Gazeteciler her gün tutuklanıyor, gözaltına alınıyor, saldırıya uğruyor, tehdit ediliyor. ‘Darbecilik, casusluk, terör örgütüne yardım, isyana teşvik, devletin güvenliğine tehdit, kin ve düşmanlığa tahrik’ gibi iddialarla yargılanıyorlar. Hepsine istenen cezaların toplamı 2 bin 229 yıl 6 ay. Soruşturmalara, davalara boğuluyor; tazminat ödemeye mahkûm ediliyorlar.
Kamuoyu gazetecilerin sıkıntılarından kısmen haberdar. Hakları ihlal edilen ve kamuoyunun tanımadığı, ismini bilmediği daha yüzlerce gazeteci var.
Bu ihlallerin kaydını tutan kaç kişi bulunur bilmiyorum ama bu zahmete giren en az bir kişi olduğunu biliyorum; hafta başında ‘terör propagandası yapmaktan’ tutuklanan gazeteci Erol Önderoğlu.
Onunla beraber, bir insan hakları aktivisti, bir de yazar, karar metnine ‘Tutuklanmalarına engel bir hal yok’ notu düşülerek cezaevine gönderildi.
Tutuklama kararında, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, yazar Ahmet Nesin ve Önderoğlu’nun (dayanışma amacıyla bir günlüğüne yayın yönetmeni oldukları) Özgür Gündem gazetesindeki haber içerikleriyle terör örgütü propagandası yaptıkları belirtildi.
Tunca, ‘Klasik Müziğe İlk Adım’ adlı bir televizyon programı yaptı, ‘60 Dakikada Klasik Müzik’ adlı bir kitap yazdı, ‘Klasik Müzikle Tanıştır’ ve ‘Çello ile Tanışalım’ adlı projelerin yaratıcısı oldu.
Çocukların müziksel işitme becerilerinin ölçülmesi konusunda da bilimsel araştırmalar yapan Tunca, bireylerin kendi kendilerine müziksel işitme becerilerini test edebilecekleri İngilizce ve Çince dillerinde kullanılabilen bir iOS uygulaması geliştirdi.
Bu konuda bazı bilimsel dergilerde makaleleri yayımlandı.
En son 2015’te Eskişehir’de Tepebaşı Belediyesi için bir El Sistema orkestrası kurarak yüzlerce çocuğun müzik yaşamına ilk adımlarını atmalarını sağladı.
Tunca, devlet konservatuvarında göreve başladığı 2004 yılından beri giriş sınavlarına çok az talep olmasından rahatsızdı.
Bir konservatuvarın müzik bölümüne 70-80 kişinin başvurması ve onların da bunun içinden elemeyle 30 kişi seçmeleri doğru öğrencilere ulaşmak konusunda pek de olumlu bir tablo gibi görünmüyordu.
Tunca düşünmeye baladı.
Sokakta bir yabancıyı seçer, hikâyesini yazardık. Tutar mıydı bilmem. Bir çocuk bir insanın niye o insan olduğunu ne kadar anlayabilir?
Ama artık büyüdük; insanları, toplumu, devleti tanıdık; hikâyeleri pek de zorlanmadan kestirebiliyoruz. Hadi gelin, şu oyunu oynayalım. Firuzağa zorbalarının hikâyelerini yazalım; neden bu halde olduklarını tahmin edelim.
*
Maalesef söylemek zorundayız ki, bu zorbalar ayrımcılığı ailede öğrenmişler. İnsanın böylesine kin ve nefretle dolması ancak, durmadan kin ve nefret havası esen bir aile ortamında büyümesiyle mümkün olabilir. Belki anne-babaları kardeşleriyle onları birbirlerine düşürmüş; belki onlar arasında ayrım yapmış; belki babaları annelerini mağdur etmiş, yıldırıp sindirmiş.
Bir tespit olarak hayatımıza giren bu ifade, son zamanlarda tanımladığı kitleyi ‘hafife’ almak için de kullanılıyor.
Deniyor ki; “Şikâyet ederler, sorunları dillendirir, çözümlerine dair ahkâm keserler. Ama ellerini taşın altına koymazlar.”
*
Eğitim, 3-6 yaş grubunda çocuğu olan endişeli modernlerin tartıştıkları konuların başında geliyor. Eğitim sisteminin mütemadiyen değişmesini, kalitenin düşmesini, özellerin ‘dükkân’a dönmesini dert ederken, çocuklarının da kendi okul çağlarındaki gibi yarış atı olacağı korkusunu taşıyorlar.
Tek gecede dünyanın değişeceğine ben de inanmıyorum. Ama düzene fikren ve kalben teslim olmuşlardan farklı olarak, adım adım, ufak tefek çabaların birikimiyle dünyanın değiştirilebileceğine inancım sonsuz.
Bu yazıda size böyle bir adımdan söz edeceğim.
BBOM (Başka Bir Okul Mümkün), eğitime alternatif üreten bir sosyal girişim. Kâr amacı gütmeyen, kolektif sermayeli bir okul yaratarak, nitelikli, demokratik ve eşitlikçi bir eğitim sağlamak amaçlanıyor.
Özel okulların artık ticarethaneye dönüştüğü şu günlerde tam da ihtiyaç duyulan şey bu!
