Önce şunu açıkça söyleyeyim: Bendeniz, Serdar Turgut'un başlattığı teknokratlar hükümeti teklifini destekleyenlerdenim ama bu tartışma sırasında yapılan bir tarih hatayı düzeltmek istiyorum.
Türkiye'nin ilk teknokrat kabinesini 1971'de Nihat Erim değil, o tarihten seneler önce, 1912'nin 22 Temmuz'unda Gazi Ahmed Muhtar Paşa kurmuştu. Hükümette üç eski başbakan vardı, Ahmed Muhtar Paşa oğlu Mahmud Muhtar Paşa'yı da bakan yapmıştı ve hükümet tarihlere bu yüzden ‘‘Baba-Oğul Kabinesi’’ diye geçti. Ama geleneklerimiz gereği kabineyi devirmek için elimizden geleni yaptık, Gazi Ahmed Muhtar Paşa sadece üç ay dayanabildi ve sonrası tam bir feláket oldu: Rumeli ile Libya peşpeşe elimizden çıktı.
Serdar Turgut'un başlattığı ‘‘teknokratlar hükümeti’’ tartışması, ortalığı tozu dumana kattı. Başta başbakan olmak üzere çok sayıda devletlumuz böyle bir hükumetin ara rejim demek olduğunu söyleyip veryansınettiler ve işi teknokratlar hükümetini destekleyenleri neredeyse demokrasi düşmanı ilán etmeye kadar getirdiler.
Bendeniz, destekliyorum
Önce, şunu açıkça söyleyeyim: Bendeniz de Serdar'ın teklifini yani Türkiye'nin bir müddet için teknokratlar tarafından idare edilmesini destekleyenlerdenim. Memleketi bu hale getirenlerin şimdiye kadar yaptıklarının gelecekte yapacaklarının da teminatı olduğunu farkeden herkes zannedersen benim gibi düşünür ve herşey yoluna girene kadar devletin işten anlayanlar tarafından idare edilmesinin çok doğru bir karar olduğuna inanır.
Serdar'ın başlattığı bu teknokratlar hükümeti tartışması gündeme 12 Mart günlerini ve Nihat Erim kabinelerini getirdi. Türkiye'nin ilk teknokrat hükümetinin 12 Mart sonrasında Nihat Erim tarafından kurulduğu yazılıp çizildi ama işin doğrusu öyle değildi: Teknokratlardan meydana gelen ve milli uzlaşma maksadıyla kurulan ilk hükümet 1971 değil 1912 tarihini taşıyordu ama büyük ümidlerle kurulan bu hükümeti ádetimiz gereği yaşatmamış, üç ay içerisinde halledivermiştik.
İşte, tarihlere ‘‘Büyük Kabine’’ yahut ‘‘Baba-Oğul Kabinesi’’ diye geçen bu hükümetin öyküsü:
Türkiye'de 1908 Temmuz'unda İkinci Meşrutiyet ilán edilmiş, memleket káğıt üzerinde de olsa hürriyete ve demokrasiye kavuşmuştu.
Derken meşhur 31 Mart isyanı patladı, 1909'un 27 Nisan'ında Abdülhamid tahtından indirildi, yerine Sultan Reşad geçti ve İttihad ve Terakki memlekete yavaş yavaş hakim olmaya başladı.
İstanbul'daki belirsizlik imparatorluğun dört bir yanına sıçradı. Arnavutluk isyan etti, Girit Yunanistan'a sadakatini açıkladı ve Balkanlar'da bağımsızlık hareketleri daha da arttı.
Bütün bu tatsızlıklar içerisinde 1911'e gelindi ve o senenin Ekim'inde İtalya birdenbire Libya'yı işgal ediverdi. Artık sık sık hükümetler değişmekte, sadrazamlar yani başbakanlar birbirini takip etmekteydi. Tevfik Paşa'nın yerini Hüseyin Hilmi Paşa aldı, o gidince yerine Hakkı Paşa getirildi, istifasından sonra Abdülhamid'in meşhur Said Paşa'sı sekizinci defa sadrazam yapıldı. Said Paşa, İttihadçılar'ın desteğine sahipti ama İttihadçılar ordunun tamamına hakim değildiler ve bazı paşaların huzursuz olduğu söylenmekteydi. Cepheden neredeyse her gün bir başka yenilginin haberi geliyor, hayat gittikçe pahalılaşıyor ve hemen her an darbe bekleniyordu.
Oğlunu da bakan yaptı
İşlerin içinden çıkılmaz hale geldiğini gören Said Paşa, 1912'nin 16 Temmuz'unda istifa etti. Bu, İttihad ve Terakki'nin de idareden gitmesi demekti ve artık tek yol hem memlekette uzlaşmayı sağlayacak, hem de işi bilenlerden meydana gelecek bir hükümetin kurulmasıydı.
Sultan Reşad, etrafındakilerin de telkinleriyle sadrazamlığa kahramanlığıyla tanınmış ve her kesimden saygı gören bir askeri, senato başkanı olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa'yı getirdi ve Paşa 1912'nin 22 Temmuz'unda 14 kişilik hükümetini kurdu. Hükümette üç eski sadrazam vardı. Paşa, Denizcilik Bakanlığı’na da oğlu Mahmud Muhtar Paşa'yı getirmişti.
