İşin fenası yardımseverlik, dürüstlük, yapıcılık gibi insanın övündüğü konular kadar insanı hayatta yavaşlatan kötü özellikler de yerini sağlamlaştırıyor.
İnanç ve düşüncelerine büyük bir kararlılıkla sarılan, “Artık benim görüşüm/ hissim değişmez” gibi net cümleler kuranları düşünün...
Kendilerini zihinlerinde belirli bir alana hapsederek esnekliklerini kaybediyorlar, hayatın onlara çıkarabileceği ihtimalleri sınırlandırıyorlar bir başka deyişle. Üstelik bunu “Ben böyle bir insanım” mazeretiyle sunuyorlar önümüze.
Bir içeride olan “ben” var, bir de dışarıya gösterilen... İçinde taşıdığı kişiyle dışarıya gösterdiğinin arasında derin farklar olduğunda ilerleyen yaşlar daha çok vuruyor insana. Orta yaş krizleri, göğse oturan sabit sıkıntı hissi... Hep o “Ben kimim?” sorusundan kaçmaktan... Yıllarca kaçmaktan.
Karakter tanımını kendinden dışarıdaki faktörlere bağlamış herkes için zor bir sorudur; “Ben kimim?”
Bilhassa kendini işiyle, hayat standartlarıyla, cebindeki parayla, eviyle-arabasıyla, başkalarının gözündeki yeriyle tanımlamış olanlar için daha da zor bir sorudur.
Varlıklarını başka kişilerin/objelerin varlığına ve başkalarının onayına bağladığını itiraf etmek istemezler. Bu soruyu düşünmek yerine oyalanmayı veya dikkatini kendisi dışındaki insanlara, hayatlara, objelere verirler. Geçici olarak unuturlar içten içe onları kemiren sebebi, kısa süreliğine mutlu olurlar.
21 yıl boyunca manzara hiç değişmedi; en üstte Altın Kitaplar’ın Balzac’tan Jane Austen’e klasikler serisi, (Hatta Jane Austen romanları, sevgili Doğan Hızlan’ın önsözüyle başlar), altında 2. Dünya Savaşı romanları, güncel romanlar, biyografiler...
Onların altında Atatürk ve Cumhuriyet köşesi...
Ve elbette inci dizisi gibi duran, her evin olmazsa olmazı “Meydan Larousse” fasikülleri...
2000’li yılların ortalarına kadar kütüphanelerin baş köşesinde bulunan kitaplar, hemen hemen her evde aynıydı, ya Meydan Larousse, ya Brittanica ya da Hayat Ansiklopedisi....
Bu ağır topları, belirli dönemlere/konulara eğilen tematik ansiklopediler izlerdi.
Kimisinde Walt Disney’in Bilgi Dünyasına Yolculuk’u, kimisinde ise Hayat’ın Hayvanlar Ansiklopedisi veya İnsanlık Tarihi serisi vardı.
Bu kitapların sayfalarında rastgele dolaşır, yaşadığımız zaman ve mekandan koparak başka bir boyuta geçerdik...
Mutsuz olmak kolay. Hatta bunun için kılınızı bile kımıldatmanıza gerek yok. Bunun için biraz haber karıştırmak, ülke ve dünya gündemine bakmak kafi.
Peki kendinizi rahatlatmak için ne yapıyorsunuz? Günlük öfkeyi artık bir “kişilik özelliğiniz” mi kabul ettiniz?
Her gün iki buçuk saatinizi geçirdiğiniz trafikte sağa sola laf ediyor, Twitter’da hoşunuza gitmeyen insanlara sinirleniyor, yaşanmaz hale gelen İstanbul’u sabahtan akşama kadar kötüleyerek “rahatlamaya” çalışıyor olabilirsiniz. Veya etrafınızdaki pek çok kişinin bunları yaptığına şahitlik ediyor da olabilirsiniz...
En kolayı bu çünkü.
Peki zor olan nedir? Siz seçin: Zor bir hayatta kaskatı ve değişmez bir karaktere bürünerek herkese ve her şeye savaş açmak mı?
Yoksa hayatın değişken ve sonsuz potansiyele sahip olduğunu idrak ederek zor koşullarda esnek ve dayanıklı insanlara dönüşmek mi?
Tercihini sosyal içerikli işler yapmaktan yana kullanan markalar, tek odağı “kâr” olan bir dünyanın değişen yüzü olarak yüzümüzü güldürüyor.
Son dönemde pek çok marka, sosyal içerikli çalışmalarla değerini yükseltiyor.
Nitelikli işlerle sosyal mesajlar veren markaların hem marka algısı olarak bir adım öne çıktığını, hem de daha geniş kitlelere yayılarak kendilerine yeni müşteriler bulabildiğini biliyoruz.
Son olarak Filli Boya örneğinde bunu gördük, toplumun her kesiminden alkış alan, birleştirici, eşitlik mesajı veren bir video ile büyük ses getirdiler 8 Mart’ta.
Tüketici kültürü, teknoloji gibi değişkenleri gözlemleyerek markalara danışmanlık veren Contagious’un strateji uzmanlarından Katrina Dodd ile bir süre önce şirketlerin sosyal içerikli işlere yönelimiyle ilgili konuşma fırsatı buldum.
Değişen teknolojiyle beraber, bugüne ayak uydurmak isteyen markaların kendilerini “kâr odaklı” değil, “amaç odaklı” olarak konumladığını ve kendilerini tüketiciye anlatmak için doğru hikayeler aradıklarını anlatıyor:
“Bilgisayar, benliğin görselleştirilmesinde kullanılan birinci metafor olarak kitabın yerine geçtiğinde, neler olduğunu anlamalıyız” der.
