Uzak kalmaya çalıştıkça insanda “bir şeyleri kaçırma korkusu” yaratan, Oxford Dictionary’e eklendiği 2013’ten çok daha öncesinde hayatımıza giren bir kavram, İngilizcesiyle “Fear of Missing Out”, yani FOMO.
Konu sadece kaçırma korkusu değil, boş kaldığınız her anda elinizin telefonunuza veya “yenile” butonuna gitmesinin nedeni sosyal medyanın bağımlılık yaratıcı etkisi.
Havadislere baktığınızda damarlarınıza yayılan dopamin sayesinden beyniniz, her seferinde daha fazla sosyal medya alakası bekliyor sizden.
Dopamin eşiği yükseldikçe, önce alışkanlık olarak başlayan bu davranış, çok kısa sürede bağımlılığa dönüşüyor.
İlla söz, fotoğraf paylaşmak gerekmiyor bu bağımlılığın kölesi olmak için, sosyal medya aracılığıyla hayata bağlanmayı seçen “izleyici” konumundaki kullanıcılar için de aynısı geçerli.
Bir paylaşımları yok ancak haberleri, eş-dost aktivitesini, dünyada ve ülkede olup bitenleri sosyal medya aracılığıyla takip etmek, yine o kimyasal döngüye ve sonunda FOMO’ya neden oluyor.
“Paylaşım ishali olmuş” hissi yaratan sosyal medya kullanıcıları da aynı dertten mustarip. Bağımlılık yaratan kimyasal döngü, onlarda, “Ne kaçırdım” değil, “Kendimi bugün nasıl ifade edemedim” hissiyle kıvranmaya başladıkları anda başlıyor. Hayatlarından bol bol kesit sunarak kendilerini gönüllü olarak açık hedef haline getiriyor artık insanoğlu. Öte yandan paylaşım deliliğinin narsisizme doğru giden önemli bir parçası da var.
Geçici alanlar olması. Kimin ne yaptığının belli olamayacağı, dolayısıyla kimsenin kimseyi doğrudan ayıplamasına olanak bulunmadığı yerler.
Yani alabildiğine hor kullanılan, kirletilen ve kalabalığın dağılmasının ardından, sanki bir zombi kıyameti yaşanmışçasına talan edilen ve öyle bırakılan yerler...
Bu geçici alanların en önemli yönü, insanların yaşam standardını, dünyaya dair algılarını, çevreleriyle olan ilişkilerini gösteriyor olması...
Kendilerine dair, dolayısıyla oluşturdukları kalabalıklara dair, dolayısıyla bir topluma dair pek çok şey söylüyor olması...
İndirim zamanı giyim mağazaları içeride olan “dünyanın son günü” ortamına pek çok kez şahit olmuşsunuzdur.
Kabinler ağzına kadar kıyafetle doludur, çünkü kimse aldığını yerine asmaya zahmet etmez...
Biz silemeyeceğiz, ancak hukuk sistemimizde bu görüntüler nedense pek iz bırakamıyor.
İz bırakamadığı gibi, çıkan kararlar gericileri cesaretlendirecek yönde:
Bu tip saldırılarda bulunan kişilerin tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılması artık neredeyse “beklenen” bir olay haline geldi.
Gerçek suçluların, suçunu tekrarlama olasılığı yüksek adamların durmadan serbest kalmasını izliyoruz.
Adalet mercileri suç işleyen adamları ödüllendirirken, Türkiye’de yaşayan tüm kadınları hapsediyor aslında. Kadınların yaşam alanı daralırken tacizcinin alabildiğine açık... Tacizini ne zaman isterse yapar, keyfi nasıl buyurursa! İster bugün, ister yarın, ister otobüste, ister minibüste, nerede isterse!
Üstelik bir de haklı olduğunu düşünerek yapar bunu, kendi gerici dünya görüşüne uymayanların taciz edilmesini normal görür, ne de olsa hukuk sistemi sırtını sıvazlamış bir kere!
Sevgili muzip Ayşe, güzel Ayşe, iyilik perisi Ayşe...
Evvelsi gün uyandığımda geldi haberin, gitmişsin.
Nereye gittin Ayşe? Gitmedin mi yoksa?
Görüyor musun bizi, okuyor musun bu satırları?
Görüyorsun belki, uzaklardan bir yerlerden. Belki de yakınlardan.
Belki de ben bu yazıyı yazarken masada tam karşımda oturuyorsun Ayşe.
