Onunla yollarımız ilk kez altı yıl önce kesişmişti. Uzun uzun sohbet etmiştik ve Kelebek sayfalarında bu güzel sohbete yer vermiştik...
Kısaca hatırlatayım;
Halil Özşan, yani Hollywood’da bilinen ve günlük yaşamında kullandığı adı ile Hal Ozsan, 70’lerin sonlarında Kıbrıs’tan Londra’ya göç eden bir ailenin oğlu.
“Londra’ya ilk göç ettiğimiz zamanlar zor bir hayatımız vardı ancak babam çok çalışkan bir adamdı” diye anlatmaya başlamıştı hikayesini Hal.
Babası ve ailesi, aynı zamanda onu, Londra’nın en prestijli okullarından biri olan Brentwood’a yollayacak kadar da vizyoner.
Okul yıllarının ardından, 22 yaşındayken, oyunculuk kariyerini inşa etmenin doğru yerinin Los Angeles olduğunu düşünüyor ve bu şehre 1998 yılında bir başına göç etmeye karar veriyor Hal.
Bu arada, ortaokul yıllarından beri müzik yapıyor.
Buralara giden yolda nerelerden geçtik, ister misiniz bir geri gidelim?
Ne oldu da birbirimize tahammülsüzleştik, kabalaştık, tanımadığımız insanlarla en ufacık iletişimi bile saygı ve nezaket çerçevesinde kuramaz olduk?
İsterseniz “en çok sözü dinlenen” insanlara biraz kulak kabartalım önce. Yani piramidin en tepesinde, en çok gördüğümüz, televizyonlardan evlerimizin içine konuk ettiğimiz, en çok sesi duyulan insanlara. Yani politikacılara.
Bilhassa seçim dönemlerinde, birbirleriyle nasıl iletişim kurduklarını hatırlıyor musunuz? Seçim dönemleri haricinde de pek farklı değiller, ancak seçim dönemlerindeki birbirleriyle “kanlı düşman” halleri, sanki farklı iki ülke için yarışıyormuşçasına nefret dolu sözleri...
Bu durumları, onları izleyenlere “Biz düşmanız” algısı yerleştirdi.
Koca bir ülkenin izlediği politikacılar birbirlerine nezaket, saygı çerçevesinde iletişim kuramazken, halk neden kuracaktı sahi?
Karakterler birbirlerinin iç dünyalarını anlamaya çalışırken veya birbirleriyle acımasızca uğraşırken, yanlarında durup o anlara, konuşmalarına şahit olmak...
Satırların arasında gezinirken romana dair bir koku duymak, bir renk görmek, bir ses işitmek...
Atmosferin içine hapsolmak...
Yazarın yarattığı atmosferden büyülenmek ve kontrol edilemez bir “Orada olmak isterdim” arzusu hissetmek...
Romanlar sinemaya uyarlandığında, hayalimizde canlandırdığımız sahneler yönetmenin romana bakışıyla benzerse, tarifsiz bir tatmin yaşarız.
Mesela Patrick Süskind’in “Koku”su (Das Parfum)...
Stephen King’in “Sadist”i (Misery)...
“Jennifer Aniston’a bunu yapmayacaktı...”
“Jennifer Aniston şu anda kahkahalarla gülüyordur...”
“Eden bulur, işteeee kader ağlarını ördü! Angelina, Jennifer’a ettiğini buldu...”
¡¡¡
Biri Facebook durum bildiriminde “Jennifer Aniston geçen arkadaşımın WhatsApp kızlar grubunda ‘Uff bktm artk bu mhbbttn ytr ymn edyrm .s’ yazmış” yazsa, şaşırmayacak hale eriştik tahmin ediyorum.
İnsanın kendi dünyasında, kendi sahip olduğu kısıtlı bilgiler ışığında bu kadar iştahla “Ah alanın ahı yerde kalmaz”cılık oynaması, esasında olayın kendisine verilen tepki değil.
