“Ulaşımda sıkıntı yaşanmaması için özel araçlarla trafiğe çıkılmaması rica olunur.”
Geç kalmıştı, zira sabah çok erken saatlerde başlayan şiddetli yağmur ve eşlik eden gök gürültüsü bu uyarıyı çoktan yapmıştı aslında.
O sebeple biz temkinli İstanbul sakinleri, teknelerimizle, botlarımızla, balıkçı kayıklarımızla ve sallarımızla çıktık yola.
Bazen Castaway’deki Tom Hanks gibi dalgalarla savaştık, bazen Survivor ortamlarına düşmüş gibi birbirimizle yarıştık, bazen de Murat Dalkılıç gibi şelaleden atladık ama becerdik şehrimizde hayatta kalmayı.
İstanbul’da yaşamayan hissedemez bu durumu, Kevin Costner’ın başrolde oynadığı Waterworld’deki gibiydi ortam.
Üsküdar’dan kendini boğazın coşkun sularına atanlar, Beşiktaş’a geldiklerini ancak bir bankanın ATM kabinine çarptıkları zaman anlayabildiler zira.
Bırakın el işçiliğini, bırakın detayda güzellik aramayı, dev bir armut bulup üzerine sarık kondursanız daha anlamlı olur.
Kim yaptı bu “heykel”i bilmem ama adam dünyanın en basit objesi olan toprak kabı bile yapamamış; içinden dökülüyor gibi görünen yoğurt ise toksik fabrika atığından hallice.
Nasreddin Hoca’nın armutsu beden şekli, Zorro maskesi takmış hali bu kütleyi heykele değil, tanımlanamayan alçıdan bir objeye, bir hilkat garibesine dönüştürmüş.
Bir yandan da alçıdan Nasreddin Hoca’ya kızmamak lazım, estetik anlayışımızın geldiği noktayla ilgili bir simge figür arasak daha “güzeli” yok...
Bir ayna gibi düşünün. Belki de bu yüzden bu kadar tepki aldı. Bugüne ayna tuttuğu için, bugün çevremize baktığımızda hissettiklerimizi, biriktirdiğimiz o kızgınlığı döktük ortaya bu “heykelimsi” aracılığıyla...
Estetiğe dair o kadar az güzellik var ki tutunacak... Tutunduklarımız ya tarihi yapılar ya da nadiren de olsa modern mimarların eserleri.
İki gün önce ilişkileriyle ilgili “Adriana, belki de ruhuna hitap eden “salon erkeği”ni bulmuştur yazmıştım.
Hâlâ bunun karşılıklı el sıkışılan PR ilişkisi olduğunu düşünmüyorum, Adriana Lima ince ruhlu bir erkekle karşılaştığını düşünmüş, aşık olmuş, dünya Hara’yı tanısın istiyor...
Birebir ilişkileri pek incedir, birbirlerine şiirler okuyorlardır, bulutların üzerinde geziyorlardır, bilemem.
Fakat Hara’nın hem kendi Twitter hesabında yazdıklarını, hem de Onur Baştürk, Ayşe Arman ve Gökhan Kimsesizcan’a söylediklerini okuyunca Hara için “ince ruhlu salon erkeği” diyemeyeceğim. Zira hiçbir “salon erkeği”, “Sen benim eski sevgililerimi Google’ladın mı” demez.
Hiçbir “salon erkeği”, bugün evli barklı olan, eskiden ilişki yaşadığı güzel kadınların isimlerini sıralamaz.
Bu, isimlerini söylediği kadınlara saygısızlık, üstelik kadınları değersizleştiriyor.
Bir değerleri bir zamanlar vardır herhalde ama şimdi “Güzel eski sevgililer” klasöründe yan yana duruyorlar ve Metin Hara ile ilgili “Zaten güzel ve ünlü kadınlarla birlikte oluyordum, ne var yani” algısı oluşturmaları bekleniyor!
Kadınlara genel yaklaşımı “Bir şeye benzemiyor vallahi” olan, bir ortamda kendinden başka bir dişinin ilgi görmesine tahammülü olmayan kadınların dahi güzelliği üzerinde hemfikir olduğu bir model.
