Paylaş
Macron, davetlisi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile ortak basın toplantısında şunları söylemişti:
- “Türkiye’nin AB ile ilişkileri söz konusu olduğunda, yakın dönemdeki gelişmeler ve tercihlerin, bağlı bulunduğumuz süreçte herhangi bir gelişmeye izin vermediği açıktır.” Burada “bağlı bulunduğumuz süreç ile Türkiye’nin AB’ye tam üyelik görüşmelerinin kast edildiği da sanırım açık.
Buna karşın Macron, tam üyelik olmasa da Türk halkının Avrupa’yla bağının korunması için ilişkilerin yeniden yorumlanmasını öneriyordu. Macron “çıpayla bağlı” ifadesini kullanıyordu; bu da limanda olsa da rıhtımda değil, koyda demir atarak bekleme durumunu anlatıyordu. Bu sözler aslında bundan tam on yıl önce dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy ve halen (Erdoğan gibi) ülkesinin dümeninde bulunan Alman Şansölyesi Angela Merkel’in söylediklerinin bire bir tekrarıydı.
O dönem Başbakan olan Erdoğan Fransa ve Almanya’ya çok sert tepki göstermiş, Türkiye’nin tam üyelikten daha azına razı olamayacağını söylemişti. Paris’teki basın toplantısında Türkiye’nin AB’ye “Haydi bizi de alıverin” demeyeceğini söyledi, sonra da 2018’in AB ile ilişkilerde “yumuşama” yılı olmasını umduğunu söyledi.
“Ne yapsaydı? Kavga çıkarıp masayı mı devirseydi?” diye sorarsanız, siz de haklısınız. Masayı deviririm demekle masayı devirmek arasında dağlar kadar fark var. Türkiye’nin Arap Baharından sonra yaşadığı Doğu tercihleri kısa sürede geleceğin bir şekilde Batıyla olduğunun –epey zaman ve imkân kaybıyla-yeniden anlaşılmasıyla sonuçlandı. Ayrıca işler karşı taraf da sizi duymak istemediğinde daha da zorlaşıyor.
Zaten dönüş yolunda, 6 Ocak oluyor, uçaktaki gazeteciler Macron’un sözlerini yorumlamasını istediğinde Erdoğan içinden çıkması çok da kolay olmayan şu cümleleri sarf etti:
- “Ben onun tam ne demek istediğini anlamak istemedim. Onların bizi anlamasına odaklanmayı tercih ettim. (..) Hem içeride hem de basın açıklamasında buna odaklandım. Temenni ederim ki bizi anlamışlardır."
Bu karmaşık söylemin gösterdiği bir şey var: Erdoğan, Türkiye’deki hak ve özgürlüklerin eleştirilmesine rağmen Batı Avrupa’da görünürlük aradığı sırada Fransız Cumhurbaşkanından (resmi ziyaret olmasa da) gelen bu davette, Macron’dan duymak istemediği şeyleri duyduğunu kabul etmek istemiyor.
Ama Erdoğan, basın toplantısında Macron’ın kendisine Türkiye’de cezaevlerinde bulunan Osman Kavala dâhil bazı isimleri içeren bir “liste” verdiğini açıkladığı sırada duyduğu rahatsızlığı gizlemeye gerek duymadı; yüzünden okunuyordu.
Erdoğan’ın duymak istemediği bu sözler, üstelik Türkiye’nin Airbus’tan THY için 25 yolcu uçağı aldığı, Rusların S-400 füzelerinin aksine NATO ile uyumu Fransız-İtalyan hava savunma sistemi için anlaşma imzalandığı törenlerin hemen ardından düzenlenen basın toplantısında edildi. (Daha geçen Eylül, Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump ile konuşması sonrasında da Boeing’ten 40 uçak alım anlaşması imzalanmıştı.) Ha bir de Sinop nükleer santralinde Fransız ortaklığı konuşulduğu açıklandı.
Erdoğan Türkiye’ye dönüş yolundayken Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Almanya’nın Goslar şehrinde mevkidaşı Sigmar Gabriel ile görüşüyordu. Çavuşoğlu geçen Kasım ayında Gabriel’i memleketi Antalya’da ağırlamıştı. Gabriel de şimdi onu kendi memleketi Goslar’da, hatta evinde ağırlıyor, Türk usulü demlenmiş çayı kendi elleriyle ikram ediyordu.
Ancak Gabriel’in odağında da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği yoktu. Daha çok iki ülke arasında –gerçekten derin ve önemli- ilişkileri yeniden bir yoluna koymak, Türkiye’deki Alman şirketlerini dikkate getirmek ve tabi bir de (başta gazeteci Deniz Yücel olmak üzere) Türk cezaevlerindeki 7 Alman vatandaşının tahliye edildiğini görmek istiyordu; Meşale Tolu’nun Noel öncesi tahliyesi Almanları umutlandırmıştı. Zaten geçen hafta da söylemişti Gabriel, durmadan Erdoğan’a ve Türkiye’ye saldırmanın ne hapisteki Almanlara, ne Alman ticaretine bir faydası vardı, ne de Almanya’nın güvenliğine.
Dün 7 Ocak’ta İstanbul Haliç’teki tarihi Bulgar “Demir Kilisenin” 7 yıllık yenilenme çalışması sonrası yeniden açılması törenine katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu açılışın dünyaya ve özellikle Avrupa’ya Türkiye’deki hoşgörü atmosferini gösteren bir mesaj vermesi gerektiğini söyledi.
Son birkaç yıldır, özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, onun ardından ilan edilen Olağanüstü Hal ve 2017 referandumu öncesinde yaşanan gelişmelerden AB’nin aldığı bir başka mesaj var oysa zaten o zamana dek var olan Türkiye aleyhtarı havanın üzerine eklenen. O mesaj şöyle özetlenebilir: Erdoğan’ın şahsı üzerine gitmeyelim, çünkü bunu Türkiye’ye saldırı olarak yansıtıyor; Türkiye’de ileri demokrasi konusunda fazla hayale kapılmayalım, Avrupa’nın güvenliğini tehdit etmeyecek düzeyde gelişsin yeter; bu arada da – hazır Türkiye’nin ABD ile ilişkileri AB’den de kötüyken- ticari çıkarlar bakımından ne koparabilirsek koparalım.
Yani ortada pek de BBC’nin yorumladığı gibi AB’nin Türkiye’ye karşı ikiyüzlülüğünün sona ermişliği filan yok, mevcut koşullara göre şekil değiştirmiş bir fırsatçılık var.
Düşünsenize. Dünkü kilise açılışında Başbakan Boyko Borisov tarafından temsil edilen Bulgaristan’la sınırları Türkiye Batı ittifakı adına koruduğu yıllarda da AB’nin bekleme odasında da beklemedeydi; Bulgaristan 1 Ocak’ta AB’nin altı aylığına dönem başkanlığını üstlendi.
Öyle anlaşılıyor ki artık bekleme odası filan kalmadı; fiilen kalmadı. Artık 1999’da üye adaylığına kabul edildiği sırada olduğu gibi Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen bir ABD yönetimi de olmadığına göre, sanırım Türkiye’ye (Ukrayna ile birlikte) bir “Çıpa” formülü önerilmesi için İngiltere’nin AB’den ayrılığı sürecinin, Brexit’in tamamlanmasını bekleyeceğiz.
Paylaş