Çağımızda kıyafetler, makyaj veya estetik müdahaleyle kişisel görünümümüzü tasarlıyoruz. Dijital kimliğimizi tasarlıyoruz; sosyal medya hesaplarımızda yarattığımız profiller gerçek benliğimizden çok farklı olabiliyor. Etrafımızdaki cihazları tasarlıyoruz. Arayüzler, ağlar, sistemler, altyapılar, veriler, kimyasallar, genetik kodlar tasarlıyoruz.
Kendi salgılarıyla bir ağ örüp içinde yaşayan örümcek gibi, etrafımızı tasarımla örmüşüz.
Sualtı fiber optik kablolardan gemicilik rotalarına, uçuş rotalarına, uydu ve uzay çöpünün bulutlarına kadar gezegeni ve etrafını baştan tasarladık.
Peki bunlar iyi tasarımlar mı?
Germanwatch tarafından hazırlanan Küresel İklim Risk İndeksi 2017’ye göre, 1996-2015 yılları arasında gerçekleşen iklim kaynaklı afetlerde 530 bin kişi hayatını kaybetti ve 3.08 trilyon dolarlık hasar gerçekleşti.
İklim değişikliğinden en çok, iklim değişikliğinin sorumlusu olmayan az gelişmiş ülkeler etkilendi.
En çok etkilenen 10 ülkeden 9’u az gelişmiş ve düşük gelirli; 4’ü Afrika kıtasından.
Afrika 2015’te büyük sel felaketleri ve kuraklıkla uğraştı.
Yani, dünyanın sonunu büyükler getirse de, bedeli küçükler ödüyor.
Rapor 1996-2015 arasında iklim kaynaklı afetler nedeniyle Türkiye’de 351 milyon dolarlık hasarın meydana geldiğini de ortaya koyuyor.
Türkiye, iklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgelerden olan Akdeniz Havzası’nda.
Otelle ilgili yıllar boyu okuduklarımı, izlediklerimi zihnimde yeniden oynatırım. İçine girmem ki, New York’ta Beat kuşağının yeşerdiği binanın, imar hevesiyle kaybolan ruhunu fark etmeyeyim.
*
10 Kasım’da Cohen’in dünyaya vedasından sonra kimileri Marianne’e olan aşkını, kimileri bir dönem yaşadığı Hydra Adası’nı, kimileri Bob Dylan’la olan dostluğunu hatırladı.
Ben, Chelsea Hotel’i ve Cohen’in oradaki günlerini düşündüm.
‘Kadınlara fahişe gibi davranılmalı” diyen, kadınların çalışmasını çok tehlikeli bulan, kadınları para avcısı olmakla suçlayan, “İsteseydim Prenses Diana’ya çakardım” derken Cameron Diaz’dan Julia Roberts’a sevişmek istediği kadınların listesini çıkaran, vücuduna övgüler düzdüğü kızı eğer kızı olmasaydı onunla ilişki yaşayacağını söyleyen, bir kadın komedyeni ‘çirkin ve şişman’ diye niteleyen bir adam geldi, dünyanın tepesine oturdu.
“Kadınlar külotlarını fırlatıp üstüme atlıyor” diyen, sahibi olduğu güzellik yarışmalarında aday kadınları yönetim toplantılarına çağırıp masadaki erkeklere not verdiren, emziren bir kadına “İğrençsin” diyen, kürtaj yaptıran kadının veya yapan doktorun cezalandırılması gerektiğini düşünen bir adam geldi, dünyanın tepesine oturdu.
Bir kadın gazeteciye “Köpek suratlı”, bir diğerine “Sürtük” diye hakaret eden, kadınlarla erkeklerin bir arada olunca cinsel saldırının kaçınılmaz olduğunu belirten bir adam geldi, dünyanın tepesine oturdu.