Pek çok erkeğin hayallerini süsleyen, yetişkin erkeklerin kendi aralarında yaptığı cinsellik odaklı ergen muhabbetlerine bol bol konu olan bir erotizm sembolü.
Victoria’s Secret defilelerinin en bilinen ve uzun dönem “Meleklik görevini ifa eden” modellerinden; artık yaşı gereği tacını Kendall Jenner’lara, Gigi Hadid’lere bırakıyor yavaş yavaş ama bana kalırsa 20’lerindeki halinden daha çarpıcı.
Zaten kendisi de bunun farkında. 40 yaşına kadar podyumlarda kalmayı arzuladığını söylüyor.
Adriana Lima, bundan önce pek çok defa Türkiye’ye geldi, Acun Ilıcalı ve ahalisi ile pek samimi, burada gördüğü ilgi ve kazancından memnun olsa gerek, Türkiye’den gelen tekliflere pek hayır demiyor.
Son dönemde katıldığı organizasyonlardan birinde Metin Hara ile tanışmıştı.
Sahip olduklarımızın bize sahip olması kavramı ilk defa hayatımıza Chuck Palahniuk’un “Dövüş Kulübü”yle girmiş gibi görünse de, bir sevgili okurumuzun da haklı hatırlatmasıyla, aslında bu konu iki bin beş yüz yıllık Zen öğretisi kadar eski.
Öyle tabii, ancak Zen öğretisini bir “app” gibi düşünecek olursak, her çağda yeni güncellemelerin geldiğini ve sadeleşmeye bu açıdan bakmak gerektiğini düşünmek işlevli olur.
Farklı zamanlarda, farklı kültürlerde, farklı ailelerde, farklı ülkelerde farklı şekilde yer açıyor kendine sadeleşme ihtiyacı.
Bizim “sade yaşam”dan anladığımız ve uygulayabileceğimizle -mesela- bir Japon’unki farklı olsa gerek. Veya son derece bireyci yetiştirilen ve anne-babasıyla göbek bağı üniversite dedin mi kesilen batı kültürü için farklı olsa gerek...
Hepimiz okuduklarımızı, izlediklerimizi, gördüklerimizi, kendimizde fayda görebileceğimiz şekilde filtreliyoruz. Bir başkasının yazdığını kendi yaşanmışlıklarımızla okuyoruz ve her kavramın, her konunun, herkeste farklı yansımaları oluyor.
Sade yaşamanın bizim kültürümüzü ve içinde yaşadığımız dönemi ilgilendiren önemli kısımları var. Neyi dikkate alacağımız veya hayatımızın dışında bırakacağımızı belirleyen, önemli bir filtre.
Evrensel bir gerçek olan “Kötü haber daha çok dikkat çeker”in, “Kötü haber daha çok tıklanır”a dönüştüğü günümüzde, kötülüğün hayatımızda gereğinden fazla alan kapladığını söyleyebiliriz.
Rengarenk bir aile Şakir Paşa’lar. Türkiye’nin en önemli ve aydın sanatçılarını çıkarmış, aynı zamanda büyük dramlar yaşamış bir Osmanlı ailesi. Kimler yok ki üyeleri arasında...
Şakir Paşa’nın oğlu, “Halikarnas Balıkçısı” Cevat Şakir Kabaağaçlı...
Torunu, (büyük kızı Hakkiye’nin kızı) Türkiye’nin ilk seramik sanatçısı Füreya Koral...
Ortanca kızı, Türkiye’nin soyut çalışmalar yapan ilk ve en önemli kadın ressamlarından Fahrelnissa Zeid...
Küçük kızı, Türkiye’nin ilk kadın gravür sanatçısı Aliye Berger...
Fahrelnissa Zeid’in ilk eşi (Fecr-i Ati grubu yazarlarından) İzzet Melih Devrim’den olan çocukları da; tiyatrocu, yazar, yönetmen Şirin Devrim ve ressam Nejad Devrim...
