“Offline” yaşamak bir lüks mü?

Özel hayatın sınırlarının belki de en silik olduğu dönemde yaşıyoruz. Gece yarısı, pazar sabahı gönderilen e-postalar, Instagram ve Snapchat’ten paylaşılan hayatlar, düşünce ve fikirlerin paylaşıldığı blog sayfaları veya Twitter gibi mikro-bloglar...

Haberin Devamı

Uzak kalmaya çalıştıkça insanda “bir şeyleri kaçırma korkusu” yaratan, Oxford Dictionary’e eklendiği 2013’ten çok daha öncesinde hayatımıza giren bir kavram, İngilizcesiyle “Fear of Missing Out”, yani FOMO.
Konu sadece kaçırma korkusu değil, boş kaldığınız her anda elinizin telefonunuza veya “yenile” butonuna gitmesinin nedeni sosyal medyanın bağımlılık yaratıcı etkisi.
Havadislere baktığınızda damarlarınıza yayılan dopamin sayesinden beyniniz, her seferinde daha fazla sosyal medya alakası bekliyor sizden.
Dopamin eşiği yükseldikçe, önce alışkanlık olarak başlayan bu davranış, çok kısa sürede bağımlılığa dönüşüyor.
İlla söz, fotoğraf paylaşmak gerekmiyor bu bağımlılığın kölesi olmak için, sosyal medya aracılığıyla hayata bağlanmayı seçen “izleyici” konumundaki kullanıcılar için de aynısı geçerli.
Bir paylaşımları yok ancak haberleri, eş-dost aktivitesini, dünyada ve ülkede olup bitenleri sosyal medya aracılığıyla takip etmek, yine o kimyasal döngüye ve sonunda FOMO’ya neden oluyor.
“Paylaşım ishali olmuş” hissi yaratan sosyal medya kullanıcıları da aynı dertten mustarip. Bağımlılık yaratan kimyasal döngü, onlarda, “Ne kaçırdım” değil, “Kendimi bugün nasıl ifade edemedim” hissiyle kıvranmaya başladıkları anda başlıyor. Hayatlarından bol bol kesit sunarak kendilerini gönüllü olarak açık hedef haline getiriyor artık insanoğlu. Öte yandan paylaşım deliliğinin narsisizme doğru giden önemli bir parçası da var.
Güzellik varsa, sergilenmeli. Doğurduğu çocuklar nefes almadan sergilenmeli. Güzel bir vücut varsa, sergilenmeli. Güzel bir hayat yaşanıyorsa, sergilenmeli.
Bunların hepsi, zamanın gösteriş budalası ruhuna pek uygun. Kapalı kapılar ardında yaşanan hayatlara yazık oluyor sanki. Birilerine gösterilmediklerinde değerlerini kaybediyorlar adeta.
Hayatların, dış görünüşün, olan bitenin, günlük vaziyetin illa “mükemmel ötesi” olması da gerekmiyor bazen. Herkes güzel, herkesin imrenilesi hayatları var, o halde herkes olanı cilalamalı, sosyal medyaya mükemmelleştirdikleri fiziksel özelliklerini, iyice parlattıkları hayatlarını itina ile yerleştirmeli...
Karenin ardında öyle “aşırı eğleniyoruz” gibi bir durum yok belki de. Karede/videoda görünenler çok güzel de değil ama ancak kendilerine “çok güzelsin” dediklerinde kendilerine olan güvenlerini tazeleyebiliyorlar.
Pamuk ipliğine bağlı “kendine güven” dediğimiz kavram sosyal medyada.
Çocuklar ve ergenler de işte tam burada tuzağa düşüyor. “Ben neden böyle değilim” diyorlar, en baştan aile ve eğitim sayesinde sağlam temellere oturması gereken kendine güven, son derece dışa bağımlı ve yüzeysel bir dünyanın yarattığı sahte tuğlalarla örülüyor.

 

Haberin Devamı

Yeni nesil gösteriş budalaları

Haberin Devamı

Peki tüm bunları düşündüğümüz zaman nereye geliyoruz? Birkaç yıl önce The Guardian’da “offline” yaşamanın yeni statü sembolüne dönüştüğünü anlatan bir makale yayımlandı.
Diyordu ki yazarı Gaby Hinsliff; “Hayattaki fazlalıklardan arınma, alkol detoksu ve sağlıklı beslenme deliliğinden bir sonraki trend “offline yaşamak”, yani ‘wi-fi detoksu’ gibi görünüyor”.
iPhone’un 10’uncu yılında, akıllı telefon kullanmamak, hayatı bir ekran üzerinden yaşamamak, yükselen bir eğilim olarak ortaya çıkıyor.
İnternet öncesi “sahip olduklarıyla övünme” hali, gösterişçilik, sosyal medyada kendine büyük bir alan açtı.
Hayatını detaylarıyla paylaşanlar, sahip olduklarını gözler önüne serenler “yeni nesil gösteriş budalaları” olarak teknoloji tarihine geçiyor. Herhangi bir biçimde özel hayat paylaşımında bulunmayanlar ise daha ayakları yere basan, şık ve “cool” olarak değerlendiriliyor. Hinsliff bundan 4 yıl öncesinde “Offline yaşamak yeni statü sembolü” dediğinde bugünün tespitini hayli önceden yapmış bulundu.
Manipüle edilen, can tehlikesi yaratabilen, özel hayatın sınırlarını silen bir ortam sosyal medya, dolayısıyla artık popülerliğin kodlarını başka bir yerde aramak gerekiyor.
Popülerlik nedir ki sahi? Onur’un çok ses getiren röportajı sayesinde konuştuğumuz Şeyma Subaşı’nın 1.5 milyon takipçisi “popülerlik” belirtisi midir mesela? Veya çocuklarının fotoğraf paylaşması mahkeme kararıyla yasaklanan 200 bine yakın takipçili anne blogger’ın çocuk fotoğraflarıyla popülerlik elde etmesinin iyi bir yanı var mıdır? Tartışılır.
Velhasıl kelam... Herkesin hayatı bu kadar ortadayken sessiz, sakin ve “kapalı” kalabilmek hâlâ mümkün. Yani önümüzde aslında daha güvenli, daha güzel, hayatı tüm renkleriyle yaşamaya imkan veren bir seçenek varken... Sosyal medya üzerine biraz kafa yormak gerekiyor galiba...

 

Yazarın Tüm Yazıları