi savunmanın zorluğunu hissetmiş olması ihtimalidir.
Öyle ya da böyle İslam İşbirliği Örgütü, belki de tarihinde ilk defa Filistin halkının yanında bu kadar güçlü ve aynı zamanda BM’nin yasal zemininde durmuş bulunuyor.
Dün Rus medyasına, belli ki Rus yetkiler tarafından sızdırılan videoyu gördünüz mü?
Bir gün önce, 11 Aralık’ta Türkiye’ye gelmeden önce Mısır’a gitmesi planlanan Rus devlet Başkanı Vladimir Putin, fikir değiştirip önce Suriye’nin Lazkiye kenti yakınlarındaki Hmeymim hava üssüne indi. Suriye iç savaşı başladığında Akdeniz, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki tek Rus askeri varlığı Suriye’nin Tartus kentindeki deniz üssüydü. Rusya 2015 Eylül’ünde Suriye savaşına müdahil olunca ilk iş olarak Tartus’u genişletti ve kapasitesini kısa sürede büyüttüğü Hmeymim hava üssünü ona ekledi.
İşte bu Hmeymim üssünde önce Rus generalden tekmil alıyor, Cumhurbaşkanı Beşar Esad onu karşılıyor, kucaklaşıyorlar, sonra ilerlemeye başlıyor. Esad ona katılmak isteyince iki yanındaki iki Rus subay tarafından, hatta birisi kolunu tutmak suretiyle engelleniyor. Putin orada, Suriye toprağında kimin patron olduğunu göstermek istiyor ama dikkat çekici olan Esad’ın bunu yüzünde mahcup ve çaresiz bir tebessümle, eliyle “tamam” jesti yaparak kabullenişi.
Esad koltuğunu ve belki de canını Putin’e borçludur ve Putin de bunu biraz Rus usulü sergiliyor.
Yani Türkiye’nin 2011’deki Suriye tahminleri isabetsiz çıkmış, Esad altı ayda devrilmemiştir ve hala koltuğunda oturmaktadır ama bir şey kazanmış filan değildir. Ülkesinin geleceği için toplanan konferansta bir geçiş hükümetinde yer alıp alamaması dahi tartışma konusudur. Altı yıl önce nüfus kağıdı vermediği (hatırlarsanız o dönem başbakan olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan bunun için devreye girmişti) Kürtlere bugün federasyon verip koltuğunu bir süre daha korumaya razıdır.
Türkiye’nin Suriye siyaseti hedefine ulaşmış değildir ama Esad galip filan değildir, ABD’nin hesapları da, İran’ın hesaplarında, hatta en çok kazançlı çıkan Rusya’nın hesapları da –değişik oranlarda- çarşıya uymamıştır.
Türkiye, Esad’ın geçiş hükümetinde de yer almaması gerektiği siyasetinde ısrarlı. Başka çoğu konuda anlaşamadığı ABD, Fransa, Almanya, İngiltere, özetle NATO ülkeleri de böyle düşünüyor. Rusya pazarlığa hazır, Esad’da sonuna dek ısrar edense gitmesi halinde en fazla kaybedecek ülke olan İran.
Ancak Türkiye’nin tutumunda bir değişiklik var. Suriye ve Esad rejimi artık eskisi gibi tehdit ve hedef sayılmıyor; Türkiye’nin hedef algısından çıkmaya başladı.