Hükümette eski başbakanların da bulunduğunu gören halk, bu yeni kabineye kuruluşunun daha ilk gününde ‘‘Büyük Kabine’’ adını verdiyse de de, başbakanın oğlunun da kabinede yer alması üzerine bu isim hemen ‘‘Baba-oğul hükümeti’’nedöndü. Bütün bu hafif alaycı bakışlara ve istihzalara rağmen, hükümetin gene de derdlere deva olacağına inanılıyordu.
Ama öyle olmadı. Önce, kabinede temsil edilmeyen partiler hükümeti yıpratmak için ellerinden geleni yaptılar, derken kabinedeki eski başbakanlar birbirlerine girdi. İstanbul'daki bütün bu didişmeler sırasında üstüne üstlük bir de Balkan savaşı patladı, Rumeli olduğu gibi elimizden çıktı ve bu arada Libya da elimizden gitti. Trablus ve Bingazi'de uzun zamandan beri devam eden İtalyan işgaline karşı artık hiçbir şey yapamaz hale gelmiş olan hükümet Libya'yı İtalyanlar'a vermekten başka çare bulamadı.
Sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa için artık istifadan başka çare kalmamıştı ve 1912'nin 29 Ekim'inde istifa etti: Büyük ümidlerle kurulan Türkiye'nin ‘‘Büyük Kabine’’si, işbaşında sadece üç ay sekiz gün kalabilmişti.
Hükümetin yıkılmasından neler olduğunu merak edenler için söyleyeyim: İttihadçılar bir ay sonra Babıali'yi basıp işbaşına geldiler, İttihad ve Terakki Partisi devletin tek sahibi oldu, arkasından durup dururken Birinci Dünya Savaşı'na girdik, sonrası ise málum...
Mısırlı papaz üflerken basıldı
Mısır, bugünlerde Türkiye'nin gündemini bundan birkaç sene önce aylarca meşgul eden bir seks skandalının, yatakta basılan Aczimendi 'şeyhi' Müslüm Gündüz hadisesinin bir benzerini yaşıyor.
Ama, arada küçük bir fark var; din farkı: Mısır'daki olayın kahramanı Müslüman değil Hıristiyan, üstelik sıradan bir Hıristiyan da değil, Kıpti kilisesinin yüksek rütbeli bir mensubu, bir piskopos. Skandalın sebebi ise, piskoposun çocuğu olmayan çok sayıda kadına ‘‘çocuk sahibi olacakları’’ garantisiyle bir güzel tecavüz ettiğinin ortaya çıkması...
İsa aşkına bir nefes
Piskoposun adı Adil Sadullah Gabriel, kilisedeki ‘‘dini’’ ismi ise, Barsum el Mahruki... Kahire'nin güneyindeki Asyut şehrinde bulunan büyük Kıpti kilisesinin başında. Kıptiler, malum, Mısır'da nüfusun yüzde yirmiye yakını meydana getiren Ortodoks Hıristiyan halkı...
İşte bu Barsum el Mahrukî adındaki bu piskopos, kendisini senelerden beri çocuk sahibi olamayan kadınları anne yapmaya vakfetmiştir. ‘‘Aman aziz peder derdime derman ol!’’ diye gelen kadınları akşamları kilisenin arka tarafındaki odasına alır, ‘‘Burada olacakları sakın haaa kocana söyleme, yoksa çarpılırsın’’ der, içlerine ‘‘İsa'nın kutsal ruhunu üfüreceğini’’ söyleyip yatağa yatırır ve üfürür.
Piskopos el Mahrukî, bu arada kutsal ruhla teknolojik bağlantı da kurmuş ve yatak odasına yerleştirdiği bir kamerayla üfürme seanslarının tamamına bir güzel kaydetmiştir.
Hamile kalan kadınlar kendilerinin ‘‘Hazreti Meryem’’, kalamayanlar ise ‘‘günahkár’’ olduklarına hükmetmektedirler. Ama son zamanlarda kilisenin papaz odasında birşeyler olduğuna dair dedikodular çıkar, polis geçen ay kiliseyi basıp sıkı bir arama yapar ve bir dolap dolusu video kaset bulunur. Başrolde hep piskopos hazretleri vardır ve düzinelerle hanıma üfürmededir...
Filimlerin bazı kareleri El Nabaa gazetesinin eline geçer ve gazete bunları tam sayfa yayınlar. Hristiyan Mısırlılar yayını protesto ederlerse de gazete karaborsaya düşer ve tek bir nüshası 20 dolardan müşteri bulur.
Artık, Mısır Kıptileri'nin Patriği Üçüncü Şenuda Hazretleri'ne Piskopos Barsum el Mahrukî'yikiliseden ihractan başka çare kalmamıştır. Öyle yapar, polis de bunun üzerine piskoposu Asyut'tan Kahire'ye getirip tutuklar. Mısır, şimdi hem üfürme seanslarının rezaletini, hem de El Nabaa gazetesinin bu fotoğrafları yayınlamasının basın etiğine uyup uymadığını tartışıyor. Gazetenin genel yayın müdürü Memduh Mahran ‘‘Bu haberi yayınlamayıp da neyi yayınlayacaktık? Basın böyle olaylara sayfalarında yer vermeyecekse varolmasının ne hikmeti kalır ki? Bizi suçlayanlar önce gidip bazı papazları ve şeyhleri ahláka davet etsinler’’ diyor.