Adaylık seçimindeki rakibi için “Şunun tipine bakın. Kim bu surata oy verir” diyen, başkanlık seçimindeki rakibiyle ilgili olarak “Kocasını tatmin edemeyen bir kadın ABD’yi nasıl tatmin edecek?” diye soran; kadınları cinsel organlarından yakalayıp üzerlerine abanmak gerektiği kanaatinde olan, asansörden çıkan kız çocuklarını izleyerek “10 yıl sonra benimle birlikte olacaklar” diyen bir adam geldi, dünyanın tepesine oturdu.
Bu, 50 yıl öncesinin neredeyse iki katı. Azalacak gibi de durmuyor çünkü dünyada balık talebi durmadan artıyor. Sorun şu ki, balık avcılığı dünya denizlerinin üretimini aşıyor.
Dünya balık stoklarının yüzde 31’i, Akdeniz’de balık stoklarının yüzde 93’ü aşırı avlanma yüzünden tükendi.
2014’te AB üyesi Akdeniz ülkelerinin tükettikleri balıkların neredeyse yüzde 85’ini ithal etmesinden anlayın.
Yasadışı ve kaçak balıkçılık sonucu avlanan balık miktarı 26 milyon tona, dünyada her yıl tutulan balık miktarının yaklaşık yüzde 30’una ulaşmak üzere.
Yani denizler için tehlike çanları çalıyor. Küresel iklim değişikliği de ayrıca tehdit.
Uzmanlar yakında tutulacak, yetiştirilecek veya yenilecek balık kalmayacağına dair uyarılarda bulunuyor.
Oysa dünyada 800 milyon insan hem beslenmek hem de geçinmek için balığa muhtaç.
Sosyal medyadan televizyona, sıcak haberin olduğu hemen hiçbir yere dönüp bakmadım. Çünkü olaylarla arasına mesafe koyamayan bir gazeteci bir noktada mutlaka bir çöküş yaşıyor. Diğerlerinin dertlerini kendi derdin gibi sahiplenmek mutlaka güç istiyor. Ama belki de biraz daha fazlasını yani idman gerektiriyor.
Ben biraz yaşım, biraz da geçmişim itibarıyla Türkiye konusunda idmanlı değilim. “12 Eylül’de de böyleydi ama bu kadar değildi” ya da “12 Eylül beterdi” diyecek kadar eskiyi tecrübe etmedim. Okuduklarım, dinlediklerim her ne kadar kafamda bir resim çizse de yaşamak gibisi yok. Bu nedenle bugünler, benim ilk sert Türkiye deneyimim.
*
Herkes gibi ben de sağa dönüyorum olmuyor, sola dönüyorum yine olmuyor. Çaresizlik, umutsuzluk, endişe ve korku içimi kaplıyor.
10 haftaya kadar gebelikler kürtajla sonlandırılabiliyor.
Devlet hastanelerindeki kürtaj hizmetleri devlet sağlık sigortası tarafından karşılanıyor.
Ama kağıt üstünde.
Çünkü bu yasa Türkiye’de uygulanmıyor.
Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezi’nin Türkiye’deki devlet hastanelerindeki kürtaj hizmetleriyle ilgili yaptığı araştırmaya göre, kadın doğum bölümleri bulunan 431 devlet hastanesinin sadece yüzde 7,8’inde isteğe bağlı kürtaj yapılıyor.
Yüzde 78’inde ancak tıbbi zorunluluklarda bu hizmet veriliyor.
Eğitim ve araştırma hastanelerinde de durum farksız. Kadın doğum bölümü olan 58 hastanenin sadece yüzde 17,3’ünde isteğe bağlı kürtaj yapılıyor.
Malum, barolar sadece meslek örgütleri değil, aynı zamanda adaletin savunucusu, savunma hakkının toplumdaki teminatıdır da.
Bu yüzden, baroyu kimlerin yönettiği sadece avukatları değil, hepimizi ilgilendiriyor. Hele de hak ihlallerinin tavan yaptığı bu ‘olağanüstü’ dönemde.
Baro seçimine 5 ayrı grup giriyor ve bunlardan birisinin başkan adayı kadın; Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar Grubu’nun adayı Several Ballıkaya.
Baronun 138 yıllık tarihinde hiç kadın başkanı olmadı. Sadece 3 kez bir kadın baro başkanlığına aday gösterildi.