Paylaş
Fiziksel olarak canınızın acıdığını varsayalım.
Biri elinize bir enjektör batırdığında, beyinde, bu hareketten doğan acının işlendiği tek bir bölge olmadığını söyler Eagleman.
“Batma sonucu, beyinde birbiriyle işbirliği içinde çalışan birkaç farklı alan birden etkinleştir ve buna ‘acı matrisi’ adı verilir” der.
Acı matrisinin başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerdeki yerini ise şöyle açıklar: “İğnenin başkasına saplandığını görürseniz, acı matrisinizin önemli bir bölümü harekete geçer, ancak size dokunulduğunda harekete geçen değil, acıyla ilgili duygusal deneyimde rol oynayan bölgelerdir bunlar. Acı içindeki birini izlemek ile acıyı hissetmek, aynı nöral mekanizmadan yararlanır. Empatinin temeli de budur.”
Beyin, sadece acı çekerken değil, etrafımızdaki insanları anlamaya çalışırken, bir filmin/kitabın içinde kaybolurken, başkaları hakkında değerlendirme yaparken de aynı mekanizmayı kullanıyor.
İğne size batarken, birine iğne yapıldığını izlerken veya birine iğne yapıldığının anlatıldığı bir hikayeyi okurken beynin takip ettiği yol, birbirinin aynısı bir başka deyişle.
Bu üç farklı durumu aynı biçimde, yani gerçek olduğunu düşünerek yaşıyor.
Bu yüzden iyi çekilmiş, hikaye örgüsü incelikli bir filmi izlerken içinde kayboluyoruz.
Bir kitap okurken, kendimizi ya kahramanın yerine, ya da onun hayat öyküsünde bir yere kendimizi koyuyor, o öyküyü kendimiz yaşıyormuş gibi hissediyoruz.
Bir insanın, bir hayvanın çektiği eziyete şahit olduğumuzda, o çok tanıdık kavrulma hissini yaşıyoruz.
Buradan yola çıktığımızda, toplumsal yaşam ve hayatta kalma becerileri açısından son derece gerekli bir konunun, aynı zamanda hayat çizgisinde ilerlemeye engel teşkil eden büyük bir meseleye dönüştüğünü görmek de mümkün.
Mesela önyargılarla şekillenmiş bir algı dünyası, sizi başkalarıyla ilgili yanlış kanılara götürebilir...
Adaletsiz davranmanızı, karşınızdaki kişiye yönelik haksızca tavır sergilemenizi sağlayabilir...
Büyük bir ego, hayata “ben ve diğerleri” perspektifinden bakmak, olaylara ve kişilere yönelik son derece yanlış değerlendirmeler yapmaya sebep olabilir...
Beyin, hep aynı yolu izliyor
Hayata hangi biçimde bakarsanız bakın, ister eşitlikçi, ister makul, ister başkalarına karşı önyargılı, ister şekilci, ister ego temelli...
Fark etmiyor.
Tüm bu filtrelerin varlığında, aklın yürüdüğü yol bir: Olayların kendi gördüğü şeklini gerçek sanması.
Beyninizin derinliklerindeki nöronlar, gerçek ile gerçek olmayanın arasındaki farkı bilemiyor.
Tüm bu bilgilerin ışığında, biriyle ilgili bir yargıya varırken...
Överken veya eleştirirken...
Severken veya nefret ederken düşünceleri galiba biraz yavaşlatmak gerekiyor.
Acaba karşımdakini severken/nefret ederken için elimdeki somut bilgileri mi kullanıyorum yoksa davranışımın altında yatan şey, olumlu/olumsuz önyargım mı?
Adımlarımı doğru sebeplerle mi atıyorum, yoksa gerçek olmayan bir durumu gerçek algılamış beynimin oyununa mı geliyorum?
Üzüntümü ben mi yaratıyorum yoksa üzülmek için gerçek bir sebebim var mı?
Madem şu hayatta en güçlü olan hayatta kalıyor...
Bunları düşünmeye değmez mi?
NOT: Dünkü yazımda Oscar töreninde “en iyi film” ödülünü Warren Beatty ile birlikte sunan Faye Dunaway’i dalgınlıkla Mia Farrow yazmışım. Düzeltir, bu dalgınlığımdan ötürü sevgili okurlardan özür dilerim.
Paylaş