Meşhur insanların ilişkilerinde olan biteni değerlendirirken, kendi başımıza gelen haksızlıkları düşünüyoruz. Eğer ortada adaletsizlik, hak yeme, aldatma, “yetim hakkı çalma” gibi konular olduğunu düşünüyorsak, iç dünyamızı yansıtan cümleler kurma eğilimi gösteriyoruz.
Saldırgan Abdullah Çakıroğlu’nun İstanbul Anadolu Adliye Sarayı’nda savcılık tarafından serbest bırakılması, sosyal medyada büyük bir tepkiye neden oldu. Eğer tepki katlanarak büyümeseydi, çok başka bir sonuç ile karşılaşabilirdik. Kısa bir süre önce ise İstanbul Anadolu Başsavcısı Fehmi Tosun tarafından halkı kin ve nefrete teşvik etmek ve yaşam tarzına müdahale etmek suçlamasıyla yeniden yakalama kararı çıkarıldı.Bundan sonrasında ne olacağı önemli. Saldırgan, ilk yakalanışında verdiği ifadede “Giyimini beğenmediğimi döverim. Devlet, böyle giyinenlere ceza vermeli” demişti.
Öncelikle elimizde şöyle bir durum var: Bir meczubun bile devletin “belirli tip vatandaş”ın yanında olacağını düşünmesi, “farklılıkların bir arada bulunması” konusundaki algının yeniden şekillenmesi gerektiğini gösteriyor. Bu algı da “siyasilerin dili”nden geçiyor. Toplumsal algıyı şekilendiren esas unsur, olaylarda alınan tavır kadar siyasetçilerin söylemleri. Bir savaşçı gibi, üst perdeden değil, barışçı, birleştirici, eşitlikçi ve makul hitabet, siyasetçileri dinlemekte olan pek çok insanın dünyasını değiştirir.Öte yandan sosyal baskının bir olayın seyrini nasıl farklı yönlere götürebileceğine şahit olduk. Pek çok kişide “artık bizden bir halt olmaz” umutsuzluğu, karamsarlığı var. Bu karamsarlığın verdiği yılgınlık, ne yazık ki pek çok kişide “kendi fanusunun içinde yaşama eğilimi” olarak ortaya çıkıyor. “Fanusun içinde yaşam” toplumsal konulardan koparıyor bireyi.
En acı, en kanatan toplumsal olaylara yönelik bir hissizlik ve tepkisizliği de beraberinde getiriyor. Ardından “tepki vermeden durulamayacak” kadar çirkin ve kabul edilemez bir olayla karşılaşıyorsunuz, hızla kırılıyor o fanusun camları. Gerçek hayatın içine düşüveriyorsunuz. Aslında bir fanus içinde yaşanamayacağını, sizi koruyacak yüksek duvarlar olmadığını görüyorsunuz.
Bir toplu taşıma aracında bir meczubun veya “benim hayat görüşüme ters görünen/yaşayanlar ölsün”cünün yanına düşmeniz yeterli.“Benden olmayan sürünsün/yaşamasın”cılarla beraber yaşamak zor iş, bunu kabul ediyorum. Fakat insan dediğin öğrenen, yaş fark etmeksizin değişen, gelişen bir varlık. Bu değişim de toplumun aydınlık bireyleri tarafından tetikleniyor.İnsanlar tepki veriyor, bu tepki kulak tıkanamayacak boyutlara erişiyor...
Karar mekanizmaları üzerlerinde baskı hissediyor ve vicdanları rahatlatacak bir sonuç çıkıyor bu zincirleme reaksiyondan.Bir toplumun geleceği adına umut beslemek için çok sebebimiz var.
Yani sadece, saf eğlenceye yönelik bir talk show’un izlenmeyeceğini, istenmeyeceğini, pop kültürün dönüşeceğini anlattı bir başka deyişle.