Birincisi insan olacaksın. (Yani canlı türü olarak “insan” demek istiyorum. Kedi, köpek, ağaç, tüm bunlar insan denen canlı tarafından kesintisiz işkenceye uğrayan canlı varlıklar, malum.)
Rahat yaşamanın diğer şartı şart ise erkek olmak.
O zaman senden güzeli yok! Oh, giy şortunu çık sokaklara, serin serin... Sıcakladın mı, üstünü çıkar otur parktaki bankta... Metroda, otobüste aç bacaklarını yayıla yayıla otur...
Aynılarını kadın yapsa parkta “sıkıntı yok”, “sıkıntı yok” diye dolaşan bir grup erkek akbaba gibi üşüşür kadının başına. Bacağını açıp oturan kadın olsa başka anlaşılır. Şort giymek zaten hep dert...
Erkek merkezde, dünyanın efendisi, kadınlar eşya, olmadı figüran ve hizmetkar, süslemek isterseniz “Hayatın tadı, rengi”...
Ancak anne olduklarında bir değer katabiliyorlar hayata erkek egemen dünyamızda...
O ego insanı öyle esir alıyor ki, haklılığına inanarak başkalarını incitiyorsun, üstüne bir de kendini haklı görmeyi sürdürüyorsun...
Kin tutmak, tutulan kini beslemek, büyütmek, “Ben bana yapılanı unutmam” tipi hislerle kendini doldurmak, “Gün gelir hesaplaşırız” diyerek içindeki kızgınlığı beslemek...
Hem çevrene, hem kendine zarar vermenin, gerçek hastalıklar yaratmanın en sağlam yolu.
Ego ve kindarlık bir araya geldiğinde dünyayı nasıl bir yere çeviriyor, bunu pek iyi biliyoruz.
Kendi yaşadığımız yerden tutun dünyanın en uzak köşesine kadar bu iki kelimenin zehirli ortaklığı var zamanın ruhunda.
Ego, kindarlık ve eleştiri mekanizması bir araya gelince ne oluyor, buna bakmalı.
Hatırlarsanız geçmiş zamanlarda bu konu üzerine epey konuştuk, hunharca gülüştük.
Fakat artık gülecek yanı kalmadı, günlük dile iyice yerleşti.
O kadar yerleşti ki artık dublajlı filmlerde bile sürekli karşımıza çıkıyor. Bugün bir Robert De Niro bile AYNEEEN diyorsa, zombiler bile “röahh” yerine, AYNEEEN diye mezardan çıkıyorsa, ben artık pes ediyorum arkadaş.
“Aynen ile bu kadar sarıp sarmalanmışken artık bu konuyla dalga geçebileceğimizi zannetmiyorum.
Yine de ısrarcıyım, bu kadar “aynen” dememeli... Erkan Yolaç evet-hayır yarışmasını yapmayı sürdürüyor olsaydı “aynen-hayır”a çevirmek zorunda kalırdı, bakın kesin konuşuyorum.
Sadece evet de değil mesele, “benziyor”, “andırıyor”, “katılıyorum”, “katılmıyorum”, “biliyorum”, “onaylıyorum” yok artık AYNEN var.
Resmen Türkçe kelimelerin yüzde 50’sini “aynen” ve “sıkıntı yok” ile değiştirince birbirimizle anlaşacak seviyeye geldik!
Anne olmak, baba olmak, öğretmen olmak, öğrenci olmak, işveren olmak, işçi olmak, gazeteci olmak, müzisyen olmak...
Bu rollerle bağlantılı olarak belirli davranış kalıpları içinde olması bekleniyor insanların.
Seviyoruz rollerimizi çoğunlukla. “Hislere tercüman” olmayı seviyor müzisyenler.
Alkış almayı seviyorlar. Takdir edilecek insanlar olmayı istiyorlar ve bu çizgide gitmek için çaba harcıyorlar.
Kişi, benimsediği toplumsal rolle, içinden gelenin birbiriyle örtüşmediğini düşündüğünde kafa karışıklığı başlıyor, “ikilik” duygusu çıkıyor ortaya hayatında, bu da hâl ve tavırlarına doğrudan yansıyor.
İkilik başladığında, bugüne kadar benimsediği davranış modelinden çıkmış gibi algılandığı olaylarla karşılaşması kaçınılmaz oluyor.
Ne yapalım, evrenin kuralı.