“Modern insanın bir günü”nü düşündüğümüzde, benliğin yaşam yerinin son 15 yılda yavaş yavaş mekan değiştirerek sosyal medya mecralarına yerleştiğini görüyoruz.
Benlik, “başkalarından onay göreceği” bir ortamda hayatını sürdürüyor artık.
Varlığını, yaşamının gerçekliğini ve anlamını kendi içinden değil, diğerleri başparmağını yukarı kaldırarak onay verdiğinde kavrayabiliyor.
Veya aksi olduğunda hızla çöküyor, “görünmez” hissediyor...
Başkalarının görebileceği biçimde ifade edilmeyen bir hayat, “yaşanmamış” sayılmaz elbette.
Fakat yaşadığımız anı belgelemediğimizde, kendimizi ifade etmediğimizde, başkalarının sözlerinden, görüntülerinden ve kendilerini ifade ettikleri mecralardan kısa süre dahi uzak kaldığımızda ortaya çıkan derin boşluk hissi, bugün gerçeğin başka türlü yaşandığını anlatıyor.
Peki sizi yerinizde duramayacak kadar öfkelendiren bir adaletsizliğin...
Sizin kontrolünüz dışında gerçekleşen bir yıkımın, dönüşümün...
Birilerinin gelip inşaat makineleriyle eştiği hayatınızın o tahammül edilemez belirsizliğinin üstesinden nasıl gelirdiniz?
Bu soruların yanıtlarını, bir sanat formuna dönüştürerek içinden şelale gibi akıtan üç yetenekli gencin adını belki duydunuz... Burak Kaçar (Zen-G), Veysi Özdemir (V.Z.) ve Asil Koç’tan (Slang) oluşan, yıkılan Sulukule’nin ilk hip hop grubu Tahribad-ı İsyan...
Onların adını bundan sonra çok daha fazla duyacağınıza emin olabilirsiniz.
Onlara “kentsel dönüşüm çocukları” demek belki de yerinde olur.
2005 yılında kabul edilen ve 2008 yılında uygulanmaya başlayan Sulukule’deki kentsel dönüşümle evlerinden, anılarından, akrabalarından, komşularından uzaklaşmak zorunda kalmış üç genç... İsyanları, onları hem bir araya getiren hem de insanı derinden etkileyen şarkıları yazmalarına sebep ortak motivasyon olmuş.
Fiziksel olarak canınızın acıdığını varsayalım.
Biri elinize bir enjektör batırdığında, beyinde, bu hareketten doğan acının işlendiği tek bir bölge olmadığını söyler Eagleman.
“Batma sonucu, beyinde birbiriyle işbirliği içinde çalışan birkaç farklı alan birden etkinleştir ve buna ‘acı matrisi’ adı verilir” der.
Acı matrisinin başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerdeki yerini ise şöyle açıklar: “İğnenin başkasına saplandığını görürseniz, acı matrisinizin önemli bir bölümü harekete geçer, ancak size dokunulduğunda harekete geçen değil, acıyla ilgili duygusal deneyimde rol oynayan bölgelerdir bunlar. Acı içindeki birini izlemek ile acıyı hissetmek, aynı nöral mekanizmadan yararlanır. Empatinin temeli de budur.”
Beyin, sadece acı çekerken değil, etrafımızdaki insanları anlamaya çalışırken, bir filmin/kitabın içinde kaybolurken, başkaları hakkında değerlendirme yaparken de aynı mekanizmayı kullanıyor.
İğne size batarken, birine iğne yapıldığını izlerken veya birine iğne yapıldığının anlatıldığı bir hikayeyi okurken beynin takip ettiği yol, birbirinin aynısı bir başka deyişle.
Bu üç farklı durumu aynı biçimde, yani gerçek olduğunu düşünerek yaşıyor.
Faye Dunaway ve Warren Beatty’nin ödülü takdim ettiği anlarda Beatty’nin zarfa bakarak duraksadığını gören Faye Dunaway , ödülü aldığını sandığı filmin adını söyledi, yani “La La Land”...
Törenin en son ve en büyük ödülünün açıklanmasının ardından büyük bir alkış koptu, oysa Beatty’nin duraksamasının sebebi komiklik yapmak veya “hazzı ertelemek” değil, zarfta Emma Stone’un adının yazıyor olmasıydı...
Bu durumu, sahnede yaşanan karmaşanın sonunda “Bir dakika, durumu açıklamak istiyorum” diyerek anlatan Warren Beatty’nin kendisinden öğrendik...
“La La Land” ekibi, henüz yapılan yanlışın fark edilmediği ilk dakikalarda, ödülün kendilerinin olduğunu öğrendikten sonra toplu halde sahneye çıktılar.
Kabul konuşmaları sonlanırken yapımcı Jordan Horowitz, bir yanlışlık olduğunu, ‘en iyi film ödülü’nü aslında “Moonlight”ın aldığını bunun da bir şaka olmadığını açıkladı...
“La La Land” ekibi sahneden indi, büyük şaşkınlık yaşayan “Moonlight” ekibi sahneye çıktı ve kendi ödül kabul konuşmalarını yaptılar...
Toplam 10 dakika süren bu karmaşa, sevinç, mucize, heyecan ve hayal kırıklığı Oscar gecesinin en büyük skandallarından biri olarak tarihe geçti...