Hayattaki fazlalıklardan kurtulmak, bunun içine sahip olunan eşyalar dahil, fonksiyonsuz ilişkiler dahil, işe yaramayan ne varsa hepsini tek tek çıkartırsınız hayatınızdan. En azından bunu yapmayı düşünürsünüz ama zordur.
Bu arada, öyle “Şu arkadaşım bana iyi gelmiyor, hayatımdan çıkarayım”lara kadar gitmeye gerek yok bu arada, daha YOĞURT KABI veya TEMİZ PLASTİK POŞET atarken vicdan hesaplaşması yapıyoruz, bünye tutumlu. Eh, neticede müsrif olmamayı mutfak dolaplarından kafamıza yoğurt kapları düşerken ve poşet dağları içinde yüzerken uygulamalı olarak öğrendik. Tuğlalarımızın temelinde “Atma, lazım olur” var. Dönüştürmek sonradan girdi hayatımıza.
Şu anda lütfen mutfak ıvır zıvır çekmecenizi açıp karıştırın ve oradaki en “Atmayayım lazım olur” objesini çıkartıp bulun. Sadeleşmek için iyi bir “uyanış anı” olabilir. (Benimki bir sürü manasız vidaydı. Ne yapacaksam o kadar vidayı!)
Sadeleşmekteki amaç nedir? Daha basit, önceliklerinizi daha net belirleyebileceğiniz bir hayat yaşamak, o hayatın daha kolay akması... “Hayatım akmıyor, evden dışarı çıkmam bir buçuk saat sürüyor, işleri sıraya koyamıyorum, önemli konuları unutuyorum” diyorsanız etrafınıza bir bakın. Çekmecelerinize, gardırobunuza, çalışma masanızın üstünde olanlara... Bir “çöp dağı” hissi ile karşı karşıyaysanız, bu düzensizliğin sizi nasıl yavaşlattığını tahmin bile edemezsiniz. (Bakın, bir vidadan nelere geldik.)
Şaka değil, dağınıklık insanın ruh haline, dolayısıyla hayatına da yön veriyor. Bu hafta sonu evdeki tüm fazlalıkları atmaya, evin her köşesini düzenlemeye ayırın vaktinizi. Bakın sonraki haftalarda neler değişiyor... “Karmaşa” hissinin hafifleyeceğinin garantisini veriyorum.
Bu konunun bir uzmanı var, Marie Kondo. Kondo, temizlik ve organizasyon uzmanı bir Japon. “Bunun da uzmanlığı mı olur?” demeyin, var. Kondo, sadece eşya, ev, ofis düzeni değil, hayatınızın her alanına yayılacak uzun vadeli kalıcı bir “sükunet hali” yaratmanıza yardımcı oluyor. Türkçeye çevrilen kitabının adı “Hayatı Sadeleştirmek İçin Derle, Topla, Rahatla”... Önerilerine göz atın, sizi büyük bir yükten kurtaracak.
Yoksa sadece sevebilme, başkalarının hisleriyle bağlantı kurabilme becerisi mi?
Herhalde ikincisi. İlk saydıklarım insanı insan yapar mı bilmem ama esneklik, İngilizcede “resilience” denen kavram, yani bir bakıma hem dayanıklı hem de esnek olmak demek. Hayatta kalabilmenin sırrı olsa gerek.
Bizim de artık uzmanlaştığımız yegane konu da herhalde bu... Bu kadar esnek, yani “resilient” olamayanlar uzaklara gittiler, kendilerine daha iyi bir hayat kurma hayaliyle başka ülkelere göç ettiler.
Dar zamanlardan çıkış için iki yol var: Olumsuz koşullarda esnek olmak, çözüm yaratmak... Veya çözümü başka bir yerde aramak.
Üçüncüsü var mı bilemiyorum. Olumsuz koşullarda esneklik iyidir diyemiyorum, herkes kendine iyi gelecek çözümü arıyor neticede.
Bildiğim bir şey var, o da burada kalanların daha fazla esneyecek yerinin kalmamış olduğu.