BBOM okulları bugüne dek Bodrum, Ankara ve İzmir’de hayata geçti. Bunlar dışında, İstanbul, Çanakkale, Eskişehir ve Kaş’ta okul açmayı hedefleyen kooperatif girişimleri var. İstanbul’da iki yıldır çalışmalarını sürdüren ekip zamanla genişledi ve içinden üç ayrı inisiyatif çıkardı. Her grup kendi bölgesinde okul açmaya hazırlanıyor.
40 ebeveynden oluşan İstanbul Anadolu Kooperatifi eylülde Moda’da bir anaokulu açmak üzere kolları sıvadı.
2014’ten beri kadınlara soyadı ayrımcılığına karşı mücadele ediyor.
24 yıldır evli olmasına rağmen, soyadının evlilik nedenli olarak rızası dışında değiştirilmesini hiçbir zaman benimseyememişti.
2014 yılında Anayasa Mahkemesi, evli bir avukat kadının yaptığı bireysel başvuru üzerine kadının evlilik öncesi soyadını tek başına kullanamamasını Anayasa’nın 17’nci maddesine, yani kişinin ‘maddi ve manevi varlığını koruma hakkına’ aykırı saydı; kadının soyadının kendi rızası dışında değiştirilmesinin kadına karşı bir hak ihlali olarak kabul etmiş oldu.
Bu karardan cesaret alan Ababay, avukatı Ersel Oraner ile sadece evlenmeden önceki soyadını kullanma talebiyle davasını açtı. “Anayasa Mahkemesi’nin kapı gibi kararına güvendiğim için birkaç ayda soyadıma kavuşacağıma emindim” diyor, “Lakin daha davayı açarken Adalet Bakanlığı’nın UYAP sisteminde böyle bir dava türü tanımlı olmadığı için davamızı başka bir isimle sisteme kaydettiler. O zaman anladım ki, sistem henüz bu davaya sıcak bakmıyor, buna bir isim verme gereğini bile duymamış!”
Vay efendim hasta da olsa bir DHKP-C’li veya PKK’lı mahpus nasıl ziyaret edilirmiş.
İnsanlar hapse ölmeleri için değil, cezalarını çekmeleri için konuyor oysa. Biz bu tartışmayı hasta mahpusların sorunlarını gündeme getirmek için fırsat bilelim.
*
Bir kere, ister terörist olsun, ister seri katil, mahpuslar hapishaneler dışındaki toplumda var olanlara eş bir sağlık hizmetinden yararlanma hakkına sahiptir.
Gıda şirketleri, sağlık ve çevre konularında tüketicilere karşı sorumludur. Bilimsel veriler ile raporlardan yola çıkarak eleştirenleri susturmaları kabul edilemez. Kaldı ki, birilerini susturarak kimse haklılığını ispat edemez.
‘Yutmayız’ kampanyası, tavuk şirketlerinden hızlı büyümeleri amacıyla tavuklarda antibiyotik kullanımının derhal bırakılmasını, GDO’dan vazgeçilmesini ve üretim zincirinde ilaç ile kimyasal gübrelerden uzaklaşılmasını talep ediyor. Çiftçi haklarının gözetilmesi, tavukların tür çeşitliliği ile hayvan haklarının korunması, dışkıyı ekolojik döngüde tutarak çevre ve su kaynaklarının kirletilmemesi de talepler arasında yer alıyor.
Küresel çapta ekolojik konularda bilinç geliştikçe uluslararası tüketim davranışları da bu yönde ilerliyor, tüketiciler artık fabrikasyon ürün değil, çevreye ve sağlığa duyarlı gıdalar talep ediyorlar. Hayvancılık ve tavukçuluk sektörünün bu yeni eğilime ayak uydurabildiği söylenemez.
20 yıl gibi kısa bir sürede Türkiye’de kişi başına tüketilen tavuk eti miktarı neredeyse 3 katına çıkarken, bitkisel protein ağırlıklı geleneksel damak zevkimize uygun beslenme alışkanlıkları kayboluyor. Sanki tavuk eti protein ihtiyacımızı karşılamanın tek yoluymuş gibi bir algı oluşturuluyor. Sektör sürekli yeterince tavuk eti tüketmediğimizi iddia ederken, istatistikler Türkiye’de kişi başı tavuk eti tüketiminin dünya ortalamasının 1.5 katı olduğunu gösteriyor.
Kimse kimseye “Fabrikalarınızı kapatın” demiyor. Ama tavukçuluk sektöründeki şirketlerin uygulamalarını beklentilere yanıt verecek şekilde yeniden düzenlemeleri isteniyor.
Elbette bu dönüşüm bugünden yarına hayata geçirilemez. Tam da bu yüzden Greenpeace, insan sağlığı ve dünyanın geleceği göz önünde bulundurulduğunda zaruri olan bu dönüşümün 2020’ye kadar hayata geçirilebilmesi için şirketlerden sistematik ve şeffaf bir yol haritası hazırlayarak kamuoyuyla paylaşmalarını istiyor.
Son yıllarda tavukçulukla ilgili ortada bu kadar şaibe varken ve halk sağlığı söz konusu iken, beklersiniz ki sektör bunları ortadan kaldırmak için gayret göstersin.