Katılıyor muyum?
Hem evet, hem hayır. Pop kültürün zamanla; siyasi ve düşünsel koşullara bağlı olarak dönüşmesi elbette kaçınılmaz, fakat Okan Bayülgen’in bence atladığı bir yer var.
Eğer hayatın her anına siyaset, gündem meselesi veya “derinlik” katacak olursak aklımızı yitiririz.
Siyasetin hayatın büyük bir alanını kapladığı bir ülkede, “nefes” alanı şart ve bana kalırsa izleyicinin taleplerinden biri de bu. Hatta bu bir talep de değil, insan doğasının ihtiyacı...
Elinizde tuttuğunuz Kelebek de bir nefes alanı mesela. Ormanda güzel bir yürüyüş de bir nefes alanı.
Evde oturup sessizlik içinde kitap okumak da nefes alanı. Güzel bir filme dalıp gitmek de nefes alanı.
“İnsan, sosyal bir varlıktır” demiş Aristoteles.
Öyle değil mi sahi? Hayatta kalmak için, birbirimize ihtiyacımız yok mu?
O iletişime, o sıcaklığa, birbirini anlamanın verdiği rahatlatan duygulara...
Esasında birbirimize ne kadar benzediğimizin bir önemi yok. Birbirimizin fikrine katılmayabilir, onaylamayabilir, birbirimizin hayatına benzer hayatlar yaşamayabiliriz...
Biz, Türkiye çatısı altında “bir”iz ve bazen bunun güzelliğini unutuyoruz.
Siyasetin aslında bir meslek, bir “dans” olduğunu unutuyor ve bu dansın bazı zamanlar çok çirkin, çok karanlık bir manzara çizen doğası sayesinde ruhumuzun kirlenmesine izin veriyoruz.
Genellikle “ufak tefek” sayılan imla hatalarına takılmak ve hataları düzeltmek, işi doğrudan Türkçe veya dilbilgisi ile olmayanlar için gereksiz bulunur. Hatta bugünün “Bişşşşey olmaz”, “Her yol mübah”, “Bas geç” dünyasında hakikaten “bişşşş” olmuyor.
Mesajlaşmalarda, kişisel mail’lerde, iş mail’lerinde, iş ilanlarında, hatta basında, kitaplarda, televizyonlardaki altyazılarda bile kabul edilemez Türkçe hataları yapılıyor ve artık pek de mühim bulunmadığından olsa gerek, düzeltilmeyen yanlışların iyice yerleşmesine sebep oluyor.
Mesela, mesajlaşırken “şu an” a ŞUAN demeyen, bağlaç olan de’leri, ki’leri; soru eki olan mi’yi ayrı yazabilen, AYNEEEEN demeyen birini bulursanız, onu “Mavi Boncuk” filmindeki Emel Sayın muamelesi yaparak halıya sarıp kaçırın ve diğer insanlardan saklayın.
Bu imla hataları, daha doğrusu imla hatalarını görmezden gelme trendi, şüphesiz 90’ların sonunda, mobil mesajlaşma hadisesiyle başladı. Hatırlayın, mesajlaşmanın tek çaresi SMS iken, ekonomi için uzun bir metni sıkıştırırdık.
Mesajlaşma konusunda ışık hızına erişmiş başparmağımızın çıplak gözle algılanamayan seri hareketleriyle tuşlara basarak mesajı tek parçada göndermeye çalışırdık.
Şimdi ne değişti? Artık elimizde milyon tane sınırsız mesajlaşma seçeneği var ama bu defa da vaktimiz yok. “Ben” ve “de” arasına bir boşluk ekleyecek kadar vaktimiz yok, ya da ŞUAN diye bir kelimenin olmadığını öğrenmek için vaktimiz yok. Bunu ipleyen de pek yok...
Peki imla hataları gerçekten o kadar önemsiz mi? Sadece işi yazarlık olanların meselesi mi?